Akçaağaç
Akçaağaç ya da Acer, genellikle akçaağaç olarak bilinen ağaçların ve çalı'ların bir cinsidir. Cins, Sapindaceae familyasına yerleştirilir.
Çoğu Asya'ya özgü olan yaklaşık 132 tür vardır, ayrıca Avrupa, kuzey Afrika ve Kuzey Amerika'da bir miktar vardır. Yalnızca bir tür, Acer laurinum, Güney Yarımküre'ye kadar uzanır.
Toros AkçaağacıTürkiye'de Ova akçaağacı, Çınar yapraklı akçaağaç, Dağ akçaağacı, Beşparmak akçaağaç, Toros akçaağacı, Doğu akçaağacı, Tatar akçaağacı, Kayın gövdeli akçaağaç, Gürgen yapraklı akçaağaç gibi türler doğal olarak yetişir.
Japon AkçaağacıKırmızı akçaağaç, Japon akçaağacı, Şeker Akçaağacı ve Dişbudak yapraklı akçaağaç gibi türler park ve bahçelerde peyzaj amaçlı kullanılır.
Cinsin tip türü, Avrupa'daki en yaygın akçaağaç türü olan Acer pseudoplatanus, çınar yapraklı akçaağacıdır. Akçaağaçların genellikle kolayca tanınabilir avuç içi (ing:palmate) yaprakları (Acer negundo bir istisnadır) ve ayırt edici kanatlı meyve’leri vardır.
Akçaağaçların en yakın akrabaları at kestanesi'dir. Akçaağaç şurubu bazı akçaağaç türlerinin özsuyundan yapılır.
! vermont menşeli doğal şeker şurubu. memleketinde "kızılderili şekeri" olarak bilinir.
Kırmızı akçaağaç (Acer rubrum) çiçekleri
Gövdelerinin genç yaşlarda düzgün pürüzsüz, sonraları derin çatlaklı levhalar halinde parçalanmış kabukları vardır. Birçoğu yaz sürgünü yapar. Sonbaharda yedek madde olarak nişasta depo ederler. Sürgünlerin uçlarında nişasta, tanen, şekerli madde salan türler vardır.
David akçağacı (Acer davidii) kabuk
Akçaağaçlar tohumla, çelik, kalem ve göz aşılarıyla çoğatılabilmektedir. Tohumla çoğaltmada ekimden önce tohumun tabi olacağı işlemler çok değişiktir. Yalnızca dişbudak yapraklı akçaağaç (Acer negundo) türünün tohumunda herhangi bir çimlenme engeli yoktur.
Her mevsimde ayrı bir renk alan yaprakları, bazılarının göz alıcı çiçek ve meyvelerinden dolayı park ve bahçelerde yetiştirilirler.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Akçaağaç
####
Kanada bayrağındaki yaprak, akçaağaç yaprağıdır. Bu yaprak, Kanada'nın ulusal sembolüdür ve bayrakta 11 uçlu stilize edilmiş haliyle yer alır.
- Akçaağaç yaprağı, yüzyıllardır Kanada'nın bir amblemi olarak kullanılmaktadır.
- Bayraktaki 11 uç, Kanada'yı oluşturan 10 eyaleti ve 1 federal bölgeyi temsil ederek ülkenin birliğini ve çeşitliliğini simgeler.
- Bayrakta akçaağaç yaprağının kullanılmasına 1964 yılında karar verilmiş ve ilk kez 15 Şubat 1965'te göndere çekilmiştir.
###
Akçaağaç Özellikleri ve Şurubu Hakkında Bilgiler
Akçaağaç Şurubu Yapımı – Kanada 1852 (wikipedia)Akçaağaç şurubu, Avrupalılar Amerika'ya gelmeden önce Algonquin halkı tarafından keşfedildi ve "ağaçtan çizilmiş" anlamına gelen "sinzibuckwud" olarak adlandırıldı. Tarihsel olarak, ağacın gövdesine kesikler atılarak veya musluklar yerleştirilerek öz suyu biriktirilip, ardından kaynatılarak kıvam kazandırılmıştır.
Yüzyıllardır Kanadalı Kızılderililerin kullandığı bu şerbet 17. Yüzyıldan beri Avrupalıların da farketmesiyle dünyanın sayılı doğal değerlerinden olmuştur.
!__ (Osmanlı Devleti'nde şeker kamışı üretimi, imparatorluğun güney eyaletlerinde ve Akdeniz'deki adalarında yapılırdı ancak 17. yüzyıldan sonra Amerikan rekabetiyle azaldı.) _😉
- Akçaağaç şurubunun tarihi, Yerli Amerikalıların bu şurubu yapmayı ve kullanmayı keşfetmesiyle başlar.
- Öz suyunun, ağaca yapılan kesikler veya musluklar aracılığıyla toplandığı ve ardından suyu buharlaştırılarak koyulaştırıldığı bilinmektedir.
- Yerli halkın bu üretim yöntemini Avrupalı yerleşimcilere öğretmesiyle şurup, Kuzey Amerika'nın yanı sıra dünya genelinde tanınmaya başlanmıştır.
