30 Nisan 2025 Çarşamba

“olmak” ile “sahip olmak”

Olmak ve Sahip Olmak

   “Modern insan her şeye sahiptir, ama kendisi yoktur.” (Sahip Olmak ya da Olmak)

“olmak” ile “sahip olmak” eylemleri arasında, büyük uyum toplumu ile sınıflı toplum arasındaki kadar fark olduğu…

İKİ KAVRAM, İKİ İNSAN, İKİ DÜNYA

Başlıktaki eylem adları, dilbilim araştırmalarından çok felsefe, psikoloji ve sanat alanlarının ilgisini çekti; kavramlar birçok bilimsel çalışmaya ve sanatsal yaratıya konu oldu. Jean-Paul Sartre’nin Valık ve Hiçlik’i, Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı, bu kavram çiftini insanın varoluşsal süreçleri temelinde ve felsefi boyutta ele alırken Eric Fromm, İki Varoluş Biçimi Üzerine Bir İnceleme alt başlıklı Sahip Olmak ya da Olmak adlı kitabında kavramları, insanın avcı toplayıcı komünal yaşamdan tarım devrimiyle yerleşik topluma geçince kazandığı mülkiyet duygusu ve maddi hayatla ilişkisi içinde inceledi.

“Olmak” ve “Sahip olmak” kavramlarının taşıdığı felsefi ve psikolojik içerik; sanatsal yaratıcılık temelinde Yayoi Kusama’nın varoluş ve sonsuzluk temasını, ziyaretçiyle etkileşim içinde işlediği interaktif enstalasyonlarından; sinemada Sam Mendes’in orta sınıf bir ailenin yaşamındaki boşluğu ve sahip olma arzusunu konu alarak, modern yaşamı eleştirdiği Amerikan Güzeli (1999) ve Nicolas Philibert’in yönettiği Paris kırsalında küçük bir okula odaklanan Fransız belgesel draması Olmak ve Sahip Olmak’ına (2002) kadar, doğrudan ya da dolaylı birçok yapıtın yaratıcısını etkiledi.

Türk Dil Kurumu, “olmak” sözcüğünü “meydana gelmek, vuku bulmak, gerçekleşmek” eylemleriyle tanımlıyor. 11. yüzyılda Kaşgarlı’nın yazdığı Divan-ı Lügat-it Türk’te “tamamına varmak, yetişmek” anlamıyla açıklanan eylem, Eski Türkçede 16. yüzyıl sonlarına kadar “bolmak” biçiminde yer alıyor (Nişanyan Sözlük, 2023). İngilizlerin “to be”, Fransızların “être”, Almanların “zu sein” sözcükleriyle karşıladığı kavram, 

insan türünün yaklaşık 70 bin yıllık tarihinde hep vardı ve varlığını sürdürüyor: İnsanlar çocuk ‘ol’uyor, genç ‘ol’uyor, kuvvetli ‘ol’uyor, hasta ‘ol’uyor, sanatçı ‘ol’uyor, köylü ya da kentli ‘ol’uyor, güzel ‘ol’uyor, duygusal ‘ol’uyor, arkadaş veya düşman ‘ol’uyor; hatta insanın hayalleri bile gerçek ‘ol’uyor…

Öte yandan “mülkiyetine almak, elinde bulundurmak” anlamına gelen “sahip olmak”, “olmak” eyleminin taşıdığı bütün olumlu anlamları siliyor ve yerine mülkiyet duygusunu güçlendiren hırs, kâr ve doymak bilmezlikle temellenen bir anlam inşa ediyor. “Olmak” biçimli bir düşünüş ve yaşayış paylaşmacı, dayanışmacı, insancıl ilişkilerin egemen olduğu bir topluma göndermede bulunurken; “sahip olmak”, insan insanın kurdudur tanımlı sınıflı toplumu ve özellikle sanayi devriminden sonra gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin doğasına uygun bir tüketim toplumunu meşru kılıyor.

 İngilizcede “have”, Fransızcada “avoir” ve Almancada “haben” sözcükleriyle karşılanan “sahip olmak”, dillere 10 bin yıl kadar önce, yerleşik yaşama geçildikten sonra kurulan sınıflı toplumla gelişen mülkiyet duygusuyla giriyor. Özetle “olmak”, öznenin kendi deneyimine, “sahip olmak” ise kendisi dışındaki bir nesneye yönelimini anlatıyor.

