Karanlık, körlük ve Jose Saramago
Saramago kitabını yazarken tarihsel bellekten süzülüp gelen ayrımcılık kültürüne yapabileceği geri beslemeleri düşünmüş müydü acaba? Hiç zannetmiyorum
Her nedense körler ile karanlık hep eşlenegelmiştir. Bir kör varsa dünyası karanlıktır. Bizlere yönelik bu klasik önyargı, beraberinde acıma duygularını da getirdiğinden sakıncalıdır. Sakınca olarak kalmaz, ayrımcılığın kapılarını da aralar. Yasal haklarımız gözardı edilir ya da hiç bilinmez. Himaye ve yardıma muhtaç kişiler olarak görülürüz. Bu bakış gerçekte kuşaklar boyunca devam eden patolojik kültürel bir kalıptır. Ve bu patolojiden diğer engel gruplarıda nasiplerini almaktadırlar. Hiç istemediğimiz ve bizleri hiç ama hiç geliştirmeyecek, yaşamımıza hiç ama hiç katkı yapmayacak bir tutumdur bu. Karanlıkta olmak, acıma duyguları ve ayrımcılık dizgesini gelin tersine çevirelim. Öncelikle biz körler karanlıkta değiliz. Alışageldiğimiz olağan yaşamımızda karanlık diye bir mefhum yok. Karanlık algısı ve daha farklı önyargılar sebebiyle bizlerin acınılası ve yardıma muhtaç kişiler olarak görülmemiz anlamsız. Bizlerin de eli, kolu, ayağı, beyni, yüreği ve insani duyguları var. Kimseye muhtaç olmadan beyaz bastonla yürüyebilir, eğitim alabilir, meslek sahibi olabilir, aile kurabilir, sosyal yaşama katılabiliriz. Yeter ki sağlamcı toplumsal sistemin önümüze koyduğu engeller fark edilsin ve ortadan kaldırılsın.
Dahası engellilerin sosyal yaşama bağımsız bireyeler olarak katılmalarının imtiyaz değil evrensel sözleşmeler ve ulusal hukuk tarafından belirlenmiş vatandaşlık hakları olduğu unutulmasın.
Yazımın başlığında karanlık ve körlük dışında Jose Saramago isimi yeralıyor. "Saramago niye başlıkta?" diye sorabilirsiniz. Jose Saramago (1922-2010) Nobel ödülü almış ünlü bir Portekizli yazar. Başarıyla kaleme aldığı, farklılığını ve ustalığını gösterdiği eserleri arasında "Körlük" adlı kitabıda bulunmakta. "Bu satırları yazmamdaki esin kaynağımda Körlük kitabının bazı kişilerce bilinçsiz algılanışı oldu." 1995 yılında yayınlanmış ve pek çok dile çevrilmiş. Saramago'nun 1998 yılında Nobel almasındaki en büyük katkıyı Körlük kitabının yaptığı söyleniyor. Jose Saramago Körlük eserinde nokta ve virgül haricinde hiçbir imla işareti kullanmamış. Olayların geçtiği şehir ve ülke adı verilmiyor ve kişi isimleri yok. Buna rağmen okuyucu, fiziki ve mesleki tanımlamalarla özneleri karıştırmaksızın olaylar örgüsünü kolayca takip edebiliyor.
Jose Saramago okuyucuyu sarsıyor, ürpertiyor. Körlük metaforuyla toplumsal körlüğün eş deyişle etik ve erdem yoksunluğunun nelere mal olabileceğini anlatıyor kitabında. Yani oradaki körler bizler değiliz. Ben Saramago'nun yeti yitimi olan gerçek körleri taciz etmek hatasını yapmayacak düzeyde irade ve birikim sahibi olduğu kanaatindeyim. Ancak Körlük kitabının yol açtığı bazı olumsuz sonuçlar ve negatif geri beslemeler var. Bunlar da eleştiri masasına yatırılmalı ve üzerine bir kaç söz söylenilmeli düşüncesindeyim.