Akçaağaç
Avrupalıların Amerika'ya ayak basmasından önce, Algonquin halkı tarafından sinzibuckwud (Türkçe: Ağaçtan çizilmiş) adıyla üretilen şurup, ağacın gövdesine bir kesik atılarak ya da musluk bağlanarak özsuyunun biriktirilmesiyle elde edilir. Sonra da kaynatılarak kıvamına gelir ve hazırlanır.
Şurubun yaygın toplama yöntemiDünyada en çok Kanada'da üretilmektedir. Amerika'da ise en çok üretim yapılan eyalet Vermont'tır. Bu eyalette yılda 1,700 m³ şurup üretilir. Bunu Maine ve New York eyaletleri izlemektedir.
Akçaağaç şurubu dört sınıfa ayrılır, bu sınıflar ürünün kalitesiyle değil rengiyle alakalıdır. Dört sınıfta da aynı miktarda şeker ve bileşen vardır, renk farkı ise kaynatma süresinden ve mevsimden kaynaklanır. Lezzetleri sınıfa göre farklılık gösterir, akçaağaç şurubu alırken damak tadınıza göre seçebilirsiniz. Genellikle tüketilen Amber ve Dark sınıftır.

Akçaağaç Şurubunun Bilimsel Tanımı:

İlkbaharda sıcaklıklar arttıkça, akçaağacın kambiyumu hücrelerdeki aktivite artmasıyla karbondioksit üretir. Bu karbondioksit, kambiyumdaki hücreler arası boşluklara dolmaya başlar ve basıncı arttırır. Bu boşluklarda şeker ve özsuyu içinde çözünmüş diğer maddelerin mevcudiyetinden gelen ozmotik basınç da bu pozitif basınca katkıda bulunarak özsuyun bir musluk deliğinden akmasına neden olur.
Sıcaklığın donma noktasının altına düştüğü soğuk dönemlerde, karbondioksit soğur ve daralır. Negatif basınç gelişir, bu basınç suyu köklerinden ağaca çeker ve ağaç özünü yeniler. Bu, bir sonraki sıcak dönemde tekrar akmasını sağlar. İnanılmaz bir şekilde, bu basınçlar –10 psi ila 40 psi (–68 kpa ila 275 kpa) arasında değişebilir. Bu mevsimsel donma ve çözülme devam ettiği sürece, akçaağaç şurubu üretimi kesintisiz devam eder; çok sıcak veya çok soğuk olursa, üretim hızla düşer.
Şeker akçaağaçlarının özü, diğer ağaçların özünden daha yüksek bir şeker konsantrasyonu içerir. Bu şeker, bir önceki yaz aylarında meydana gelen fotosentezin ürünüdür. Ağaçlar, fotosentez tarafından üretilen karbonhidratları nişasta şeklinde depolar. Nişasta sükroz (şeker) haline dönüştürülür ve özsu içinde çözünür. Akçaağacın özsuyundaki amino asitler, akçaağaç şurubuna kendine özgü lezzetini verir.
Akçaağaçlar her yıl özsuyu verir. Bir akçaağaç her yıl tek bir musluk ile 30-60 litre özsuyu üretebilir. Ortalama 40 litre özsuyunda sadece bir litre akçaağaç şurubu elde edilir, yani bir ağaç yılda sadece bir litre şurup sağlayabilir.
____ https://akcaagacsurubu.com/akcaagac-surubu-nedir-ve-nasil-yapilir/ _____
+ https://www.tiktok.com/@sigma.kayu/video/7444257514042002689?is_from_webapp=1&sender_device=pc
+ https://www.tiktok.com/@sigma.kayu/video/7444257514042002689
####
Dokuz Yıl Savaşı
Tüm cephelerde savaş: 1690-91
Beachy Head Muharebesi (1690)
Fransızlar deniz savaşlarında da başarı gösterdiler. Amiral Tourville, İngiltere Kanalı'nda yapılan Beachy Burnu Savaşı'nda Amiral Torrington'ın cılız donanmasını yendi (10 Temmuz). Gene de, savaşın belirleyici bölgesi İrlanda Denizi'ydi. Louis'nin asıl donanmayı İrlanda bünyesine katmak istememesinden yararlanan William, 15.000 kişilik ordusuyla Haziran'da İrlanda'ya girdi. Elini güçlendiren İngiliz Kralı James'i Boyne Savaşı'nda yendi (Beachy Burnu Savaşı'ndan bir gün sonra).
AKÇAAĞAÇ ŞURUBUNUN TARİHİ
1608 yılında Avrupalı yerleşimcilerin gelmesinden önce, akçaağaçların özsuyunu toplama ve kaynatma geleneği uzun zamandır doğu Kuzey Amerika’nın yerli halkları, yani bölgenin Kızılderilileri tarafından uygulanırdı. Her bahar, yerli topluluklar kış avlanma alanlarından akçaağaç bölgelerine taşınırlardı. Orada, taş aletlerle akçaağaçların kabuklarına v-şekilli kesikler atarlardı, kesiklere içbükey kabuk veya saz parçaları takarlardı ve akan özsuyunu toplamak için ağaçlara dokuma huş sepetleri bağlarlardı.