Görüldüğü gibi sözlük içinde barındırdıkları anlamları son derece güvenli ve masum olan sözcükler; günlük dilde dolaşıma çıktıklarında ve sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi alanlarda kavramsallaştıklarında edindikleri anlamlarla tehlikeli ve acımasız ‘ol’abiliyorlar. Sözcüklerin anlamları, kuşkusuz içinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerin dışında değil; o ilişkilerin yarattığı anlam dünyası içinde kuruluyor: Komşunun oğlunun doktor ‘ol’ması, birçok hastaya iyileşmelerinde yardımcı ‘ol’ması, sağlık hizmetlerinin ücretiz görüldüğü bir toplumda bizi mutlu edebiliyor; ama sağlık hizmetlerinin özel hastane ve polikliniklerde paralı verildiği bir toplumsal düzende, o doktorun birçok hastasının ‘ol’ması, banka hesabında birçok lirasının ‘ol’ması anlamına geliyor. Birinci durumdaki “olmak” insancıllığı, ikinci durumda yerini “sahip olmak” rekabetine bırakıyor. 

Bu durumda “olmak” ile “sahip olmak” arasındaki fark, bir üretim merkezinin bütün üretim araç ve süreçleriyle toplum mülkiyetinde olmasıyla birey mülkiyetinde olması arasındaki farkı gösteriyor; insan, birincisinde olmak ve gerçekleşmek için eyleyen özneyken, ikincisinde eylenerek tüketilen bir nesneye dönüşüyor!

Arkeolojik kalıntılara dayanan incelemeler ile günümüzde devam eden kimi avcı toplayıcıların yaşamlarına ve davranışlarına ait gözlemler, insan türünün yaklaşık 70 bin yıllık tarihinin çok önemli bir kısmını, avcı toplayıcı grupların ilkel komünallik içinde yaşadığını gösteriyor. Aşağı yukarı 60 bin yıllık bu tür bir toplumsal yaşamda mülkiyet ilişkileri olmadığından bireyler yeteneği ve yeterliği ölçüsünde grup işlerine katkıda bulunuyor, gereksindiği ölçüde tüketiyor. Bu nedenle “sahip olmak”ın bazı dillerde hâlâ olmaması, bu kavramın birçok dile “olmak”tan çok sonra girdiğine işaret ediyor.

Yaklaşık 10 bin yıl önce gerçekleşen tarım devrimiyle ortaya çıkan toprağa bağlı yerleşik yaşam, insan türünü radikal bir kültür değişimine zorladı. Son 200 küsur yıllık sanayi devrimiyle gelen şehir yaşamı ve kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğiyle pekişen sınıfsal ayrışma, insanın kültürel genlerinde mülkiyet duygusunu güçlendiren bir etki yarattı. İnsanın on binlerce yıllık “olmak” biçimli yaşamı “sahip olmak” biçimli bir yaşama dönüştü. 

O kadar ki atık günümüz toplumlarında insanlar paraya, arsaya, eve, arabaya, giysiye sahip oldukları kadar; kariyere, sağlığa, sevgiye, bilgiye, ilgiye de sahip oluyor ve “olmak” sürecinde içselleştirdikleri deneyimlerden, “sahip olmak” sürecinde uzaklaşıyor, onlara yabancılaşıyorlar. Örneğin okuma deneyiminin “olmak” süreciyle ortaya çıkardığı bilgi; bir kariyer ve kâr aracına dönüşüyor. Bu durumdaki bilgi, artık bilmek sürecinin ögesi değil, sahip olunan ve belli bir piyasa değeri olan ticari “mal” olarak dolaşıma giriyor.

Almanya doğumlu, Amerikalı Marksist psikanalist Erich Fromm, yukarıda andığımız “Olmak ya da Sahip Olmak” adlı kitabında bu dönüşümle ilgili ikna edici çözümlemeler yapıyor. Frankfurt Okulu’nun eleştirel teori yaklaşımına yaptığı katkılarla bilinen yazar, birbirinin tam tersi olan “olmak” ve “sahip olmak” temelli bu iki dünya görüşünün iki temel kavramını, özgün adı “To Have or To Be” olan kitabında asıl olarak sosyoloji ile psikoloji biliminin argümanlarını, yer yer felsefe alanının kavramlarını, hatta dil felsefesinin araçlarını kullanarak açıklıyor. Yeni toplumun yeni insanını yaratmanın ve o büyük uyum dünyasını kurmanın tek yolunun açgözlülüğü, hırsı ve mülkiyet tutkusunu güçlendiren “sahip olmak” düşüncesinden uzaklaşmak ve “olmak”la biçimlenen bir dünya görüşünü benimsemek olduğunu ileri sürüyor.

