Tasavvuf Edebiyatında Ceviz Simgesi
Bilindiği gibi dünya edebiyatında simgesel anlatım çok yaygındır. Bu, edebiyatın bir betimleme sanatı olmasıyla yakından ilgilidir. Felsefî kavramların açık seçik olmasına ve yalnızca insan usuna yönelik oluşturulmasına karşın, edebî metinler akıl ve duyguya aynı anda seslenebilmek için simgesel betimlemelere ağırlık vermiştir.
Tasavvuf edebiyatının edebiyat yazımı içinde özgün bir yeri vardır, çünkü onun kullandığı simgeler yalnızca günlük yaşamın duygu ve ruh hâllerine yönelik değildir; aynı zamanda belli bir erekbilimsel bağlamda eğitim amaçlı, simgesel anlatım yolunu tutmuştur. Bu anlatım, kişiliğin yeniden kurulması için yöntemli bir yol izlemektedir. Tasavvufa göre, doğal bilinçle kendini sınırlamış insanın, varoluş gayesine göre kişiliğinin yıkılıp yeniden özgürce yapılandırılması gerekir. Bu yeniden yapılanma süreci “seyr-i sülûk” diye adlandırılmıştır. Bu içsel dönüşüm süreci bireysel (individüel) olduğundan, içsel yaşantılar zihnin kavramlarıyla açığa vurulamamaktadır. Görünmeyeni görünür kılmak için ise, sanatsal bir yolla bu yaşantı ve deneyimler görünür âlemden bazı benzetmeler, misaller ve alegoriler ile eşleştirilerek dile getirilmiştir.
Simgesel anlatımın, kavramlarla açıklanamayanı betimlemede kullanılması yanında, bir de dinlerin dış yorumunun doğuracağı baskı ve taassuptan sakınmak için şifreleme amaçlı kullanıldığı da görülmektedir. Zaten tasavvuf taassubun karşıtı olarak ortaya çıkmış bir anlatım dilidir. Dünyadaki diğer mistik geleneklere oranla Türk tasavvufu, simgesel anlatımda daha büyük üstatlar yetiştirmiştir. Bu dili doruklara taşıyan sûfî, ozan, şair ve ediplerin sayısı oldukça çoktur. Sûfîler, insanın varoluş gayesiyle ilgili Tanrısal sırları şifreli bir biçimde dile getirerek cahillerden saklayıp âriflere açmışlardır. Bir sûfî özdeyişi şöyle der: “Ehline helal, nâ ehle haram.” Bu şifreleme belli bir geleneğe bağlı olarak oluşturulduğu için, geleneğe bağlanmayan insanlar bu dili anlayamazlar. Bu simgesel dile sûfîler “kuş dili” demişlerdir. Yunus Emre bir beyitinde şöyle der: “Süleyman kuşdili bilir dediler, Süleyman var Süleyman’dan içeru.”
Feridüddin-i Attar adlı bir sûfî Mantık-ut Tayr adlı (ki kuşdili demektir) bir özgün eser yazmıştır. Bu kuşdilini öğrenmek isteyen tâlipler önce nefs terbiyesinden geçirilir, arınma ve aydınlanma aşamalarından geçirilerek ahlâkı güzelleştirilir ve ondan sonra sırlara agâh olurlar. Sırlar tâlibe derece derece açılır. Tâlip sırların yükünü kaldıramadığı zaman göğsü genişletilir; yani anlayış, nitelik ve kapasitesini artıracak mistik deneyimler uygulanır. Bu sırlar için Hz. İsa “inci” deyimini kullanmış ve “İncileri domuzların önüne atmayın,” demiştir.
Simgelerin hem örtücü hem de açıcı özellikleri vardır. Simge, akıldan çok sezgiye hitap ettiği için, belli bir ruh olgunluğu ve belli bir estetik duyarlık olmadan örtüleri kaldıramaz. Antik Mısır Memfis tapınağının girişinde yüzü peçeli bir kadın heykeli bulunmaktadır. Bu heykel İsis’in heykelidir ve üstünde ilginç bir yazı vardır: “Hiçbir ölümlü yüzümdeki örtüyü kaldırıp yüzümü göremez.”