Bu yerli halklar aslında akçaağaçların özsuyunu güveç yapmak için ve etleri içinde pişirmek için kullanırlardı, ancak zamanla özsuyunu şurup haline getirmeye başladılar. Başlangıçta, buharlaştırmak için özsuyunu geyik derisinden yapılmış fıçılara doldurup sonra kızgın ateşte ısıtılmış taşları fıçılara bırakırlardı – ki bu çok yavaş ve özenli bir işlem olurdu. Daha sonra, ateşin üzerine yerleştirilmiş pirinç kazanlarda özsuyunu kaynatmaya başladılar.
Akçaağaç şurubu, özsuyunu süzüp, yeniden ısıtıp, koyulaştırıp ve sonunda karıştırarak elde edilen şurubu şekere dönüştürmek için bir yöntem keşfedildiğinde değerli bir ticaret ürünü haline geldi. Granül haline getirilmiş bu şeker, huş ağacı kabuğu kozalaklarına paketlenip, birbirine bağlanır ve depolama için tavanlardan asılırdı. Akçaağaç şurubu ayrıca ahşap kalıplara veya doğrudan kar içine dökülerek sertleşmeye bırakılarak akçaağaç şekerine dönüştürülürdü.
Kanada’nın ilk Avrupalı yerleşimcileri, bu yerli topluluklardan ağaçların özsuyunu toplama ve şurup yapma becerilerini öğrendiler. Zamanla, daha iyi yöntemler gelişti: kabuklarda v şeklinde kesimler yapmak yerine, yerleşimciler elle ağaçlara delik açmaya başladılar ve tahta ağızlıkları bu deliklere çakmaya başladılar. Damlayan özsuyunu güçlü rüzgarlardan veya hayvanlardan korumak için kovaları çivilerle ağaçlara asmaya başladılar ve özsuyunu konsantre edip şuruba çevirmek için açık ateşler üzerinde demir tencere kullanmaya başladılar.

#####
Tarla akçaağacı
Akçaağaç cinsinin dünya çapında küçük çalılardan büyük ağaçlara kadar yaklaşık 150 türü vardır.
Akçaağaçlar yaprak döken ağaçlar veya çalılardır. Bir ağaç olarak akçaağaç, en yüksek boyu yaklaşık 30 metre olan görkemli bir cadde ve park ağacıdır; en büyük türleri: çınar, Norveç akçaağacı, gümüş akçaağaç, Avrupa, batı Asya ve Kanada'ya özgüdür.
Tıp: Orta Çağ'da ve Aziz Hildegard von Bingen 12. yüzyılda yaşamış ünlü bir bitki uzmanı ve şifacıydı. Bingenli Hildegard tarafından şişmiş eklemler, iltihaplı gözler ve yanan ayaklar için bir çare olarak kullanılmıştır.
Hildegard von Bingen'in acı damlaları onun en ünlü yaratımlarından biriydi. Bu damlalar, iyileştirici özelliklere sahip olduğuna inanılan bitki ve baharatların birleşiminden yapılmıştır. Hildegard kesin bir bilgi vermediğinden damlaların kesin bileşimi bilinmiyor. Ancak damlaların angelica, havlıcan, bertram, tarçın ve hindistan cevizi gibi bitkilerin karışımından yapıldığına inanılıyor. Bu şifalı bitkiler sindirim, iltihap önleyici ve sakinleştirici özellikleri nedeniyle seçilmiştir.
Hildegard'ın acı damlaları öncelikle sindirim problemlerini tedavi etmek için kullanıldı. Şişkinlik, kabızlık ve mide ekşimesi gibi mide-bağırsak şikayetlerini gidermek için kullanılmıştır. Ayrıca damlalar baş ağrısı ve migren tedavisinde de kullanılıyor. Ayrıca sinir sistemi üzerinde sakinleştirici bir etkisi vardı ve kaygı ve depresyonu tedavi etmek için kullanılıyorlardı. Damlalar ayrıca bağışıklık sistemini güçlendirmek ve genel sağlığı iyileştirmek için genel bir tonik olarak da kullanılmıştır.
Tarihçe: Pliny Secundus (M.S. 23 - 79) (muhtemelen) Fransız Maßholder'i (tarla akçaağacı) tanımlamıştır. Kazıklı konutlar ve kulübeler için temel kazıkları için kullanılmıştır.
NOT:
Almanya'nın güneybatısında, Baden-Württemberg bölgesi boyunca uzanan, Kara Orman adında bir orman gizlidir; görkemli doğası ve gizemli atmosferiyle adeta bir masal diyarına benzetilen bir yer. Özellikle sonbaharda, her akçaağaç yaprağının parlak kırmızı bir renge büründüğü bu yer, romantik manzaraları sevenler için ideal bir buluşma noktası haline gelir.