Fromm, 1976’da yazdığı kitabında bu iki kavramın dilbilimsel bir çözümlemesini de yapıyor. Ad türünden sözcüklerin bir şeyi tamı tamına tanımlayan sözcükler olduğunu belirten Fromm, masa, kitap gibi adlandırdığımız şeylere ‘sahip ol’abileceğimizi söylüyor. Yazar, eylem türünden sözcüklerin bir süreci tanımladıklarını ifade ediyor. Son zamanlarda eylemlerin de adlar gibi “sahip olmak” ile kullanıldığını da ekleyerek bunun, “dili mahvetmek” olduğunu belirtiyor. Fromm, dildeki bu değişimin düşünsel kaynaklarını, Edgar Bauer’in “Aşk, bütün Tanrısal olan şeyler gibi, insanın fiziksel ve ruhsal olarak kendisine teslim olmasını bekleyen, korkutucu bir Tanrıçadır.” sözüne Marx ve Engels’in verdikleri şu yanıtla gösteriyor: “Bay Edgar ‘aşkı’, korkutucu bir ‘Tanrıça’ haline dönüştürüyor. Böylelikle ‘insanın sevgisi’, ‘sevginin insanı’ biçimine giriyor.” Ünlü psikanalist, “sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farkı, Batı ve Doğu düşüncesi arasındaki farkla özdeşleştirmenin yanlış olacağını, bu farkın daha çok, odak noktası ‘insan’ olan toplumlar ile ‘maddi varlık’ olan toplumlar arasındaki farklılıkla benzeştiğini eklemeyi de unutmuyor.

Fromm, insanın “eylem”le gerçekleşme sürecinden “ad”la tükenme sürecine yönelişiyle ilgili önemli bir saptamada bulunuyor. Batı dillerinde son yüzyıllarda görülen eylem türünden sözcüklerin azalıp ad türünden sözcüklerin artması eğiliminin, dilde bile “olmak”tan “sahip olmak”a doğru bir gidişin habercisi olduğunu ileri sürüyor. Bildiğimiz kadarıyla dilbilimciler arasında, dillerin ortaya çıkışında eylemlerin mi, yoksa adların mı öncelikli olduğu konusunda belli bir uzlaşma yok. Adlara öncelik verenler kadar, eylemleri önceliklendirenler de var. Ama dillerin ortaya çıkışıyla ilgili genel kabul görmüş “yansıma”, “ünlem” ve “iş kuramları”na ya da “adam toplama”, “parazitleri ayıklama”, “kur yapma” ve “hikâye anlatma” gibi daha güncel hipotezlere bakıldığında, dilin başlangıcında eylemlerin adlardan bir adım önde olduğunu söylemek olanaklı görünüyor. Dillerin ortaya çıkışında ister eylem ister ad türünden sözcükler öncelikli olsun, günümüze doğru eylem sözcüklerinin adlara nazaran oransal olarak azaldığı; mal, mülk, varlık ve kavramların adları olan sözcüklerininse toplumsal tabakalaşmaya, mülkiyet duygusuna ve kâr hırsına paralel olarak arttığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Erich Fromm’un söz konusu kitabının yayımlandığı yıl, Türkçenin önemli araştırmacılarından Kamile İmer, dilimizin ad ve eylem türünden sözcüklerinin tarih içinde oransal değişimine bakmış; bu amaçla 11. yüzyılda yazılmış olan, dilimizin ilk sözlüğü Divan-ı Lügat-it Türk ile 1973 baskılı Yazım Kılavuzu’nda yer alan adları ve eylemleri saymış ve şu sonuca varmıştı: Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk’ündeki tüm sözcüklerin %33’ü yalın, %29’u türemiş, toplam %62’si; Yazım Kılavuzu’ndakilerinse %26,5’i yalın, %41,5’i türemiş, toplam %68’i ad köküdür. Öte yandan Divan-ı Lügat-it Türk’ün söz varlığının %17,5’i yalın, %20,5’i türemiş, toplam %38’i; Yazım Klavuzu’ndakininse %16’sı yalın, %16’sı türemiş, toplam %32’si eylem köküdür. (Kamile İmer, Türkiye Türkçesinde Kökler, 1976)

Bir dilin sözcük türlerinde %6 oranında gerçekleşen değişim, o dili konuşan toplumun kültüründe ve değerlerinde çok daha büyük bir değişimi gösterir ve bu değişim; toplumun sosyoekonomik yapısıyla ilgili bir durumdur. Dildeki bu değişimin gösterdiği süreç, komünal toplumdan kapitalizme doğru yaşanmaktadır; hızlı bir bencilleşme, güçlü bir mülkiyetçilik, acımasız bir rekabet olarak!