Sûfî geleneğimizin kökleri çok eskiye dayanır, bir yanı Hint’te bir yanı Eski Mısır’dadır. Sûfînin deneyimlediği mistik hâller dile getirilemez olduğundan, zorunlu olarak simge, alegori ve teşbih sanatını kullanmışlardır.
🌀Kavramlar olguları tanımlar, ruhsal hâlleri ve duygulanımları değil. Ruhsal hâller ancak benzetme dili ile anlatılabilir. Her ruhsal hâl onu deneyimleyen insan sayısı kadar farklılık arz eder; bu nedenle hiç kimse bir diğerinin yaşadığını tam olarak bilemez ve kendi yaşadığını da tam olarak dile getiremez, ancak ona işaret eder. İşte bu işaret dili simgesel bir dildir. Yinelersek, kavramlar olgulara karşılık gelirken, simgeler yaşantılara karşılık gelir. Bu bakımdan, sûfîlerin simge dilini seçmeleri keyfî değildir.
🌀Ruhsal deneyim ve içgörüler simgesel bir temsil yoluyla zihne ulaşırlar; buna en iyi örnek rüyalardır. Freud’un da belirttiği gibi, rüyalar yorumlanmaya muhtaçtırlar ve bu ancak rüyaların simgesel yapısını çözmekle olanaklıdır. Kavramlar tek anlamlıdır, buna karşın simgeler çok anlamlıdır. Her simge bir anlam çoklusunu birliğe getirici rol oynar (symbolon: bireşim). Rüyalarda ortaya çıktığı gibi bazı simgeler arketipal bir nitelik taşırlar. Bu türden simgeler iradî değildir, bu nedenle ortaya çıktıkları kişilerce de bilinmezler, ancak ruh çözümleme üstatlarınca (mürşit) anlamlandırılırlar.
Diğer bazı simgeler ise iradî olarak gizleme amaçlı ya da şifre olarak kullanılmıştır. Bu tarz bir şifreleme ise ancak belli bir gelenek içinde olanaklıdır.Özetleyecek olursak, sûfî anlatımı özel bir edebiyat türü olarak (tasavvuf edebiyatı) bir simgeler dizgesidir.
🌀Sûfîlerin eğitim ve anlatımında işaret, mecaz, benzetme ve simgelerle örülü öyküler mantık, açıklama ve analiz yöntemlerine yeğ tutulmuştur. Bunun nedeni, sûfî deneyiminin her bireyde farklı bir algısının olması ve her sûfînin bu deneyime tanıklık etmesinin istenmesidir. Simgeler berzahtırlar, yani zâhir (dış) ile bâtın (iç) arasını birleştirme özelliğine sahip birer köprü görevi görürler.
Simgeler, kişinin kültürel yapısı, yaşam deneyimi, bilgi birikimi, algılama düzeyi ve tinsel eğilimleri ölçüsünde bir anlam yüklenirler. Bu nedenle, simgesel anlatım tarih içinde gittikçe gelişen ve derinleşen bir geleneğin bereketi olarak da tanımlanabilir. Tüm kutsal metinler simgesel bir dille söylenmiş ve yazılmıştır. Bu nedenle, kutsal metinlerin derin anlamlarına ancak safiyet, irfaniyet ve aşkla yaklaşanlar ulaşabilmiştir.
Kutsal metinler de dâhil sûfî yazınında ve sözel geleneğinde sıkça rastladığımız simgeler, daha çok herkesin tanık olduğu ortak kültürden hareketle yaygın olarak doğa nesnelerinden seçilmiştir: ay, güneş, dağ, yıldız, ırmak, deniz, yağmur, damla, gök, yer, ağaç, meyve, taş, toprak, hava, su, ateş, vb. Her sûfî kendi yaşadığı zaman, çevre ve kültüre bağlı olarak simge kullanmıştır. Kullanılan simgeler farklı da olsa, erekbilimsel bir bağlam içine yerleştirildiklerinde anlam birliğine ulaşırlar. Dinsel çerçevede bazı inanırlar bu simgeleri simge olarak değil de literal olarak kabul eder, asıl anlamı örten benzetmeye (teşbih) bağlanıp kalarak anlayışsız ve bağnaz olurlar; bu duruma sûfîler “putperestlik” demektedir. Örneğin, simge olarak kullanılan doğa nesne ve olaylarına kutsallık atfedilerek doğa tapımı kültleri ortaya çıkmıştır.
