5 Ağustos 2023 Cumartesi

kadim tıp” 1850 yıllarından sonra yerini “modern tıp” a bırakti.

 

Geleneksel tıp ve modern tıp ayrımı ne zaman ortaya çıktı?

Bugün “Geleneksel tıp” dediğimiz “kadim tıp” 1850 yıllarından sonra yerini “modern tıp” a bırakmıştı. Bu tıp uygulamaları “denenmiş ve gözlenmiş tıp” olarak kabul görmüş, temelini kimya ve istatistik bilgilere dayandırılmıştır. Çağdaş tıp en fazla 200 yıllıktır.

Bir Osmanlı hekimi

Geleneksel tıp ise en az 40 bin yıllıktır. Kadim tıp, bilgilerini insanlığın ilk günlerinden itibaren biriktirmiş, binlerce yıllık bilgi ve deneyimine dayanıyordu. İnsanlık tarihinin ilk günlerinden itibaren hep tıp vardı, yani hekim vardı ve tedavi ediyordu. Tedavi o dönemin inançlarına göre hekimin bilgi ve becerisine bağlı olarak yapılıyordu. Zamanla bilgiler birbirine eklendi ve diğer insanlarla paylaşıldı. En eski tıp kitapları kullandıkları bilgilerin ilahi bilgiler olduğunu ve inandıkları tanrısal güçlerden insanlara öğretildiğini yazarlar. Tüm antik medeniyetlerde yazılan kitaplarda böyle idi. Zamanla bu bilgilerin yararları görüldü ve klasik tıp bilgileri olarak devam etti.

Kadim tıp bilgilerinden faydalanmak bize nasıl yarar sağlar?

Büyük bir bilgi birikimidir ve yüzyılların tecrübesinden geçmiştir. Bu bilgilerden yararlanmamız lazım. Kadim tıpta binlerce yıllık bilgi birikimi var ve denenmiş. Bunu Osmanlı hekimleri yazdıkları tıp kitaplarının başında çok güzel anlatırlar. Genelde kitaplarını tecrübeleri artıp yaşlandıkları zamanda yazarlar.

Derler ki 'ben saçım sakalım ağarana kadar tıp bilgisiyle meşgul oldum. Bilgilerimi ve tecrübelerimi arttırdım. Bu bilgileri insanlara faydalanmaları için yazıyorum. İstediğim tek şey Allah rızasıdır.' 

Bu sebepten bu çıkarsız, tarafsız bilgilere ihtiyacımız var. Bugünkü bilim son senelerde kadim tıbbı kabul etmeye başladı ve onun tecrübelerini deney laboratuvarında inceliyor. Bu sebeple binlerce faydalı bilgi oluştu ve modern tıp şu anda onları da kullanıyor. Modern tıbbın tedavi edemediği durumlarda kadim bilgilerden yararlanılabilir.


Modern hayat bağışıklık sistemimize nasıl etki etti? 

Hepimizin çok iyi bildiği gibi modern hayat çok acımasız ve doğadan uzak. Bağışıklık sistemimizi zayıflatıyor. Bunu hepimiz biliyor ve hissediyoruz.

  • Öncelikle soluduğumuz hava çok kirli. Osmanlı hekimleri buna çok önem verirlerdi. Havadaki parçacıkların (tozlar ve diğerleri) insanın sağlığını çok kötü etkilediğini de yazıyorlardı. O sebeple yaşanan yerlerin havasının rüzgârlı olmasını isterlerdi. 

Özellikle kuzeyden esen rüzgârların istenmeyen parçacıkları temizlediği ve insanın sağlığı için güzel havayı getirdiğini söylerlerdi. Dağların ve yeşil yerlerin havasında yaşanmasını isterlerdi. İçilen suyun, yenilen gıdaların giyilen kıyafetlerin hepsi sağlıklı yaşamda önemli idi. Kadim dönemin hekimleri hastalıklarda ve bağışıklık sistemimizde bu etkileri çok iyi biliyorlardı.