Erich Fromm, Japon Budist bilgin ve yazar Daisetsu Teitaro Suzuki’nin Zen Budizm Üzerine Konuşmalar’ından aktardığı iki şiir örneğiyle bu değişimi somutlaştırıyor: İlk şiir bir haiku, 1644-1694 yıllan arasında yaşayan Japon şairi Basho’ya ait:

“Dikkatlice bakacak olursam,

Çalılıklar arasında görüyorum onları,

Çiçek açan nazunaları!’’

Basho, çiçeğe elini bile sürmeden “olmak” düşünüşünün içselleştirilmiş hali olarak çiçeği “görebilmek” için, yalnızca “dikkatlice bakmak” gerektiğini dile getiriyor.

 İkinci şiir, Kraliçe Victoria’nın hükümdarlığı sırasında Birleşik Krallık’ın devlet şairi olan Alfred Tennyson’a ait:

“Çatlak duvarlar arasındaki güzel çiçek,

Seni o çatlakların arasından alacağım,

Tüm köklerinle birlikte elimde tutacağım.

Küçük çiçek, eğer anladığım gibiyse her şey,

Köklerin, yaprakların ve çiçeklerinle bir bütün olan sen,

Tanrı’nın ve insanın ne olduğunu açıklıyorsun bana.”

Tennyson’un tepkisi oldukça farklı; çiçeği görünce ona “sahip olmak” arzusuyla doluyor ve onu tüm kökleriyle birlikte eline alıyor!

Toplumu düzeltmeye dilden başlayacağını söyleyen Konfüçyüs’ün, ‘neden-sonuç’ ilişkisini ters kurduğu anlaşılıyor; zira tarihsel akışta ‘neden’ toplum, ‘sonuç’ dil gibi görünüyor. Bir de “olmak” ile “sahip olmak” eylemleri arasında, büyük uyum toplumu ile sınıflı toplum arasındaki kadar fark olduğu…

, , , , , , ,  


kendimizi olduğumuzdan fazla ya da üstün sanabiliriz, melek, tanrı ya da makine gibi. Buna göre ya yapay zekâyızdır ya da bilgisayar programı gibi çalışan bir beyin. Bunlar bence insan oluşumuza dair hatalı yaklaşımlar. Buna karşın felsefe ne olduğumuza dair doğru bir anlayış sahibi olmamızı sağlıyor. 

İnsanlık insan olmanın nasıl bir şey olduğu sorusunu sorabilme kabiliyetidir.


Sevginin Dört Ögesi: Özen, Sorumluluk, Saygı, Bilgi


XXXXX


Balinalar ve insanlar, arasındaki psikoloji

 


BALİNA VE YUNUS HAKLARINA İLİŞKİN BİLİMSEL KANITLAR


Şişe burunlu yunuslarda görülen açık ağız gülümsemesi. C: ZooMarine, İtalya. 

Balinalar ve Yunuslar: Karmaşık türlerden karmaşık davranışlar

Balinalar ve yunuslar, avlanma, casusluk yapma ve kuyruk vurmadan dalgalarda sörf yapmaya ve alet kullanmaya kadar çok çeşitli büyüleyici davranışlar sergilerler. 

Ayrıca balinaların ve yunusların ölüleri için yas tuttukları, hatta insanları kurtardıkları yönünde iyi kanıtlanmış raporlar da vardır.

Balina ve yunus türleri, grupların gelişmesini sağlamaya yardımcı olan işbirliği de dahil olmak üzere yüksek derecede sosyal davranış sergileme eğilimindedir. İşbirliğinin örnekleri arasında kambur balinalarda kabarcık ağlarıyla beslenme ve dünyanın çeşitli yerlerinde bildirilen şişe burunlu yunuslar ile balıkçılar arasındaki işbirliğine dayalı davranış yer alır.

Bilim insanları, Ensefalizasyon Katsayısı (veya EQ) olarak bilinen, göreceli beyin-vücut kütlesi oranını kullanırlar. Dişli balinalarda büyük beyinlerin kökeni ve evrimi hakkında daha fazla bilgi için Marino ve ark . 2004'e bakın .

Diğer türlerin zekasını çözme arayışında, mutlak beyin büyüklüğü kadar beyin yapısı da önemlidir. Yunusların su ortamında evrimleşmiş ve bu ortama uyum sağlamış olması nedeniyle yunus ve insan beyin yapıları arasında çarpıcı farklar vardır. Balina ve yunus beyin anatomisi konusunda önde gelen bir araştırmacı olan Dr. Lori Marino, bu türlerin beyinlerinin insan beyinlerinden 'farklı bir nöroanatomik yörünge boyunca' evrimleştiğini, ancak 'dünyada karmaşık zekaya alternatif bir evrimsel yol örneği' sunduğunu belirtiyor.