Kara Orman'daki kırmızı akçaağaç yapraklarına hayran olmak, ziyaretçilere yavaşlama ve doğaya dalma fırsatı sunan romantik ve anlamlı bir yolculuktur. Akçaağaç yapraklarının parlak kırmızı rengi, derin ormanın gizemli manzarası, köylerin huzuru ve yerel halkın zengin kültürü, Avrupa sonbaharının mükemmel bir resmini oluşturur.
######
Akçaağaç Şurubu (Ahornsirup)
Akçaağaç Şurubu Hastalığı'nda akut atak dönemlerinde diyaliz tedavisi, kandaki toksik proteinleri (amino asitleri) uzaklaştırmak için kullanılır. Bu tedavi, diyetle birlikte uygulanır ve amaç, kan değerlerini normale döndürmektir. Hastalığın ana tedavisinde ise lösin, izolösin ve valinden kısıtlı ömür boyu süren bir diyet uygulanır.
- Akut ataklar sırasında, vücutta biriken toksik amino asitlerin (özellikle lösin) kan dolaşımından uzaklaştırılmasını sağlamak.
- Diyaliz tedavisi, tıbbi beslenme tedavisi ile birlikte uygulanır. Bu dönemde, lösin içeren gıdalar diyetten çıkarılır ve yalnızca lösin içermeyen özel formüller kullanılır.
- Plazma lösin seviyesi belirli bir eşiğin altına düşene kadar diyaliz ve diyet tedavisi devam eder.
Akçaağaç Şurubu Hastalığına Diyaliz Tedavisi
Ankara'da Şevket Balbay (9), nadir görülen Akçaağaç şurubu hastalığı nedeniyle diyaliz tedavisiyle sağlığına kavuştu. Balbay'ın tedavisiyle birlikte benzer metabolik hastalığı bulunan diğer bebekler de aynı tedaviyle sağlıklarına kavuştu.
ANKARA'da Şevket Balbay (9), 8 günlük bebekken yakalandığı 200 bin kişide bir görülen 'Akçaağaç şurubu' hastalığı nedeniyle girdiği komadan, o dönem sadece çocuk ve yetişkin hastalara uygulanan diyaliz (kanın vücut dışında bir makine aracılığıyla temizlenmesinin ardından tekrar dolaşım sistemine verilmesi yöntemi) tedavisi ile çıktı. Şevket Balbay, 2 yaşından beri 6 ayda bir hastanede uygulanan diyaliz ile sağlıklı bir şekilde yaşamına devam ederken, o tarihten bu yana hastanede benzer metabolik hastalığı bulunan onlarca bebek aynı tedaviyle sağlığına kavuştu.
Eskişehir'de 9 yıl önce dünyaya gelen ve doğduktan hemen sonra belirlenemeyen rahatsızlığı sebebiyle yoğun bakıma alınan özel eğitim öğrencisi Şevket Balbay, durumunun ağırlaşması üzerine 8 günlükken Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi'ne sevk edildi. Koma halinde olan Şevket Balbay'a, 'Akçaağaç şurubu' tanısı konuldu. Balbay, tedavinin ardından gözlerini açtı ve hayata tutundu. Şevket Balbay, 2 yaşından bu yana aynı hastanede 6 ayda bir uygulanan diyalizle sağlıklı bir şekilde yaşamına devam ediyor. Hastanede, o tarihten sonra benzer metabolik hastalığı bulunan onlarca bebek de aynı tedavi uygulanarak, sağlığına kavuştu.
Şevket Balbay'ın doktorlarından Prof. Dr. Begüm Atasay, şu anda 9 yaşında olan Şevket Balbay'ın 9 yıl önce bir cuma günü Eskişehir'den hastanelerine geldiğini söyleyerek, "Eskişehir Devlet Hastanesi'nden arandık. Hastanın genel durumu kötü, bilinci kapalı, 8 günlük bir bebek olduğu söylendi. Biz bu hastayı kabul ettik. ve hasta bize entübe bir şekilde, bilinci kapalı bir şekilde komada geldi. Çok hızlı bir şekilde ekip olarak yeni doğan yoğun bakım ve metabolizma ekibi bir arada hastayı yönettik. 8 saat içinde hasta teşhis aldı. Aslında burada teşhis dışında o komada olduğu dönemi yönetmek çok önemliydi. Bu yeni doğan yoğun bakım ünitelerinde yapılmayan bir şey. Daha çok çocuklarda yapılır. Bu işlem metabolik hastalıkta kanda biriken ve bebekte bilincin kapalı olmasına, koma tablosuna neden olan maddenin kandan uzaklaştırılabilmesi için bir tür diyaliz metodudur. Bu uygulama dünyada yeni doğan yoğun bakım ünitesinde çok az merkezde yapılabilecek bir uygulamadır. Ama biz hızla karar vererek kandaki o toksik maddeyi hemodiyaliz yöntemlerinden biri olan bir uygulama ile başarıldı. ve sabah saatlerinde o toksik madde hastanın kanından uzaklaştırılarak bilinci açıldı" dedi.