Türk tasavvuf edebiyatında simgesel anlatımın büyük ustası Mevlânâ, mesnevi ve rubailerinde doğa ve kültürün birçok öğesini simge olarak kullanmıştır. Sanki bu büyük ustanın mânevî dünyasında tüm bu doğa, kültür, toplum nesne ve kişileri rol alarak evrensel bir tiyatro oluşturmuşlardır. Mevlânâ, meyveleri kendilerine yüklediği anlamlar ile birer simge olarak kullananların başında gelir. Özellikle, üzüm ve üzümle ilgili bağ, mey, meyhane, saki, sarhoş gibi simgeler en çok kullandığı simgelerdir. Meyveyi bolluk, bereket, verimlilik, feyz (irfanî), mânevî rızk, hikmet ve sırlara işaret etmek amacıyla simgeleştirmiştir. Rahmet meyvesi (M III / 3635–3657) ve yokluk meyvesi (M III / 4749–4779) gibi mânevî tabirleri meyve ile anlatmıştır. Bu nedenle, “Meyvenin kabuğu hayvan yemidir. İçi arayan kabuğu sevmez. Sevgiliyi arayan, onu tende değil tinde (gönülde) aramalıdır,” (M III / 3417) diye söylemiştir.
Sûfî anlatımında aynı simgeler farklı bağlamlara oturtulduğunda, anlam boyut kazanır. Örneğin, Gazâlî “ağaç-meyve” simge çiftini akıl ve bilgi arasındaki bağı anlatmada kullanırken, Mevlânâ ise ölüm-insan bağını açıklamada kullanmıştır. Her ne kadar meyve görünüşte ağaçtan oluşmuşsa da gerçekte ağaç meyvede vücut bulmuştur: meyve dalın ucunda, dal meyvenin içinde. Mevlânâ, “Meyve elde etmeye ümidi olmasa, bahçıvan hiç ağaç diker miydi?” (M IV / 523) diye sorar. Tanrı’nın âlemi yaratmasından muradının insan olduğu vurgulanır. “İnsan evrende, evren insanın içinde,” demiştir Mevlânâ. Ünlü sûfî ozan Gaybî de buna işaret ederek şöyle demiştir:
“Ağaç oldu bu âlem,
Meyvesi oldu Âdem,
Maksud olan meyvedir,
Sanma ki ağaç ola.”
“Olmayan meyveye el uzanmaz,” diyerek, sûfî, varlığın sırrının keşfedilmesi için tinsel olgunlaşmaya işaret etmiştir. Meyvenin kabuğu “ilm-i kâl”, içi ise “ilm-i hâl”e işaret olarak kullanılmıştır. Mevlânâ bir beyitinde, “Cevizin asıl tadı, gıdası yağında, üzümünki suyundadır; Hak erinin cismi ceviz ve üzümdür,” (M II / 200) diyerek bu mânâyı dile getirmiştir. Metaforik meyve simgeselliğinin paradoksal bir biçimde en yoğun anlatımı, Yunus Emre’nin şu ünlü dizesinde görülür:
“Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü;
Bostan ıssı kakıyıp dir ne yirsun kozumu.”
Ünlü sûfî Niyâzî-i Mısrî, Yunus’un bu dizelerini şerh etmiştir. Erik “şeriat”ı simgeler; ekşidir. Üzüm “tarikat”ı simgeler; tatlıdır. Ceviz ise “hakikat”i simgeler ve “temkin”i gösterir. Bostan ıssı ise olgun “insan-ı mürşid”i simgeler.
Yunus gibi Mevlânâ, Niyâzî-i Mısrî ve birçok sûfî ortak bir seçimle ceviz meyvesinin hakikati simgelediğinde birleşmişlerdir. Niyâzî-i Mısrî, “Cevzin yeşil kabuğun yiyerek hakikati arzularsın,” diyerek cevizi hakikatin metaforu olarak dile getirmiştir.