Körlük sanki bir joker
Olumsuzluk nitelemeleriyle günlük dilimizde de körlük sıklıkla kulanılan bir metafor. "Kör bıçak, körle yatan şaşı kalkar, kör müsün, kör olasıca..." Bu manada ilk aklıma gelenler. Olumsuzlukları vurgulamak dışında kültürümüzün körlere atfettiği doğru olmayan bazı payeler de var. Körlerin bir kez konuştuğu kişileri aradan yıllar geçse de seslerinden kolayca tanıyabildikleri, dokunma kapasitelerinin ve hafızalarının olağanüstü olduğu vs. körlere bir taraftan acıma duygularıyla bakılırken bir taraftan da gerçekte herkes gibi olan duyularına dolayısıyla körlüklerine mal edilen olağanüstülükler...
Kültürümüzdeki bu paradoksu buraya bırakıp Jose Saramago'nun körlüğü niye metafor yani mecaz olarak kullandığı sorusunu bilince taşımak istiyorum. Bu soruyu fikir alışverişi yapmak için telefon açtığım görme engelli bir arkadaşımız diyaloğumuzun akışı içinde bana sormuştu. Benim de aklıma gelen ilk yanıt; "Maalesef körlük hemen her kültürde dertleri anlatırken ihtiyaç duyulan bir joker gibi" şeklindeydi. Körlük jokerini bu kez Saramago kullanmış. Bir kafede siparişini beklerken körlük üzerinden toplumsal çözümleme yapma düşüncesi beliriyor. Bu belirişin biliçsel derinliklerinde neler var bilemiyoruz. Tarihsel bellek körlerin ve diğer engellilerin maruz kaldıkları acımasızlıklarla, önyargılarla ve ayrımcılıklarla dolu.
Bunlar hiç farkında olunmaksızın içine doğulan kültürlerce bilinçlere aktarılıyor ve kuşaklar boyunca içten içe devam ediyor. Sosyo-psikolojik koordinatların oluştuğu erken yaşlarda Jose Saramago'nun biliçsel derinliklerine bu patolojik kültürden neler nüfuz ettiğini ve Saramago farkında olmaksızın bunlardan ne kadarını ileri yaşlarına taşıdı bilemiyoruz. Okuyarak görebildiğimiz ve bilebildiğimiz tek şey Nobel almış ünlü yazarın Körlük kitabında toplumsal körleşmeyi ele aldığı. 'Başka bir metafor üzerinden kitabını yazamaz mıydı' sorusu ortada duruyor. Görülen şu ki; Körlük jokeri Jose Saramago'nun vurucu kurgularına büyük kolaylık sağlamış.
Görme yeteneklerini ansızın kaybeden kişiler süt misali beyazlık dışında hiçbir şeyi göremiyorlar ve bu durum bulaşıcı. İsimsiz kentin isimsiz insanları peş peşe kör oluyorlar. Devlet, bulaşan körlüğü sınırlayabilmek için onları bir akıl hastahanesinde karantinaya alıyor. Orada ahlak çöküyor. Erdem buharlaşıyor. Beyaz körlüğün tutsakları içgüdülerle haraket eden insan altı varlıklar haline geliyor.
Kitabın sayfalarında bir körlük umacısı ve bu umacının sarsan, ürperten serüvenleri var. Umut var ve nihayetinde kurtuluş var. Negatif geri beslemeler anlamındaysa ilk söyleyebileceğim; bilinçli olmayan ve bizleri yeterince tanımayan okurların kafalarında körlük korkusu ve önyargıları dahada pekişiyor. İnternet ortamında bu savımı destekleyen bir dolu yoruma rastlayabilirsiniz. Örneğin körlük kast edilerek "hepimizin başına gelebilecek bir felaket" denilmiş ve diğerleri "Okuyun, kendi dünyanıza ve görme engellilerin dünyasına daha farklı bakacaksınız", "Kör olanlar karanlıkta değil beyazlık içindeler", "Kitabı okudukça gözerimi kapattım, açtım. Görmenin değerini daha iyi anladım" vs.
Saramago kitabını yazarken tarihsel bellekten süzülüp gelen ayrımcılık kültürüne yapabileceği geri beslemeleri düşünmüş müydü acaba? Hiç zannetmiyorum.
Eflatun’un mağara benzetmesi.