'DÜNYADA 200 BİNDE BİR GÖRÜLÜYOR'
Şevket Balbay'ın diğer doktoru Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci Hastanesi Çocuk Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tuba Eminoğlu ise bu hastalığın 200 binde bir canlı doğumda gözlemlendiğini belirtti. Prof. Dr. Eminoğlu, "Ülkemiz gibi akraba evliliği oranlarının yüksek olduğu ülkelerde bu ve benzeri kalıtsal hastalıkları daha sık görmekteyiz. Hastamız bebeklik döneminden itibaren özel diyet aldı ve büyümenin çok hızlı olduğu ilk 3 ayda haftalık, 6-12 aylıkken 2 haftada bir, sonrasında 2 yaşına kadar 3 ay, 2 yaşından sonra da 6 ayda bir aralıklarla polikliniğimize geliyor. Bu hastalıklarda kalıtsal olarak vücutta proteinleri parçalayan enzim eksikliği olmakta, bu nedenle de bu hastalar et, süt, tavuk, balık gibi hayvansal ürünleri, yine baklagiller gibi protein içeriği yüksek besinleri ve tahılları tüketememekte. Fakat gelişimlerini sağlamak için özel mamalarla ve meyve sebze gibi düşük proteinli besinlerle beslenebilmekteler. Ayrıca sürekli takip ve tedavileri olması gereken bir hastalık grubu. Eğer hastalar protein içeriği yüksek besin gruplarını tüketirse ya da enfeksiyon dönemlerinde tekrar atakla geliyorlar" dedi.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci Araştırma ve Uygulama Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Tanıl Kendirli de Türkiye'de bu tedaviyi bebeklerde ilk yapan merkezlerden biri olduklarını, daha sonra da aynı tedaviyi onlarca bebeğe uygulayarak, onların da sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürmesini sağladıklarını söyledi.
####
Akçaağaç kullanmışlar. Muhtemelen bir akçaağaç tan yapılmış
bulunan osmanlı yayıyla atılan okun uçtuğu mesafe rekoru
dünyada bugüne kadar kırılamamış.
Akçaağaç, sinir, boynuz ve balık tutkalı kullanılarak yapılıyormuş.
a:Basit yay, b: Dakota Sioux yayı, c. Eski Asur Yayı, d: İskit Yayı, e: Türk Yayı, f: Tatar Yayı.
İslam’da, Hz. Muhammed’den 300 yıl kadar sonra yaşamış İranlı bir hezarfen olan Muhammed Tâberi’ni okçulukla ilgili bir risalesine dayanarak ok ve yayın Allah tarafından Cebrail a.s. aracılığı ile Hz. Adem’e verilmiş olduğu inancı var. Tâberi’nin anlattığına göre Hz. Adem tarım yapmaya başladıktan sonra ekinlere zarar veren fareleri öldürsün diye ona ok ve yay gönderilmiş (bkz. İslam Ansiklopedisi, “Ok” maddesi). Bugün, hala bu hikâyenin hoş bir rivayet olarak değil de tarihi gerçeklik olarak anlatıldığına şahit oluyor ve şaşırıyorum.
Bütün olarak ele geçen en eski yaylar İskandinavya’nın bataklıklarında bulunmuş ve MÖ. 6000 civarına tarihleniyor. Bunlar porsuk ağacı (Taxus) ya da karaağaç (Ulmus) kullanılarak yapılmış tek parça yaylar ki bir anlamda Orta Çağın sonuna doğru altın dönemini yaşayacak olan uzun yayın öncülleri niteliğindeler. Örneğin Danimarka’nın Zealand adasındaki Holmegaard bataklığında bulunan yayların boyu 150 ila 180 santim olarak ölçülmüş. Tek parça ağaçtan yapılmış bir yayın atış sırasında belli bir orandan daha fazla bükülmemesi gerekiyor. Aksi taktirde ya kırılıyor ya da deformasyona uğrayıp gücünden kaybediyor. Bu yüzden yayın çekiş mesafesini artırmak için uzunluğunu artırmak gerekiyor. Uzun yayların arkasındaki ilke bu.
Eski Çağ’ın yay yapımcıları başka bir ilkeyi de iyi anladıklarını göstermişler. Yay çekildiğinde sırtı (hedefe yönelik yüzü) esneyerek uzar, karnı (atıcıya bakan tarafı) sıkışır. O yüzden yay kırılmasın diye ön tarafta mümkün olduğu kadar esnek, arka tarafa da mümkün olduğu kadar baskıya dayanıklı bir malzeme kullanmak gerekir. Ağaçlarda, özellikle porsuk ağacında, ağacın içindeki öz bölümü esnek, onu dışarıdan kuşatan odun bölümü de dirençli olur. Bunu göz önüne alarak ağacı öz bölümünü yayın sırt (ön) tarafına, odun bölümünü karın (arka) tarafına rastlayacak şekilde biçimlendirmişler. Amerikan Ordu Donatım Müdürlüğü’nden Paul Klopsteg’in de içinde bulunduğu bir ekibin 1930’larda replikalarla yaptığı denemelerde bu yayların Orta Çağ yaylarından daha iyi performans gösterdiği bulunmuş!