Sûfî anlatımında, ceviz yalnızca hakikati değil aynı zamanda hakikate giden yolu da anlatmada en güzel simge olarak seçilmiştir. Ceviz tümüyle nefse benzetilmiş ve dıştan içe doğru nefsin perdelerinin kaldırılmasıyla hakikate, eş deyişle öze nasıl ulaşılacağının bir göstergesi olarak kullanılmıştır.
🌀Cevizin en dış kabuğu –yeşil ve acı olan kabuğu– “nefs-i emmâre”ye, onun soyulmasıyla ortaya çıkan sert tahta kabuk “nefs-i levvâme”ye, onun soyulmasıyla ortaya çıkan ve kalınca kahverengi bir zar olan kabuk “nefs-i mülhime”ye, onun da soyulmasıyla ortaya çıkan şeffaf ince sarımsı kabuk ise “nefs-i mutmainne”ye benzetilmiştir. Bu şeffaf kabuk artık özü gizlemez ve özü gören iç göz de mutmain olur. Şeffaf kabuğun soyulmasıyla insan beynine benzeyen kıvrım kıvrım cevizin kozu ortaya çıkar. Bu ise “nefs-i raziye”nin simgesi sayılır. Bu kozun ezilip yağının ortaya çıkarılmasına “nefs-i marziye”, yağın içindeki kudrete de “nefs-i safiye” denmiştir. Bu yedi aşama aşılarak öze, yani Tanrısal sırra erildiği imlenir.
Ceviz için bu metaforik anlatım, tek yorum değildir. Sûfînin muradına uygun bir simgesel bağlama oturtularak daha birçok anlam türetilmiştir. Bu nedenle, doğrusu şu ya da bu anlamdır denemez. Her anlatım kendi anlam bağlamına bağlı olarak maksada uygun görülmüştür. Örneğin, ceviz ağacı insan vücuduna, cevizin meyvesi de insan kafasına benzetilmiştir. Sert kabuğun kafatasına, cevizin kozunun insan beynine, zarın beyin zarına, içindeki yararlı içeriğin hikmete ve cevizin yağının akla işaret olduğu da söylenmiştir. Başka bir yorumda, cevizin yeşil kabuğunun “ilm-el yakîn”, sert kabuğunun “ayn-el yakîn” ve cevizin içinin “hakk-el yakîn”e işaret ettiği söylenmiştir.
Özetle, bu tür metaforik, alegorik, simgesel yorumlar öğretmeye değil, keşfetmeye ve zevk etmeye yönelik bir işlevi üstlenirler. Bu keşf olgusunu Mevlânâ şöyle dile getirmiştir: “Âlimin azığı ve sermayesi kalemden oluşan eserlerdir. Sûfînin azığı ve sermayesi ise ayak izleridir.”Mevlânâ sûfîyi avcıya benzetir; “Sûfî önce ceylanın ayak izlerini sürer; nihayet ahunun misk kokusunu duyunca muradı hâsıl olur,” der.
Yazar: Metin Bobaroğlu |Kategoriler: Yazılar|
🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳
Akıl Selîm Olmaz, Sâlim Olur
Mevlevi ve Bektaşi dervişlerinin de söylediği buydu: “Biz bulduğumuzda şükrederiz, bulmadığımızda sabrederiz.” Tebessüm ediyor Türk erenleri. Horasan erenleri tebessüm edince, Arap erenler bir kinaye olduğunu anlıyorlar ve diyorlar ki: “Peki erenler, sizin yaşam ilkeniz nedir?” Türk erenler diyor ki: “Sizin o yaşam ilkenizi bizim Horasan kelpleri de yapar. Kemik verdiğiniz zaman kuyruğunu sallar, şükreder; bulmadı mı kemiği, yatar, bekler, sabreder. Biz bulmayınca şükrederiz, bulunca dağıtırız.”