Büyük şehirlerde yaşayan herkesin bağışıklık sistemleri artık eskisi gibi değil. Bu yüzden kronik hastalıklar çoğaldı. Kronik hastalıklar tedavi edilemiyor, bakteri ve virüslerde bu hastalar daha çok etkileniyor.

Duygularımızın bu noktada bir işlevi var mı?

Duygularımızın bağışıklık sistemimizde çok etkisi var. Kadim tıpta hekimler bu konuya çok önem veriyorlardı. Modern tıp da bunu biraz öğrendi.

Ünlü halk hekimi Merkez Efendi

Örneğin stresin birçok hastalığı tetiklediğini bugün kabul ediyorlar. Osmanlı hekimi der ki; duygular beden için o kadar önemlidir ki her türlü ilaçtan veya zehirden bile daha kısa zamanda o insanı etkiler. Korku, endişe, vesvese gibi birçok duygu insanı hem hastalığa hazırlar hem de ömrünü kısaltır. Güzel duygular neşe, sevinç ise bir o kadar bedene faydalıdır ve bu duygulara sahip insanlar yaşlanmaz, kolay kolay hastalanmazlar. Tıp kitaplarında sağlıklı yaşam kuralları içinde; korku, endişe içinde olanların serinletici nitelikte (soğuk değil soğuk nitelikteki maddeler) şerbetler içmesini tavsiye ederler. Limonata, gül şerbeti gibi... Güzel kokular koklamaları, neşeli ortamlarda bulunmaları, sevdikleriyle beraber olmaları da tavsiyeler arasındadır. Böyle insanlara “Bu da Geçer Ya Hu” sözünü hatırlatıp, hayatın anlamı üzerinde düşünmelerini isterler.

Merkez Efendi’nin Manisa’daki Hafsa Sultan Külliyesi'nin darüşşifasında tabip olarak vazife yaptığı ve burada çeşitli baharatlardan nevrûziye de denilen mesir macununu hazırlayıp her yıl nevruzda şifa için halka dağıttırdığına dair bilgiler aktarılmaktadır.

 Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Feridun Mustafa Emecen; Merkez Efendi’nin muasırı olan müelliflerin bundan söz etmemesine ve dârüşşifânın onun Manisa’dan ayrılmasından çok sonra (1539-40) tamamlandığının bilinmesine dayanarak bu bilginin doğru olmadığını yazmıştır.

https://islamansiklopedisi.org.tr/merkez-efendi


İklim, yani çevresel faktörler, bağışıklığımızı etkiler mi?

Kadim tıbba göre temiz hava ve yaşanan yerler bağışıklık sistemimizi çok etkiler. Eskiden bir topluluk yeni bir beldeye yerleşecekleri zaman mutlaka hekimlerden yardım alıp öyle yer seçerlermiş.

Bu adet dünyanın her yerinde böyle imiş. Bu nedenle daha çok dağlık yerleri tercih ederlerdi. Daha öncede söylediğim gibi rüzgârların insan bedenindeki etkisini çok iyi biliyorlardı. Özellikle kuzey ve doğudan esen rüzgârları tavsiye ederler. Doğudan esen saba rüzgârı çok makbuldü. Güneş de çok önemli idi. Evler doğuya açılır, güneşin evin her yerine girmesine dikkat ederlerdi. Temiz akar suyun içilmesini tavsiye ederlerdi. Yani kaynaktan fışkıran suyun temiz yerlerden akarak içindeki maddeleri havalandırarak akmasını önemsiyorlardı.

Osmanlı’da bir yere tayin edilen hekim altı ay oranın havası, suyu ve insanların yaşam şartlarını tanır sonra onlara hekimlik yapmaya başlarlarmış. 

O günkü hekimler bugünkü şartları görselerdi nasıl yaşadığımıza hayret ederlerdi sanırım.

Osmanlı tıbbına göre bağışıklığımızı kuvvetlendirmek için neler yapmamız gerekiyor?

Osmanlı tıbbının büyük bir kısmı hastalanmamak için yapılması gereken kurallara ayrılmıştır. Bunlar bağışıklık sistemimizi arttıran kurallardır.