Benim bu konudaki aydınlanmam 1990’larda Scientific Amerikan Dergisi’nde okuduğum bir makale ile oldu – ki hala da saklıyorum. Bir süre sonra da Ünsal Yüksel’in Türk Okçuluğu kitabına rastladım. O zaman haberim yoktu ama meğer 1999 yılında basılan bu kitap Türk Okçuluğu üzerine Cumhuriyet Döneminde o zamana kadar yayımlanan en kapsamlı kaynakmış. İlk öğrendiğim şey Türk yayının öne doğru kıvrık, yani refleks bir yay olduğuydu. Zihgir bu yaylarla başparmak tekniği denilen özel biçimde atış yaparken başparmağa takılan yüzükmüş. Bir de, “ip” değil “kiriş” denmesi gerekiyormuş!
Osmanlı yayı ağaç, boynuz, sinir ve tutkalın birleşiminden oluşan kompozit yapılı, refleks gerilim prensibi ile çalışan bir silahtır. Bu silah orta Asya kökenli olup yüzyılların süzgecinden geçmiş ve son halini almıştır. Atalarımız bu silahı geliştirirken son derece seçici ve titiz çalışmış, kullanılan malzemelerin en iyilerini zaman içinde tespit etmiş ve ince bir ustalıkla harmanlamıştır. Ne yazık ki binlerce yıllık geleneğin unutulmasına sadece bir nesil yetmiştir, hâlbuki bu silah bizim kültürümüzün önemli bir parçası ve gerçek ata sporumuzun ana teçhizatıdır.
Gerçekten ihtiyacın olan tek şey (çok fazla zaman, malzeme, sabır, beceri ve bunların hepsini saymazsak) Adam Karpowicz'in kitabı. Osmanlı yayını yapmak için gerekli tüm bilgileri internette aramaya çalıştım ama çok dağınık ve yeterince spesifik değil. Onun kitabı, sadece nasıl yapılacağını değil, aynı zamanda nasıl tasarlanıp planlanacağını da adım adım anlatan mükemmel bir talimat. Bununla birlikte, Stiliyan Stefanov'un videolarının harikalığına katılıyorum.
https://cemilbezmen.wordpress.com/2020/04/02/turk-yayi/
! Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Bunu da müminleri güzel bir imtihanla sınamak için yaptı. Enfâl, 17
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Köleliği “besleyen” bitki: Şekerkamışı
İngilizce'deki "sugar" sözcüğü de Sanskritçe "sarkara" sözcüğünden geliyor.

Şekerkamışından tatlı özsuyunun elde edilmesi Güneydoğu Asya'da MÖ 4000'lerde başlamış ama işlenip kristal şekerin elde edilmesi Hindistan'da MS 1. yüzyılda olur. Şeker konusundaki net belgeler MÖ 510 yılına dayanıyor. Bu bilgi MS 6. yüzyılda, İran'a Perslere ulaşmış; onlar da limon suyu eklemenin özütü ağarttığını bulmuş. O tarihlerde Hindistan'a sefer yapan Pers İmparatoru Darius, İndus Nehri boyunca şeker kamışı yetiştirildiğini ve halkın bunları gıdaları tatlandırmak için kullandıklarını görür. O zamana dek gıdalarını tatlandırmada bal kullanan Pers halkı şeker kamışına "arı olmadan bal üreten kamış" adını verir.
Antik Yunan ve Antik Roma'da şekerkamışıyla ilgili kayıtlar var ama yiyecek olarak değil sadece farklı ülkelerden getirilen bir ilaç olarak bahsediliyor. Dioskorides MS 1. yüzyılda De Materia Medica'da şöyle yazmış: "Hindistan ve Eudaimon Arabia (Yemen) sazlarda sakcharon adı verilen bir çeşit bal var; tuz gibi dişler arasında kırılacak kadar kırılgan. Suyla karıştırınca bağırsaklar ve mideye iyi geliyor; mesane ve böbrek ağrılarını dindirmek için de içilebilir. " Yaşlı Plinius da şekeri ilaç olarak tarif etmiş: "Şeker Arabistan'da da yapılıyor ama Hint şekeri daha iyidir. Kamışta bulunan bir tür bal, sakız gibi beyaz ve dişler arasında öğütülüyor. Bir fındık büyüklüğünde topaklar halinde geliyor. Şeker sadece tıbbi amaçlar için kullanılabilir." Strabon, MS 1. yüzyıl başlarında arılara ihtiyaç duymadan "bal veren kamışları" anlatır ve Büyük İskender'in bu bitkiyle Hindistan'da karşılaşıp şekerkamışını ülkesine gönderdiğini anlatıyor.
MS 7. yüzyılda İran'ı işgal eden Araplar şeker kamışı ile tanışır; nasıl yetiştirildiğini ve nasıl şeker elde edildiğini öğrenirler; Kuzey Afrika ve İspanya gibi ülkelere de bu bilgilerini aktarırlar. Arap girişimciler 8. ve 13. yüzyıllar arasında şeker üretim tekniklerini büyük ölçekli sanayiye dönüştürdüler; ilk büyük ölçekli şeker imalathanelerini, rafinerilerini, fabrikalarını ve üretim alanlarını oluşturdular. 9. yüzyılda Sicilya ve 10. yüzyıl başlarında da Endülüs bölgesi, şeker üretiminin önemli merkezlerinden biridir.