Marino ayrıca şunları belirtiyor: 'Özellikle, balina serebral korteksi (beynin yüksek düzey bilişle ilgili kısmı) diğer memelilerden çok farklı bir yörüngede evrimleşmiştir ve bu da işlevsel alanların oldukça sıra dışı bir düzenlemesi ve tamamen benzersiz bir yapı olan paralimbik lob ile sonuçlanmıştır. Yine de, kortikal organizasyondaki büyük farklılıklara rağmen balinalar ve insanlar (ve büyük maymunlar) öz tanıma gibi bir dizi karmaşık bilişsel yeteneği paylaşırlar. Bu nedenle balinalar ve insanlar, memeliler arasındaki psikolojideki evrimsel yakınsamanın çarpıcı bir örneğidir. Bu benzerlikler, önemli olarak, balinaların, insanlar gibi, önemli zararlara yol açabilen duygusal ve sosyal streslere karşı savunmasız olduğu anlamına gelir. 

Bu önemli nokta, balinalarla nasıl etkileşim kurduğumuz ve onlara nasıl davrandığımız konusundaki etiği yönlendirmek için kritik öneme sahiptir.'

Balinalar ve Yunuslar: biliş, kültür, koruma ve insan algıları adlı kitapta Lori Marino tarafından yazılan 'Cetaceanlarda Beyin Yapısı ve Zeka' başlıklı makaleye bakın .

Son yıllarda ortaya çıkan çok önemli bir kanıt, bazı balina ve yunus türlerinde iğ hücreleri veya Von Economo nöronları olarak bilinen özel beyin hücrelerinin varlığıdır .

İğsi hücrelerin 'karmaşık sosyal durumlarda hızlı sezgisel seçim'den sorumlu olduğu ve empati gibi duygularla ilişkilendirildiği düşünülmektedir. Nispeten yakın zamana kadar bu özel beyin hücrelerinin yalnızca insanların ve bazı primatların beyinlerinde bulunduğuna inanılıyordu. 

Araştırmalar artık iğsi hücrelerin aşağıdaki balina ve yunus türlerinin beyinlerinde bulunduğunu göstermektedir:

  • Kambur balinalar
  • Fin balinaları
  • İspermeçet balinaları
  • Katil balinalar
  • Belugalar
  • Şişe burunlu yunuslar ve
  • Risso'nun yunusları. 

Bilim insanları, karmaşık sosyal davranışlarıyla bilinen Afrika ve Asya fillerinin beyinlerinde de iğ hücrelerinin bulunduğunu keşfetti.

İğsi hücrelerin varlığı, şişe burunlu yunusların kendi bedenlerini incelemek için bir ayna kullanmalarıyla  (öz farkındalığın davranışsal bir göstergesi) gösterilen bir benlik duygusuna sahip olduklarının ortaya çıkmasıyla birleştiğinde, bu türlerin zeki, duyarlı ve akıllı türler olduğuna dair ikna edici kanıtlar sunmaktadır.

Genel olarak, Marino ve ark.'nın 2007'de belirttiği gibi: 'deniz memelileri karmaşık davranış, öğrenme, sosyallik ve kültür için muazzam miktarda deneysel kanıt sağlamaya devam etmektedir'.

Marino, hatta şu varsayımda bulunuyor: 'Birçok balina türü [balinalar ve yunuslar], insanlar da dahil olmak üzere diğer hayvanların ulaşamadığı bir sosyal-duygusal gelişmişliğe ulaşmış olabilir'.

Daha da ilgi çekici olanı, şişe burunlu yunusların insan yavrularından daha erken gelişmiş olabileceğine dair yakın zamandaki keşiftir. Araştırmalar , şişe burunlu yunusların kendilerini aynada ilk kez, çocuklar için genel olarak bildirilenden daha erken yaşlarda ve şempanzeler için bildirilenden çok daha erken yaşlarda tanıyabildiklerini göstermektedir . 

Daha Fazla Okuma

Lori Marino'nun Balinalar ve Yunuslar: biliş, kültür, koruma ve insan algıları adlıkitabındaki 'Balinalarda Beyin Yapısı ve Zeka' adlı makalesi  .

Dişli balinalarda büyük beyinlerin kökeni ve evrimi hakkında daha fazla bilgi için Marino ve ark . 2004'e bakınız .