Bakın, cömertlik. O zaman, tasavvufun dili cömertlik dili. “Cûd” tasavvufun en temel kavramıdır, yani cömertlik, taşmak, kendinden taşmak. İlişkiye girdi mi taşan sevgi, cûd ilişkiye girdi mi “vav” aldı. “Sen ve ben” var çünkü. Meveddet: Sen ve ben, bire bir. Cûd oldu, “vav” aldı, oldu “vücûd”. Vücûd bulma nihayetlendi, bir ürün verdi, “mim” aldı, “mevcûd” oldu, bu âleme tezahür etti. Onu paylaştı ki “sücûd” oldu, mescide geldi.
Akl-ı selîm, kalb-i selîm diye literatüre girmiş, ama bizim küçük bir düzeltmemiz var – izninizle tabii, konuyu işleyeyim. Literatür “akl-ı selîm” diyor. Her tarafta akl-ı selîm, akl-ı selîm. Kalb-i selîm olur diyorum ben, akl-ı selîm olmaz. Akıl sâlim olur. Kavram aynı kökten geliyor ama “sâlim” olmak, güvenli olmak, güvende olmak demektir; “selîm” olmak ise duru olmak demektir. Duruluk, duygular âleminde gereklidir. Dolayısıyla, kalbe inkılâp eder. “Kalb”de, inkılâptan dolayı “tekâllüb”, halden hale geçiş, yani duygudan duyguya geçiş olduğu için duyguların dinginleşmesine “selîm”, “kalb-i selîm” denilmiştir.
İlk Sufilerden Pythagoras
Hem felsefenin, hem raksın, hem müziğin, hem şiirin hem de tasavvufun en büyük ustalarından, büyük üstat, büyük hazret Pythagoras’tır. Pythagoras, tarihte, semavi cisimlerin de müzik yaptığını söyleyen ilk kişidir. Kendini öyle takdim edeyim; büyük ustadır, büyük sufidir. Onun okulunda, kadın-erkek birlikte, bütün bu süreci birlikte yaşıyordu. Kadın-erkek ayrımı olmayan okullardan biriydi. O yüzden yaktılar biliyorsunuz, kendini de okulunu da yaktılar. Yani taassup, yeni bir şey değil, eskiden beri alışageldiğimiz bir şeydir. Bu “sevgi” dediğimiz düzey, “lâhuttan nâsuta” derler, yani en süptil düzeyden en yoğun düzeye kadar, belirli kalıplarda tezahür eder fiziki olarak; her birinde sesler ve armoniler bir âlem yaratır. Yani “Şöyle desek yeridir,” diyor bazı Sufiler, “Bu âlem sesten yaratılmıştır.” O yüzden Kur’an-ı Kerîm’de buna “sayha” diyor; sayha, tasavvuf dilinde, İsrafil isimli meleğin çaldığı trompettir. Onun trompetinden çıkan sesler, ruhlardır. Ses, ruh, enerji; yani birtakım göndermeler. Kuru bilgi değil, buradaki din sosyal, ideolojik dinler değil, deneyimlenen dindir. Tezahürde toplumsal, objektif dinler vardır; kurumsal dinler, inançlar, toplumsal kabuller, bunlar ayrıdır.
Eğer deneyimin doğrudan doğruya kendine “din” sözcüğünü yakıştıracak olursak, bunun bir kuru bilgi işi olmadığını mutasavvıflar vurgular sürekli ve derler ki: “Bilgi bize yetmez, sevgi gereklidir.” Buna, Kur’an-ı Kerîm’de, onların gösterdiği çok ilginç bir işaret vardır. Yani normalde okuduğunuz zaman ne ararsınız? İşte, sevgi yazacak ya da “vedûd” mu acaba? Vedûd sevgi demek çünkü. İşte, hûb, habib, yani sevgi, aşk, onları ararsınız kitabı okurken. Sevgiymiş madem, bu ontolojik bir deneyimmiş ve işaret varmış, ayet varmış, bunları ararsınız. Fakat mutasavvıflar garip işte, bu dil biraz farklı. Bizim aradığımız biçimde bir dil değil. Onlar başka bir şekilde gösteriyorlar: innî karîb. Sözcük bu. İnnî karîb; biz yakınız, akraba, karîb, kurbiyet. Bu “biz yakınız” mutasavvıfların dayandığı temel kavramdır, bir olgudur çünkü. “Garip iken karîb olmak,” diyorlar, “Gurbete çıktık.” Biz gurbetteyiz şimdi, şu anda gurbetteyiz. Ne demek o? Vatanımızdan, aslımızdan, baba evinden çıktık; İbrahim kıssasıdır bu. Baba evinden çıktık, “Leh Leha, hadi git kendini bul, Mısır’da ara.” Bulamadık. Mısır’dan tekrar geri döndük, yabancılıktan geri döndük, çıktığımız yerde bulduk kendimizi. Ama çıktığımız yerden önce çıkıp, garip olup, sonra dönüp karîb olunca buluyoruz.