Haçlılar 11. yüzyılda Müslümanlardan kurtarmak için gittikleri Kutsal Topraklarda tanıştıkları bu "tatlı tuz" yanlarında Avrupa'ya getirirler. 12. yüzyılın sonlarında yazılan Levanten Haçlı Seferi kronikçisi Willelmus Tyrensis, şekeri "insanlığın kullanımı ve sağlığı için çok gerekli olan en değerli ürün" olarak tarif etmiş. Haçlılar şeker yapım tekniğini de öğrenip ürünü Kıbrıs, Girit, Rodos ve Yunanistan'da kendileri yapmaya başlamışlar. Şeker buradan yavaş yavaş Avrupa'ya doğru ilerler ama hala çok pahalıdır. En yaygın olarak kullanılan tatlandırıcı, ana şeker maddesi fruktoz olan baldı. Birinci Haçlı Seferleri’ne katılanların anılarının derlendiği bir eserde şöyle deniyor. “Trablusşam ovasındaki tarlalarda, oralıların zuchra dedikleri bir bal kamışı çok bol bulunuyor. İnsanlar bu kamışları iştahla emmeye alışmışlar, bunların yararlı özsuyundan çok hoşlanıyorlar ve tatlı olmasına karşın bu zevke doymak bilmiyormuş gibi görünüyorlar. Bu bitki, orada yaşayanlar tarafından büyük bir emek harcanarak yetiştiriliyor… İnsanlar, Elbariye, Marrah ve Akrah kuşatmaları sırasında korkunç bir açlığın pençesinde kıvranırken bu tatlı şekerkamışı sayesinde hayatta kaldılar.”

15. yüzyıldan sonra Portekizlilerin ve İspanyolların yeni kıtaların keşfetmesiyle şekerkamışı ticareti de İberya'nın güneybatısına ulaşır. 1420 yılında Joao Gonçalves Zarco Madeira Adası'nı keşfettikten kısa bir süre sonra, Portekiz Kralı Henrique, Madeia Adası'nı şekerle tanıştırır; burada şeker üretimini başlatarak şekerkamışı tarlalarında çalıştırmak üzere Nijerya ve Lagos'tan köleler getirir; Afrika'dan satın alınan ilk kölelerdir bunlar. Çok geçmeden Madeira, Batı'nın en büyük şeker üreticisi olur. Avrupalıların bu lüks tüketim maddesine ilgisi arttıkça, İberya ülkeleri de Madeira ve Kanarya Adalarında plantasyonlar kurmaya başlar.
Adaya gelenlerden biri de Kristof Kolomb’dur. Şeker alma sı için buraya gönderilmişti; burada adalı bir kızla evlenip yerleşir sonra. 1492'de efsanevi Atlantik yolculuğunu yaptıktan sonra Hispaniola adasını da şekerkamışıyla tanıştırır. Karayip adlarının iklimi, bol güneş ışığı, yoğun yağmur ve verimli toprak şartlarına şekerkamışı son derece güzel uyum sağlar, bu da bu bitkinin dünya üzerindeki yolculuğunda bir dönüm noktası olur. Kolomb, İspanya Kraliçesi Isabella'ya şeker kamışının bu yörelerde dünyanın diğer kısımlarındakinden daha hızlı büyüdüğünü rapor etmişti.
Tabii, şeker kamışı ekimi ve hasadı ağır işti; kamışın iyi yetişmesi için boğum içeren bir sap parçasının toprakta bir hendek ya da çukura ekilmesi gerekiyor. Yeterli yağış almayan tarlaların yabani otlardan arındırılması ve sulanması gerekiyor. Hasattan sonra işleme süreci için bol yakıta da ihtiyaç olduğu için Madeira'nın ormanları büyük ölçüde yok edilmiş. Endüstri buradan Sao Tome, Brezilya, Küba, Jamaika ve Meksika'ya yayılır. Tordesillas Anlaşması'yla Güney Amerika kıtasında özel hakları olan Portekizliler ve İspanyollar 17. yüzyılın sonuna kadar şeker ticaretinin de hakimi olurlar. 16. yüzyılın sonunda Hollanda, İngiltere ve Fransa şeker taşıyıcıları ve tüketicileri olmaktansa bu endüstrinin bir parçası olmak isterler. Hollanda Brezilya'nın kıyı kesimlerinin yönetimini eline alırken İngiltere ile Fransa Karayip Adalarını ele geçirirler.
Çay, kahve ve çikolatanın 17. yüzyılda Avrupa'ya ulaşmasıyla birlikte şeker talebinde de patlama yaşanır tabii... Barbados, Jamaika, Brezilya ve diğer Yeni Dünya ülkelerindeki plantasyonlarda çalışacak iş gücüne de ihtiyaç vardı. Sözleşmeli işçiler yeterli olmayınca korkunç bir çözüm bulunur: Afrika'dan getirilen köleler...