İslam dünyasında Eflatun olarak bilinen Platon, bundan yüzyıllar önce “Devlet” isimli eserinin 7. Kitabında “Mağara Benzetmesi”ni yapmıştır. Antik Yunan filozofunun günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan benzetmesi, bizlerin bilerek ve isteyerek zincirlerimizi kırmayışımızdan dolayıdır!
Eflatun (Platon) kimdir?
MÖ 427 ile MÖ 347 yılları arasında yaşamış, Antik klasik Yunan filozofudur. Atina’da dünyaya gelmiştir. Sokrates’in öğrencisi, Aristoteles’in hocasıdır. Atina’daki ‘Akademia’ isimli okulun kurucusudur. Görüşleri İslam ve Hristiyan felsefesini derinden etkilemiştir.
Felsefe dünyasının en büyük düşünürlerinden biridir. Eflatun’un felsefesi idealar öğretisine dayanır.
İdealar öğretisi nedir?
İdealar öğretisi, tüm görünür şeylerin, görünür dünyanın ötesinde ve ondan bağımsız bir gerçeklikle idealarla ilişkili olduğu kabulüne dayanır. İdealar, duyu organlarımızla kavrayabileceğimiz bir yapıda değildirler. Eflatun, ideaları, görünür şeylerin asıl doğaları olarak görür ve idea sözcüğünü sık sık doğa sözcüğü yerine kullanır.
İdeaların da kendi içlerinde bir düzeni vardır ve bu düzenin en üstünde “İyi” ideası yer alır. Diğer tüm idealar kendisinden pay aldığı ve kendisine yöneldiği İyi İdeası, evrendeki düzenin birleştirici ilkesidir. İyi İdesı’nın bu yüksek konumu İyi ile varlığın özdeşliği kabulüne dayanır: “İyi varlıktır ve varlık iyidir.”
Mağara Benzetmesi
“Bir mağara düşün. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yer altı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada.Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi, ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri mümkün, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor. Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Göz bağcıları (illüzyonist) seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklalarını sergilerler, öyle bir duvar işte. Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak.
Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru… O esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, arkalarından geçen nesnelerin duvara vuran gölgelerini izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün… Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek vardır: Gölgeler.
Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin. Ne olurdu anlatayım. Ayağa kalkmaya, başını çevirmeye, ışığa bakmaya zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeye alıştığı cisimleri tanıyamazdı.
Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp güneşin aydınlattığı bölgeye sürükledik. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha da kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Ve düşünmeye başladı. Eski günlerini hatırladı. Mutluydu şimdi, mağarada kalan eski arkadaşlarına acıyordu.
Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese onu dinlerler mi?” (Platon, Devlet).
Mağaradaki esirler bizler miyiz?
Bu benzetmede mağara, toplumu temsil eder. Zincir, bireyi sınırlandıran toplum kurallarıdır. Gölgeler, toplum tarafından benimsenmiş, sorgulanmamış doğrulardır.
Zincirlenmiş esirler ise, toplumun parçası olan, farkındalığı gelişmemiş bireyi temsil eder. Bu esirler, mağara duvarında gördükleri gölgelerle yetinir, gerçeği hiç sorgulamaz, merak etmez.
Eflatun’a göre filozof, zincirlerini kırıp gerçekleri görebilen ve mağaraya geri dönüp zincirlenmiş insanlara gördüklerini anlatan, onları inandırmaya çalışan insandır.
Fakat karanlığa alışan gözler, ışığa kolay kolay bakamaz. Acı duyar ve tekrar karanlığa dönmek ister. Gerçek ışığa alışması zaman alır, cesaret ve kararlılık ister.
Yüzyıllar önce yapılan bir benzetmenin, günümüz toplumunu birebir anlatıyor olması son derece düşündürücüdür. Sürü psikolojisiyle hareket eden, gerçeği görmek yerine kendisine gösterilenlerle yetinen bireyler “Mağara Benzetmesi”nin yüzyıllarca daha devam edeceğinin garantisidir.

“Dünyada ki her şeyin bir sebebi vardır. Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür. Ve her insan bir görevle yaratılmıştır. Görev büyük bir şey yapmak değil, gerekeni yapmaktır.” A. Carrel

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️