Yani burada anlatılan şey; alinasyon, yabancılaşma. İnsan önce kendi bebeklik dönemindeki özdeşliğinden dış dünyaya, farkındalık bilinciyle dış dünyaya göç edip garip olacak, sonra bu gurbetten tekrar özdeşliğine geri dönüp karîb olacak ki kendini bulsun. Kendini bulduğu yer çıktığı yer. Gittiği bir yerde bulmuyor kendini, bir yere giderek kendini bulmuyor, ama bir yere gidip arıyor, döndüğünde işte “rücû” buna diyoruz. Raci olmak, dönüp aslına kavuşmak. “Önce bir gurbete git de bak, vatan neymiş. Bu, hakikatte de böyle,” derler. Günlük yaşamda da başımıza gelebilir; gurbet hayatı yaşayanlarımız var. Asıl gurbete gittiğiniz zaman vatan hasreti çekersiniz. Vatanın içindeyken vatan hasreti yoktur ama vatanın içinde vatan hasreti çekmediğin için vatan duygun da yoktur. O bakımdan, tasavvuf innî karîb ile ilgilidir. Peki, bu varışta, dönüşte bir şey var mı, etaplardan söz edebilir miyiz? Hiyerarşik bir etaplar zinciri var mı? Var. Bundan söz ettiğimiz zaman, genellikle günlük dile girdiğinde, insanlar kendilerini aşağılanmış hissediyorlar. Mutasavvıf, şiirinde, sözünde, sohbetinde yazmış, biz de okuyoruz. Diyor ki: “Bu, has esma işidir; avamı bırak, havas da giremez.” Has esma, has isim. Bırak avamı, sıradanları, havas yani seçkinler de giremez.
⚠️ “Tasavvufta ideal olan bilmek değil bulmaktır,” Vicdan, vecede, vücûd. Bu bulma meselesi, Türkçeye “bulunç” olarak bir ara çevrildi; Batı dilinde conscience. Ne demek? Sözcük anlamı nedir? Farkındalık demektir; çünkü bilinçle (conscious), zihinle ilgili bir kelimedir. Bizde “vicdan” bu mânâya gelmiyor. Vicdan, vecede, bulmak demek. Conscience fark etmek ile ilişkili; bizde ona “furkan” derler. Kur’an toplamaktır, furkan fark etmek. Biz “vücûd” diyoruz; vücûd bulunur. Kaybolmuş bir kelimeyi gidip bulmak, kaybolmuş bir eşyayı bulmak gibi mi? Hayır. Öyle bir bulmak değil, o tür bulmak keşfî bulmaktır. Bu keşfî değil. Bu, “yok varlık”tan “var varlığa” geçiştir. Ne demek bu? Yani şu anda bende bir itminan var, bir tatmin var, ama birazdan diyelim ki bir haber geldi, bir heyecan sardı bizi, korku galip geldi, vücûd oldu. Demek ki ben gidip bir şey bulmadım, o hâl bende vücûd buldu, varlık kazandı. Anlatilan şeyi anlamak bakımından, önce varlık durumu gelir, sonra onun bilgisi gelir. Bu bakımdan “ilm-i hâl” denilmiştir. Evvela hâl gerek, sonrası ilim. Çünkü hâle inkılâp eden, tahakkuk eden bir ilimden söz ediliyor. Demek istediğimiz; tasavvuf dış varlıkta temellenemez, vicdanda vücûd bulur. Vicdan, vecede, bulmaktır. Mevlânâ hazretlerinden “Hamdım, piştim, oldum,” bazen de “Yandım, piştim, oldum,” diye nakledilir. Bulmak, vücûd bulmak, vecede, vicdanda olur. İnsan, vicdan varlığıdır. Dış nesneleri bir araya getirmekle insan yapılamaz; o nedenle, dışta temellenmeyen bir şey. O hâl üretilecek. Ne yapacaksın? Vasıl olacaksın, rücû edeceksin, dokunacaksın o kaynağa, oradan fışkıracak; artezyen içeriden gelecek. Geldi mi, sevince gark oldun mu, işte “Bu sevinç vücûd buldu,” diyoruz. İşte, vücûd buldun mu artık ilim yapabilirsin; çünkü yaşadığın bir şeyi anlatacaksın. Das