🐬


yunuslarla ilgili bulduğum bu makalede oldukça çarpıcı şeylere rastlayabilirsiniz.

  1. Genetik bakımdan, insana çok benziyorlar; Yapılan araştırmalara göre yunuslar aslında en az primatlar kadar zeki, ve onların yapabildiği bir çok şeyi yapabiliyorlar; mesela aynada kendisini tanıma, iletişim, taklit ve kültürel miras bırakma gibi. Bunun sebebi yunusların kafatası hacmi ve dolayısıyla beyin gelişimi insanlarınkine çok benzeyen bir evrimsel süreçten geçmiş olmasıymış. Üstelik son zamanlarda gen haritalandırma teknolojisi kullanılarak, yunus beyininin kompleks bilişsel işleri insanlar gibi yapabilecek potansiyelde oldukları keşfedilmiş.
  2. Çok mafyözler; Yunuslar bir nevi denizlerde hüküm süren mafya gibi çalışır, okyanuslarda ki hiyeyarşik bölgelerde yayılarak grup halinde devriye gezdikleri gözlemlenmiştir. Bu yüzen küçük orduların her birinin farklı bir görevi vardır, mesela; grubun dişilerini korumak, çetelerine yeni yunuslar toplayıp prestij kazanmak, yada barışçıl gibi görünüp rakip çetenin bölgesinde casusluk yapmak.
  3. Bombanın kokusunu alırlar;Yunuslar, donanmanın su altındaki mayınları temizlemek için kullandıkları bir nevi gizli silahıdır. Mesela Orta-Doğuda Hürmüz Boğazındaki sıcak bölgelerde bulunan bombaları tespit edip dünya petrol tankerlerine gidecek yolu açmada kullanılmışlardır. Donanma, yunusları sanki bomba yada esrar kokusu alan polis köpekleri gibi yetiştirip, patlayıcıların nasıl tespit edilebileceğini ve etkisiz hale getirebileceklerini öğretmektedir. Ama bunun, ne yazık ki yunusların aleyhine olan bir  tarafı var, o da; düşman ordu hangi yunusun “asker” hangisinin vahşi yani “sivil” olduğunu tespit edemeyeceği için, gördükleri her yunusu öldürmektedir.
  4. Yunusların gerçekten çok tuhaf penisleri var; Bu gezegende var olan en tuhaf cinsel organlardan biri erkek yunuslarda bulunmakta. Bir “içeri çekilebilir” penis; tıpkı kör insaların elini yada sopasını kullanarak yolunu bulması gibi, erkek yunuslarda penislerini kullanarak okyanuslarda yönlerini bulabiliyorlar. Penislerini bu şekilde çok işlevli kullandıkları sırada, erkek yunuslar o çok bilinen kambur vaziyetini alırlar.


Xxxxxx

✨ "3 cisim problemi" çözüldü

ÜÇ ÇİSİM PROBLEMİ ÇÖZÜLDÜ MÜ?

Ist das Dreikörperproblem gelöst?

Ocak 1889, İsveç Kralı II. Oscar’ın 60. doğum gününü kutladı. Bu dönüm noktasını anmak için, gençliğinde matematik okuyan ve hatta Acta Mathematica dergisini (halen bu alandaki en prestijli dergilerden biri olarak kabul edilir) kuran hükümdar, bilimsel bir yarışma düzenlemeye karar verdi. Üç cisim sistemlerinin yörüngelerini hesaba katarak zorlu üç cisim problemini çözebilene bir ödül teklif etti.

“3 Cisim Problemi Çözüldü mü?” sorusu fizik ve matematik dünyasını meşgul etmeye devam ediyor.

Isaac Newton, 1687’de “Principia“sını yayınladığı zaman, birbirine çok yakın iki büyük gök cisminin hareketini doğru bir şekilde tahmin etmeyi mümkün kılan matematiksel ilkeleri formüle eden ilk kişiydi. Bu başarı, işleyen bir mekanik evren fikrini güçlendirdi. dev bir saat olarak. Ancak Newton kısa süre sonra sisteme başka bir cisim eklendiğinde doğru bir genel çözüm bulamadığını keşfetti.

Henri Poincaré Kimdir?