İbn Sinâ el-Kânun fi't-tıb

Bunların en başındaki altın kural “az ye” kuralıdır. İnsan yemek yedikten sonra vücudun birçok kuvvetleri o yemeğin hazmedilmesi için mideye doğru hareket ederler. Ve yemek çok yenmişse beden çok uzun bir zaman bu gıdaları hazmetmek için büyük çaba gösterir. Bu sırada bağışıklık sistemimiz yavaşlar. Fazla gıdanın insan bedenindeki birçok zararını bildikleri için salgın hastalık sırasında ilk kural budur. Hafif kolay hazmedilen yiyecekler yemek ve mümkünse en az miktarda yemek. Bağışıklık sistemimizin yavaşlamaması için çeşitli gıdaları bir öğünde yememek her öğünde bir çeşit gıda yemek de çok önemlidir. Karışık yemek, hazmı zor yiyecekler yemek, sık yemek yemek çok zararlıdır. Özellikle yemek yedikten sonra hazmetmeden üzerine bir başka şey yemek Osmanlı hekimlerinin deyişiyle “cinayettir”.

Bağışıklığımızı kuvvetlendirmemiz bugünkü tıbbın da istediği bir şeydir. Kadim hekimlere göre bunun çaresi şöyledir: az ye, hazmetmeden başka şey yeme, tek bir çeşit ye, hafif gıdalar ye.

Vücudumuzu korumak için nasıl beslenmemiz gerekiyor? Hangi besinlere ağırlık vermeli, hangilerinden kaçınmalıyız? Mesela kaç öğün yemek yememiz gerekiyor?

Beslenmede özellikle söylememiz gereken ilaç niteliğindeki otlar, kökler, değişik bitkiler gıda değildir. Onlar ilaçtır ve hasta olduğumuzda alınmalıdır. Bu sebeple bedenin bilmediği tanımadığı bitkiler, sebzeler, meyveleri yemeyelim. Bedenimiz onları tam hazmedemediğinden bağışıklığımız bozulur. Alışılan kadar öğün yenilebilir ama her öğünde çok az yemeli. Ağır gıdalar tercih edilmemelidir. Yaşa ve alışkanlığa göre yemek seçilebilir ama herkes kendine ağır gelen gıdaları ve miktarları bilmeli kendinin doktoru olmalıdır. Bedenimiz hazmetmekte zorluk çekiyorsa lütfen onu dinleyelim ve hafif yemeklerle midemize dolayısı ile bağışıklık sistemimize yardım edelim.

Kadim tıp vücut sağlığımızı kurmak, arınmamızı sağlamak için bize neler sunuyor?

Şimdi en önemli kısma geldik. Kadim tıbba ve Osmanlı tıbbına göre bağışıklık sistemimiz için en önemli nokta bağırsaklarımızın temizliğidir. Yani kabız olmamak her gün kalın barsakların hepsinin boşalmasını sağlamak. Herkesin çok iyi bildiği gibi kabızlık bedenin güçlerini çok zayıflatır. Eski hekimler buna çok önem veriyorlardı. Osmanlı hekimleri barsakların boşaltılması için hemen “müshil” vermezlerdi. Çünkü müshil bağırsakları boşalttığı gibi bedenin başka kuvvetlerini de etkilerdi. Çok sert kabızlarda lavman yapmayı tavsiye ederlerdi ve bunu o hastayı tanıyan bir hekimin yapmasını isterlerdi. Eğer kabızlık o kadar kötü değilse fitillerle bağırsağa yardımcı olmayı isterlerdi.

  • Müshil kullanmadan önce mideyi bağırsakları yumuşatmak gerekiyordu. Yumuşatıcı gıdalar hafif çorbalar, ıspanak, pazı gibi hafif gıdalar ve az yiyerek bedenin kendi kendine bağırsakları boşaltmasını isterler. Eğer hala boşalmadı ise; kuru incirin, mürdüm eriğinin haşlayarak suyunu içmek, ballı sirke ile yapılan sirkencübin şerbetini içmek, gülsuyu ve damla sakızı ile yapılan şerbetten içmek gibi hafif müshilleri tercih ederlerdi. 