Ama gel de yap – ona benziyor, buna benziyor; müteşâbihat. Bütün anlatımların teşbih ayetleridir, ama yaşadığın muhkem ayettir. Sevinç senin için muhkemdir, hiçbir şüphen yoktur. Yakîn bir bilgidir; şüphen yoktur, sevinçte misin, değil misin ama anlatırken: “Şuna benziyor, buna benziyor, öyle değil, bunun gibi, şunun gibi,” demek zorundasın. Aktarımda müteşâbih, yaşantıda muhkem olan ayetlerdir bunlar. Sevgi kalktığında, geriye sadece bilgi kaldığında, bu bilginin hâle inkılâp eden, tahalluk eden herhangi bir bağı kalmayınca, din sadece kuru bir merasimler bütünü olur; içinde sevda olmayan yazılar gibi. Okursun, okursun, içinde sevda yok.
Hangi eylemlerle hangi suretleri ortaya çıkarttıysan, onlarla birlikte yaşayacaksındır.
Yazar: Metin Bobaroğlu |Kategoriler: Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi, Konuşma Metinleri|
“Tasavvufta ideal olan bilmek değil bulmaktır,”
Archimed: “Eureka! Eureka!
(Buldum! Buldum!)”
‼️Yapılması gereken geri-bakış (flashback)değildir, “geri-besleme”yi sağlamaktır; kaynağa dönmektir.
Eski, eskimiş ve gözden düşmüştür ve eskide kalmıştır. Kadim bilgelikteki “kadim” sözcüğü eskiyi değil “zamanüstü”yü, bengi olanı dile getirir. Kadim olan, bengi (ezeli) gücüyle şimdiye etki etmesinden dolayı varlığını sürdürür. Buna İslâm tasavvufunda te’vil denmiştir; yani işleri evveline götürmek, kaynağına döndürmek. Rucû etmek, tarihte geçmiş bir zamana geri dönmek değil, aslına, evveline kavuşmak demektir ki bu, insanın “kendi edimleri”dir.❗️
🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳
Ehline helaldir la ehle haram
Cahit Zarifoğlu, “Artık Evimize Dönüyoruz” başlıklı yazısında, şöyle bir tespitte bulunuyor: “Müslümanlar, iki yüz yıldır, evindeki bir huzursuzluktan dolayı sokaklarda dolaşan bir çocuk gibi.”
İki yüz yıldır sokaklarda dolaşan çocuğun bu zaman zarfında yaşadığı halet-i ruhiyeyi Nurettin Topçu şu şekilde izah ediyor: “Ben seni uzaklarda ararken, sen kendi evimde idin.”
Kimdir Mevlâna? Radi Fiş’in dediği gibi çağının bütün ihtiyaçlarına vâkıf eşsiz insan sevgisiyle meşhur bir Ahî hümanisti mi? Panayatopulos’un iddiasıyla, hiçbir dine bağlanmamış, dinler üstü bir aşk anlayışına sahip, Allah’a kulluk edip etmemeye bakmasızın mutlak sessizliğin peşinde koşan bir gönül adamı mı? William Sittick yorumuyla, tenasuh, hulûl, tecessüm gibi Allah’ı yeryüzüne indiren Hristiyan keşişlerinin hallerine sahip bir Panteist mi? “Tanrı sükûttur” diyen Yajnavilkaya’nın yoğrulduğu ve “Tanrıyı ne arıyorsun? Tanrı sensin” ilhamıyla Nirvana’ya ulaşmış bir Nihilist mi? Yoksa Allah’a ulaşmak için dünyadan uzak durmayı öğütleyen bir “Mistik” mi?