1662 yılıyla İngiliz ticaret sisteminin feshedildiği 1807 arasında milyonlarca Afrikalı sağlıksız koşullarda aşırı kalabalık gemilerde plantasyonlara taşınmıştı. Portekiz, İspanya, Hollanda ve Amerikalılar, Brezilya ve başka yerlerdeki sömürge bölgelerine sürekli olarak köle taşırlar. Middle passage olarak bilinen köle ticareti yolu üçgen bir rota çiziyordu: Liverpool, Londra ya da Bristol'den kalkan gemiler yüklendikleri ticari mallar karşılığında Afrika'nın Batı sahilinden aldıkları köleleri Atlas Okyanusu'nun diğer yakasındaki plantasyonlara insanlık dışı koşullarda taşır, yükledikleri değerli mallarla dönerlermiş. Köle işçiliği üretim maliyetlerinin düşmesini ve fiyatların Doğu'dan ithal edilen kamış şekeri fiyatlarının çok daha altında oluşmasını sağlamış. Şeker tarımı öylesine kazanç getiriyordu ki, insanlar şekere "beyaz altın" adını takar.
Yeni Dünya şeker endüstrisi plantasyon sahiplerinin yeni iş gücü bulmakta zorlanması, buhar gücüyle çalışan değirmenlere yatırım yapması ve yeni keşfedilen şekerpancarıyla rekabete girmesiyle düşüşe geçer. 1750'de Cizvitler şeker kamışını Kuzey Amerika'ya taşırlar; 1788'de Botany Bay'e giden ilk hükümlü gemi filosunun güvertesinde de İngiltere'den Avustralya'ya seyahat eder. Buradaki plantasyonlar yakın adalardan yerli Polinezyalıları çalıştırmaya başlar. Yeni Gine'den ayrılıp dünyayı dolaştıktan sonra dünyanın en sevilen tatlandırıcısı sonunda binlerce yıl önce kendisini bu yolculuğa uğurlayan ırk tarafından kültüre alınıyordu.
Şekerkamışı üretimi günümüzde aynı yöntemlerle yapılırken üretim süreci son yüz yıl içinde oldukça değişti. Kamışlar arık makineyle kesiliyor, ezme ve özüt çıkarma işlemi de makineleşti.

Şeker kamışının bir rakibi de var, 18. yy’ın sonlarına doğru gelindiğinde artan şeker ihtiyacı ve sömürgelerin özgürlük savaşları, köleliğin zamanla kaldırılması, Avrupa ülkelerinin sömürgelerini ve şekerleri kaybetmesi onları yeni bir bitkinin varlığını kavramalarına neden olur. İşte burada şeker kamışına ilave, şeker pancarı şeker üretimi için kullanılmaya başlanır. Şeker pancarından şeker eldesi ilk olarak aslında bir tiyatro yazarı olan Olivier de Seddes tarafından başlatılmış ancak o zamanlarda şeker kamışının yerini alamayacağı düşüncesiyle ancak 150 yıl sonra şeker pancarını şeker elde etmek için kullanılmış.
Bir başka sofra şekeri kaynağı olan şeker pancarı (Bea vulgaris) 18. yüzyıl ortasında Alman kimyager Andreas Sigismund Margraf bu kök bitkiden yoğun sakaroz konsantrasyonu elde edilebileceğini bulmuş.
Şeker pancarı çok çeşitli iklimlere ve topraklara uyum sağlayabilir. Fransa ile İngiltere arasında 1793-1815 tarihleri arasında yapılan Napolyon Savaşlarına kadar Avrupa ana şeker kaynağı olarak kamış şekerini kullanmaya devam etti. Bu dönemde İngiliz Donanması, Fransa'nın başta kamış şekeri olmak üzere mal ithalatını önlemek amacıyla limanlarını ablukaya aldı. Böylelikle Avrupa kıtasına şeker girişi durdu. Bu andan itibaren kamış şekerinin yerini alması amacıyla Avrupa'da şeker pancarı tarımı çok hızlı bir şekilde yayılmaya başladı. Pancarın ürünü sakaroz şeker kamışından üretilenle aynıdır, günümüzde dünya üzerinde şekerin yaklaşık yüzde 20'si pancardan elde ediliyor.
Türkiye’de ise ilk şeker pancarı fabrikası cumhuriyetin ilk yıllarında Uşak’ta Mollazade Nuri Bey tarafından 1925 yılında kurulmuş. Bu tarihten sekiz ay sonra Alpullu’da İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikası adıyla kurulan ilk fabrika günlük 500 ton şekerpancarı işleme kapasitesiyle, 1933-1934 yıllarında 22962 ton kristalize toz ve 15199 ton küp şeker ile o yılın şeker pancarından şeker üretmede dünya rekorunu ele geçirmiş.
https://apacikradyo.com.tr/botanitopya/koleligi-besleyen-bitki-sekerkamisi
FILM: Bir Ulusun Doğuşu 2016
XXXXXXXXX
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️