Hepsinden iyisi kabız olmamaya gayret etmek, bedeni ve bağırsakları en az günde bir defa tamamen temizlemek bağışıklığımızı arttırır. Bunun yanında eğer kusma hissediyorsak kusmalıyız. Mideyi en iyi o temizler. Kusma duygusunu bastırmamalıyız ona yardımcı olmalıyız. Demek ki midemiz hiç istemediği şeylerle doludur. Kadim tıbba göre bedenimiz ve organlarımız akıllıdır onlar bizim için en iyisini yapmaya çalışırlar yeter ki biz onları şaşırtmayalım. Bunların yanında yeterli uyku ve hareket etmek de bağışıklığı arttıran öğelerdendir. Osmanlı hekimleri özellikle yaşlılar ve çocuklar için ata binmek, salıncakta sallanmak, at arabası ile dolaşmayı da spordan sayıyorlardı. Bütün bunların üstüne ruha yardım etmek için güzel kokular koklamayı tavsiye ederlerdi. Herkesin ve her yaşın bir farklı kokusu vardı. Bugün herkesin en sevdiği kokuyu koklayarak mutlu olması gerekir. Mümkünse sentetik kokuları koklamamalı, doğal aromatik çiçeklerden elde edilen doğal uçucu yağları seyreltip koklamalıdır. Bu bağışıklık sistemimize yardımcı olur.

Osmanli Kadim Tibbi & Kutsal Mür

 

Osmanlı’da yaşamak : Kadim tıp geleneğinde sağlıklı yaşamın sırları

Kadim tıp geleneğinde insanı okumak, az yemek, tek çeşit yemek ve özellikle de kan yapıcı gıda yemek başat unsurlardır.

Bugün modern tıp da artık öğün sayısını azaltmayı tavsiye etmektedir. Özellikle de psikolojik sağlık insan dediğimiz ruh ve bedenden oluşan bu eşsiz mekanizmanın düzenli çalışmasının en temel unsurudur.  

Beden sağlığının olmazsa olmazı duygular ve düşüncelerdir. Duygu ve düşüncelerin en keskin ilaçtan daha hızlı etkilediğini belirtir, bedeni kadim tıp geleneği.

Hekimlerin Sultanı İbn-i Sina derki;

Tedavinin en iyi yollarından biri hastanın akli ve ruhi güçlerini arttırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele etmek için cesaret vermek, hastanın çevresini sevimli, hoşa gider hale getirmek, ona en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir.


Gerçekten de Osmanlı hekimi de insanı sadece bedenden oluşan bir yapı olarak görmez. İnsan beden zihin ve ruh birlikteliğidir.

Dolayısıyla her insan kendine has yapısıyla bedensel, zihinsel ve ruhsal bir sistemin karışımından oluşur. 

Ancak Modern Batı tıbbı insanı duygulardan öte sadece beden olarak ele alır; belirtileri teşhis edip onlara müdahale etmeye çalışır.

Oysa kadim tıp ve elbette ki Osmanlı tıbbı hastalığa neden olan koşulları tespit eder ve bunları ortadan kaldırmaya çalışır.

Yani hastalığın belirtilerinden ziyade bu hastalık niçin ortaya çıkıyor bunları bertaraf etmeye çalışır.

Mesela bir örnek verelim. Başı ağrıyan bir kişi düşünün buna hemen ilaçla müdahale yerine baş ağrısına sebep olan psikolojik durumu ortadan kaldırmaya çalışır.

İnsanın duygu ve düşünce durumu yani ruh dünyası; psikolojisi her şeyin üstünde tutulur.

Farklı psikoloji ve fizyolojiye sahip insanların ilaçları da (bitkisel terkipler) elbette ki farklı olurdu. İlk dönemlerde ilaçlar hekimler, cerrahlar ve kehhal adı verilen göz hastalıklarını tedavi edenler tarafından yapılırdı.
 