Canı sıkılıp ruhu daraldığında, kendini Meram bağlarının yemyeşil sularına bırakan bir adam; Mevlâna. “Anlatamıyorum, anlamıyorlar, anlamayacaklar.”
Mevlâna’nın kim olduğu ve ne anlattığı konusundaki tüm şüphe ve tereddütler, bizzat onunla alakalı değil, bilfiil bütün makam ve halleriyle yaşadığı tasavvufa dair bakış ve anlayışlara matuftur. Bu konudaki temel çıkmaz şudur; Tasavvuf Kur’ân ve sünnete dayalı bir İslam anlayışı mıdır? Yoksa Antik Yunan Felsefesi ve Budist öğretileri karıştırılarak sentez halinde sonradan ortaya çıkarılmış bir bid’at mıdır? İşte burası meselenin kırılma noktası. Ehline helaldir la ehle haram; tasavvuf.
Herkese hakkını iade etmeli. Hudeybiye Antlaşması’nda Amr Oğlu Süheyl’in “Allah Rasulü Muhammed” ibaresine yaptığı itirazı hatırlayalım: “eğer biz, senin Allah Rasulü olduğunu kabul etseydik, bütün bunlara gerek kalmazdı.” Amr oğlu Süheyl’in itirazı, keyfiyet itibariyle, aynen Mevlâna aleyhinde düşünenler için geçerli bir haktır; “Eğer biz tasavvufun İslam anlayışı olduğunu kabul etseydik, Mevlâna hakkında bunların konuşulmasına gerek kalmazdı.”
Hüküm koymak, tanımlamak ve yargılamak üstün olanın hakkdır. İnanmak ise üstünlük için geçerli bir imtiyazdır. Müslümanların Mevlâna’nın kim olduğunu ne ve ne söylediğini anlamaları için, R. A. Nicholson, Louis Massignon, Goldhizer gibi müsteşriklere ihtiyaç duyması, kendi evine uğramayan çocuğa, başka mahalle çocuklarının evde gördüklerini anlatmasından ibarettir.
Bu ülkede Mevlâna deyince akla Abdülbaki Gölpınarlı gelir ki bu adam, eserleri için Cemil Meriç’in bile “haysiyetsiz ve sığ” yorumunu yaptığı biridir. Peygamberi safdışı bırakılmış bir İslam portresi çizmeye çalışan, yaşadığı devirde, Türkçenin içindeki Osmanlı ve Selçuklu mirasını (konjonktüre uyarak) yok etmek amacıyla “Öztürkçe”nin bütün zehrini Mevlâna tercümelerine serpiştiren bu şahıs, bununla da kalmayıp, Mevlâna’nın dinler üstü bir sevgi anlayışına sahip bir İslam Hümanisti” olarak bilinmesinde rol oynamaktan da geri durmamıştır.
“Güneşin varlığına delil yine güneştir” der Mevlâna. “Denizi anlatanları görürsün. Herkes gördüğü kadar anlatır. Biri bir özelliğini, diğeri başka bir özelliğini. Ancak hiç kimse tam anlatmış değildir. Hepsi eksik kalır. Madem öyledir, o halde sus. Bırak denizin hikâyesini deniz anlatsın.”
Sokaklarda dolaşan çocuk! Çok güzeller gördün, çok hikâyeler dinledin, ama artık dön.
“Eve dön, kalbine dön, şarkıya dön.”
Ekrem Özdemir
– Haber Lotus –
🟥🟥🟥🟥🟥🟥🟥🟥🟥🟥🟥🟥🟥
MAURİCE UTRİLLO MOULİN DE LA GALETTE

George Santayana (1863-1952) ve John Dewey’e (1859-1952) göre de sanatsal yaratma, kişinin çevresiyle etkileşiminden çıkar. Sanatçıda bir kişilik, hayal gücü, bilgi, çevrede çeşitli şekiller, olaylar, sesler, malzemeler… Dolayısıyla çevre sanatçıyı besler, sanatçı çevreyi değiştirir.




Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️