“Üç cisim problemi”, bilim adamlarının tüm çabalarına rağmen, yaklaşık 200 yıl boyunca matematiksel bir çözümden yoksun kaldı. Oscar II’nin işte bu çözümsüz problemi sonuca ulaştırdığı yer burasıdır. Yarışmasını altın madalya ve 2.500 İsveç kronu ile ödüllendirilen Fransız matematikçi Henri Poincaré kazandı. Çözümü Royal Mathematical Journal’da yayınlandı.
Ama sonra Poincare bir yanlış hesaplama keşfetti. Hatayı içeren derginin tüm baskılarını satın almak için acele etti – bu da kendisine 3.500 krona mal oldu – ve ertesi yıl gözden geçirilmiş bir versiyonunu yayınladı. Üç cisim arasındaki etkileşimlerin temelde kaotik olduğunu ve bu nedenle soruna deterministik bir matematiksel çözüm bulunamayacağını, kralın ve mekanik evren anlayışının savunucularının hayal kırıklığına uğrattığını kanıtladı (yani Poincaré bir formülünü bulamamıştı).

Kaos Teorisi Nedir?

Bu kanıt, kaos teorisinin temellerinden biri olarak kabul edilir. “Üç cisim sorununa” deterministik bir çözüm bulunamaması, bilim adamlarının Dünya ve Ay gibi yörüngede dönen iki cisim ile onlara yaklaşan üçüncü bir cisim arasındaki yakın etkileşim sırasında neler olduğunu tahmin edemeyecekleri anlamına geliyor.
Ancak şimdi, Poincaré’nin bulgularının yayınlanmasından 121 yıl sonra, Technion – İsrail Teknoloji Enstitüsü, Haifa’dan doktora öğrencisi Yonadav Barry Ginat ve Prof. Hagai Perets, soruna tam bir istatistiksel çözüm bulduğunu iddia ediyor.

Üç Gövdeli Sistemler

Üç gövdeli sistemlerin bilgisayar simülasyonları, bunların iki aşamalı bir süreçte geliştiğini göstermektedir: ilk, kaotik aşamada, üç gövde birbirine çok yakındır ve birbirlerine eşit derecede yoğun yerçekimi kuvvetleri uygular, bu nedenle sürekli olarak değişir. Buna üç cismin göreli hareketi diyebiliriz. Sonunda, bir gök cismi sistemden çıkarılır ve ikisi eliptik, deterministik bir yörüngede birbirinin yörüngesine bırakılır. Üçüncü cisim bağlı bir yörüngedeyse, sonunda diğer ikisine doğru geri gelir ve bunun üzerine ilk aşama yeniden başlar.

Bu üç yönlü dans, ikinci aşamada cesetlerden birinin bir daha geri dönmemek üzere bağlı olmayan bir yörüngede kaçmasıyla sona erer.

Sarhoş Bir İnsanın Yürümesi

Sürecin kaotik doğası nedeniyle “üç cisim sorununa” tam bir çözüm mümkün olmasa da, üçlü bir etkileşimin belirli bir şekilde bitme olasılığını hesaplamak mümkündür – örneğin hangi nesnenin fırlatılacağı, hangi hızda, vb. Yıllar içinde, bu olasılığın mümkün olduğu kadar doğru bir şekilde hesaplanmasına ulaşmak için farklı yöntemler kullanan çözümler önerildi.

Technion’un fizik bölümünden iki araştırmacı, matematikçilerin sarhoş insanların nasıl hareket ettiğini incelemesiyle başladığından beri, rastgele yürüyüş teorisi olarak bilinen ve bazen “sarhoşun yürüyüşü” olarak anılan bir matematik dalından araçlar kullandı. Bir ayyaş görünüşte her adımı rastgele attığından, matematikçiler bunu rastgele bir süreç olarak anladılar. Bununla birlikte, örneğin, bir sarhoşun birkaç adımdan sonra kat edeceği mesafeyi tahmin etmek mümkündür (bu, atılan her yüz adım için başlangıç ​​konumundan yaklaşık 10 adımlık bir ortalama mesafe ile sonuçlanan istatistiksel bir çözümdür).

Üçlü sistem temelde benzer şekilde davranır: Bir ayyaşın yürüyüşü gibi, 1. aşama gerçekleştikten sonra, bir nesne rasgele fırlatılır, geri döner, vb. bir hendeğe).

Her üç cisim etkileşiminin gerçek sonucunu tahmin etmek yerine, Ginat ve Perets, etkileşimin her aşamasında olası her sonucun olasılığını hesapladı ve ardından her birinin nihai olasılığını hesaplamak için rastgele yürüyüş teorisini kullanarak tüm bireysel aşamaları birleştirdi.

İkili, 2017’de Ginat’ın Perets’in derslerinden birinde lisans öğrencisi olduğu ve üç cisim problemi üzerine bir deneme yazdığı sırada rastgele yürüyüş modelini düşünmeye başladı. Çözümleri yakın zamanda Physical Review X dergisinde yayınlandı.