Mısır Çarşısı.jpg
Osmanlı döneminde Mısır Çarşısı'nda bir aktar / Fotoğraf: misircarsisi.org.tr


Evliya Çelebi ayrıca İstanbul’da sağlıkla ilgili madde satan esnaflardan da bahseder. Aktarlar, meşrubat satan esnaflar, amberci, güzel kokulu çiçeklerden damıtılmış suları satan buhurcular ve gülsuyu satıcıları.

İhtiyaç duyulan ilaçların hammaddeleri de genellikle Mısır Çarşısı'ndan temin edilmiştir. Daha sonra eczanelerin açılmasıyla beraber eczacılar, ilaçları, hekimlerin verdiği reçeteye göre her hastaya özel olarak hazırlamaya başlar.

Osmanlı hekimi aynı zamanda çok mahir bir botanik uzmanıdır. Hangi hastalıkta hangi bitkiyi kullanacağını; macunları, şerbetleri, bitkisel karışımları terkipleri nasıl yapacağını çok iyi bilirdi.

Çünkü kendisinden önceki binlerce yıllık geçmişe sahip olan kadim tıbbın reçetelerine sahipti. Ve elbette ki işin içine kendi deneyimlerini de katmıştır. 

Bakınız bu ilaçlardaki en önemli hammaddelerden birisi şekerdir. Şeker aslında son derece etkili bir maddedir. Çünkü doğal şeker bitkilerdeki etken maddenin hızla kana karışmasını sağlar.

İslam Medeniyeti'ndeki diğer hekimler için de bir numaralı madde yine şekerdir. Bütün ilaçlar bal ve şekerle yapılıyordu. Ancak elbette ki bugün ki rafine şeker değil. Şekerin tedavilerde önemli bir yeri vardır.

Mesela bizim “Nabza göre şerbet vermek” sözümüz oradan gelir. Hekimler hastanın nabzına bakar, hastalığı teşhis eder ve ona göre şerbetler macunlar çeşitli terkipler vererek hastayı tedavi ederdi.  

Aslında ilk olarak meyve, bitki, bal ve pekmezden elde edilen doğal şeker kullanılmıştır. İnsanoğlu binlerce yıl önce yabani arılardan dahi bal elde etmiştir. Zamanla bunun yerini şeker kamışı almıştır.
 

osmanlı şeker.jpg
Fotoğraf: Wrench in the Gears


Şekerkamışının anavatanı Hindistan’dır. M.Ö 510 yıllarında Pers hükümdarı Darius, Hindistan’a sefer yapar ve orada halkın gıdalarını tatlandırmak için şeker kamışı kullandığını görür, ülkesine götürür.

Pers halkı için şekerkamışı artık “Arı olmadan bal üreten kamış”tır.

M.Ö. 4'ncü yüzyılda Büyük İskender, İran’a yaptığı sefer sırasında şeker kamışını görür. Böylece Eski Yunan ve Romalılar tarafından da öğrenilir.

7'nci yüzyılda da Araplar tarafından öğrenilir. Günümüzde kullandığımız şeker pancarı ise Alman kimyacı Andreas Magraff (1747) tarafından bulunur.

İlk olarak aslında sülfürleme dediğimiz kükürt dioksit daha sonra da kireç sütü ile beyazlatılan şeker sonraları daha çok üretmek ve daha çok kazanmak için fabrikasyon üretime geçilerek bugünkü rafine şekere dönüşüyor.

Yani şeker sentetik beyazlatıcılarla, kimyasal katkı maddeleriyle işlem görüyor. Dolayısıyla vücut için yabancı bir maddeye dönüşüyor. Oysa eski tıbba göre doğal şeker çok önemlidir. 

Osmanlı tıbbında ve kültüründe müthiş bir şerbet kültürü vardır. Ayran, süt, boza, salep, hoşaf ve komposto yanında en önemli içeceklerden birisidir.
 

osmanlı şerbeti aa.jpg
Fotoğraf: AA


Şerbet sadece bir içecek değil aynı zamanda bir devadır. Sarayda bulunan şerbetçiler yanında darüşşifalarda da yapılan ilaçlar için şerbet üretiminden iyi anlayan bir şerbetçi bulunurdu. 

Gördüğümüz üzere şerbetin sofralara afiyet hastalıklara deva özelliğinin yanında bir diğer kullanım alanı da hüküm giyenler içindir.

Divanı hümayunda hüküm giyenler idam kararlarını bostancının elinde kendilerine sunulacak şerbetin renginden anlardı.

Eğer şerbet beyaz ise hükümlü affedildiğini anlar kana kana içerdi ancak kıpkırmızı renkteki kızılcık şerbeti ölüm şerbeti demekti.
 

Evliya Çelebi (temsili).jpg
Evliya Çelebi (temsili)


Şerbetçi esnafları son derece meşhurdur. 17'nci yüzyılda Evliya Çelebi İstanbul’da 300 adet şerbetçi dükkanı olduğundan bahseder.

En çok satılanlardan birisi de bizim de bugün çok tükettiğimiz su, şeker ve limon üçlüsünden oluşan limonatadır.

Bunların içerisine kokulandırmak için misk, menekşe, yasemin katılırdı. Büyük camilerde saray tarafından mevlitler okutulur akide şekerleri şerbetler sunulurdu. 
 

osmanlı kahve.jpg
Görsel: Pinterest


Yine 16'ncı yüzyılda şekerin yaygınlaşmasıyla kahvetüketimin de arttığı bir dönem karşımıza çıkar. Bugünkü kahve kültürümüz aslında Osmanlı hekimlerinin tavsiyeleri sonucu oluşmuş bir gelenektir.

Biz kahvenin yanında tatlı ve su ikram ederiz. Bu boşuna değildir.

Kahvenin anavatanı Etiyopya (yani Habeşistan)nın Kaffa bölgesidir. Kahve kelimesi de buradan gelir. Osmanlı'ya da Yemen üzerinden gelmiştir.

Rivayet odur ki (13'ncü yüzyıl) Yemen’de keçilerini  otlatmaya götüren bir çoban keçilerin kahve ağacının kırmızı meyvelerini yiyince canlandıklarını görür.

Bu durumu hemen o dönemin meşhur dervişi olan Derviş Şazili'ye anlatırlar. Kendisi de bu ağacın meyvelerini kaynatıp içince aynı canlılığın kendinde de olduğunu görür.

Gerçekten de kahvenin geniş bir kulanım alanına yayılması 15'nci yüzyılda Sufi gruplar arasında olur. Zihni açtığı ve uyanık tutuğu için.

Bizim kahveyle tanışmamız ise 15'nci yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ın Yemen valisi olan Özdemir Paşa'nın Yemen’de içip çok sevdiği kahveyi İstanbul’a getirmesiyle başlar.

1600'lü yıllarda da Osmanlı topraklarına gelen Venedikli tüccarlar kahveyle tanışır ve Avrupa’ya taşırlar. Kahve, Osmanlı topraklarında o kadar çok sevilir ki saray kadınları sabahın ilk ışıklarıyla beraber sıcacık kahvelerinden yudumlamadan güne başlamazlar.

Hekimler, çok içilmesi karşısında tavsiyelerde bulunur. Bildiğimiz üzere her gıdanın bir tabiatı vardır. Kahve ise tabiatı itibarıyla soğuk ve kurudur. Dengeli bir yapısı yoktur.

Bu nedenle kuru niteliğini düzeltmek için su içilmeli; soğuk etkisini gidermek için de şekerli şeylerin yenmesini (reçel, şerbet, lokum, şekerleme) tavsiye ederler.
 

osmanlı kadını.jpg
Görsel: Pinterest


Osmanlı kadınından bahsetmişken güzellik sırlarını es geçmeyelim. Saç ve cilt bakımları için özellikle kili kullanıyorlardı. Hamam kültürü ve dolayısıyla keselenmek, saraydakilerin en önemli güzellik sırrı olmuştur.