Perets’e göre, “Bu, yüksek yoğunluklu yıldız kümelerinin olduğu herhangi bir durumu anlamak büyük bir sorundur. 1970’lere kadar çözüm yoktu. Bununla birlikte, bilgi işlem gücündeki gelişmelerle, sayısal çözümler denendi” – yani, verileri simülasyona atmak ve ne olduğunu görmekle bu mümkün olabilecek.

Kaynak: haaretz.com  

Bir çeşitkenar üçgenin köşelerinde yer alan ve başlangıç hızları sıfır olan üç özdeş cismin yaklaşık yörüngeleri. Kütle merkezimomentumun korunumu yasası uyarınca yerinde kalır.


200 yıllık çözülemeyen "3 cisim problemi" çözüldü 

İsrailli 2 bilim insanı, 200 yıldır cevabı bulunamayan '3 cisim problemi' adı verilen problemi çözmeyi başardı. Bu gelişme Güneş, Dünya ve Ay arasındaki kütle çekim ilişkisini anlamada kullanılabilecek.

İsrail'in Hayfa kentindeki Teknoloji Enstitüsü'nde çalışan iki bilim insanı, fizikçilerin iki asırdır çözüm aradığı "Üç Cisim Problemi"ni çözmeyi başardı. Bu çözüm, Güneş Sistemi'nde yer alan gezegenlerin gelecekteki konumlarına ilişkin öngörülere ışık tutmaya yarayacak.

Bilim insanları on yıllardır güneş sistemindeki gezegenlerin konumları ile ilgili araştırmalar yapıyor.

Üç Cisim Problemi


⚠️Sonsuz, eski Yunanca Lemniscatekelimesinden gelmektedir, (sembol: ∞) çoğunlukla matematik ve fizikte herhangi bir sonu olmayan şeyleri ve sayıları tarif etmekte kullanılan soyut bir kavramdır. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılınbaşlarında Georg Cantor sonsuz ve sonsuz kümeler ile ilgili birçok fikre şekil verdi. 

∞ sembolünün farklı yazı biçimleri

Matematikte “sonsuz” sıklıkla bir sayıymışgibi ele alınır (örn. Sonsuz sayıda terim vb.)‼️


"ÜÇ CİSİM PROBLEMİ" ÇÖZÜLDÜ

Herhangi iki gezegen çekim kuvvetine bağlı hareketleri anlamaya yarayan denklemlerin çözümleri halihazırda yapılabiliyordu. Ancak üç veya daha fazla gezegenin yer çekimine ilişkin hesaplamaları içeren "Üç Cisim Problemi" uzun süredir çözülmeyi bekliyordu.

Üç Cisim Problemi

İsrailli Hagai Perets ve doktora öğrencisi Barry Ginat bu problem üzerine yoğunlaştı, ikili, üç gezegen arasındaki her etkileşime dair hareket olasılıklarını hesapladı ve daha sonra Matematiğin "rassal yürüyüş" yöntemi ile ihtimal dahilindeki her sonucun nihai olasılıklarını birleştirerek sonuca ulaştı.

Çözüm sayesinde, Güneş, Dünya ve Ay arasındaki kütle çekim ilişkisi daha ayrıntılı şekilde anlaşılabilecek.

Sonsuzluk metaforunu kullanan çalışma


KAYNAK : TRT HABER




Üç Cisim Problemi
 (Çince三体romanizeÜç CisimLiu Cixin tarafından yazılmış olan bilimkurgu romanıdır.

Zeynep Özmeral’in Türkçe çevirisi ise İthaki Yayınları tarafından 2016’da yayımlanmıştır. En İyi Roman için 2015 Hugo Ödülü'nü kazandı ve 2014 En İyi Roman için Nebula Ödülü'ne aday gösterildi.

🔻Hugo Ödülü

Bilim kurgu ve fantezi türlerinde verilen bir edebiyat ödülü. 

🔻Nebula Ödülü

Bilim kurgu ve fantezi türleri için ABD'de verilen bir edebiyat ödülü.

💫

Dizi İnceleme - 3 Cisim Problemi

Doğada hiçbir şey tek başına var olamaz.


Kelebek etkisi

Çin’de iç savaş, rejimin dayatmalarına uymayan akademisyenler bir bir katlediliyor.

Wang Miao öldü, yaşasın Jin Cheng!

Netflix’in 3 Cisim Problemi bizi kitaptakilerden farklı karakterlerle karşılıyor. Fakat onlarla bir iki bölüm vakit geçirince fark ediyorsunuz ki 3 Cisim Problemi’nin özü aynı.



Xxx