Sabunun son derece önemliydi. Büyük bir sabun pazarı vardı. Sabunlar saraya kalıplar halinde geliyor daha sonra tekrar eritilip kokulandırılıyordu.

Sabun, saçı sertleştirdiği için kurutulmuş hatmi ve ebegümeci otları kaynatılarak suyuyla saçlar durulanırdı. Hamamdan sonra yüze ve vücuda balmumuyla karıştırılmış değerli yağlar; el ve ayaklara susam ve zeytinyağı sürülürdü.

Ama bunların içine bitki karıştırıyorlar en çok da gülü. Özellikle de kokulu Isparta gülü en makbul güldür. Sarayda tonlarca gül suyu kullanılıyordu.

Güzel kokunun Osmanlı hayatında apayrı bir yeri vardı. Hekimler dahi kokuyla tedaviyi kullanmışlardır. 


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

                                                    

                                                          XXXXXXXXXXXXXXX


Kutsal Mür

“Şükür yağı”, “şükür krizmasyonu” ya da “semavi  krizmasyon” olarak da anılan “Kutsal Mür”, Kutsal Ruh’un armağanlarını sembolize eder. Kutsal Mür, 57 farklı tıbbi bitki ve aromatik maddeden oluşan bir karışım içerir.

 “Kutsal Mür”ün hazırlandığı malzemeler şunlardır: aromatik bitkiler, hayvan ve bitkilerden kurutularak veya özel metotlarla toplanarak elde edilen ve eczacılıkta kullanılan ham veya yarı ham maddeler ve uçucu yağar. Bu uçucu yağlardan  en  önemlisi Bulgar Ortodoks Kilisesi tarafından damıtılan gül yağıdır. Bu malzemeler, bazı değişiklikler ve eklemelerle, 8. yüzyıldan 19.yüzyıl sonuna kadar  olan süredeki Kutsal Mür tariflerinde karşımıza çıkar. 

Bir fikir vermesi açısından  Kutsal Mür yapımında kullanılan bazı malzemeler şunlardır: zeytinyağı, şarap, süsengiller familyasından iris çiçeği, Chios adası sakızı, melek otu, mercanköşk, kiraz eriği, zencefil, kılotu ve hint defne yaprakları. Aynı zamanda erkek buzağının bezinden elde edilen uçucu hayvan salgısı da kullanılır.

Kutsal Mür, eski çağlarda verilmiş bir imtiyazla, sadece Ekümenik Patrikhane tarafından hazırlanır. Patrikhane Kutsal Mür’ü, yaklaşık olarak her on senede bir hazırlar.

____Kutsal Mür’ün hazırlanması (pişirilmesi) Musa’nın Mısırdan Çıkış Kitabı’nın 30. Bölümünde 22-25 ayetlerindeki tarifine dayanır: “ RAB Musa’ya şöyle dedi: “Şu nadide baharatı al: Beş yüz şekel sıvı mür, yarısı kadar, yani iki yüz ellişer şekel güzel kokulu tarçın ve tatlı kamış,  tapınak şekeliyle beş yüz şekel hıyarşembe, bir hin de zeytinyağı. Bunlardan ıtriyatçı ustalığıyla güzel kokulu kutsal bir mesh yağı yap. Ona kutsal mesh yağı denecek”.

Hristiyanlığın coğrafi olarak çok genişlediği M.S 2. yüzyılda, krizmasyon sakramenti Elçilerin gidemediği uzak bölgelerde de icra edilebilsin diye (çünkü bu sakramenti Pentekost günü Yeruşalem’de Kutsal Ruh’u alan Elçilerden başkası icra edemiyordu), Kutsal Mür yapılmaya başlandı.

8. yüzyıla kadar tüm episkoposların Kutsal Mür hazırlama hakkı vardı ancak zamanla Mür hazırlama yetkisi kademeli olarak önce sadece Patrikler’e sonra da idari düzen  ve kiliselerin birliği açısından sadece Ekümenik Patrik’e tanındı.



XXXX