Pek çok efsanede ve kutsal kitaplarda adı geçen Babil Kulesi, yeryüzündeki ulusların ve onların konuşmakta olduğu binlerce dilin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili bir inanış unsurudur: İnsanlar, Tanrıya ulaşmak ve ona daha yakın olabilmek için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişmişlerdir. Kule, çok geçmeden yükselmeye başlamış ve bunu gören Tanrı, kuleyi inşa eden her insana ayrı bir dil vermiş, onları dünyanın dört bir tarafına savurmuştur. İnsanlar birbirleriyle anlaşamadıkları için kulenin yapımı da durmuş ve dünya üzerinde çok sayıda ulus ve bu uluslara ait binlerce dil türemiştir.
Babil Kelimesi
Bâbil, Akad dilindeki bāb-ilû kelimesinden teşekkül etmiştir ve ‘Tanrının kapısı’ anlamına gelmektedir; zira Akad diliyle benzerlikler gösteren Arapçada da bâbkelimesi ‘kapı’ anlamındadır. Kelime, Türkçeye de buradan geçmiştir. Ayrıca, Kur’an’da ve Hristiyanlar tarafından da kutsal kabul edilen, Tevrat ve Zebur‘u kapsayan Museviliğe ait Tanah‘ta da Bâbil’den bahsedilir.
Kelimenin Batı dillerindeki karşılığı babylon ise, yine Akad dilindeki bāb-ilû kelimesinin Yunanca söylenişinden ibarettir. İbranice bavel okunuşunun babel şekline dönüşmesinden türeyen kelime, “Eski Antlaşma” olarak da bilinen ve Hristiyanlarca da kutsal kabul edilen Eski Ahit‘te ‘kargaşa, anarşi’ şeklinde açıklanır.
Babil Şehri
Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya‘da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akadtoprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi1 zamanında yaşamıştır.

Şehir, ilk defa M.Ö. 539 yılında Pers imparatoru Büyük Kiros tarafından ele geçirilir. Sonrasında Pers İmparatorluğu, Büyük İskender‘in hâkimiyeti altına girer ve doğal olarak Babil’i de Büyük İskender yönetir. Büyük İskender’in ölümünden sonra Babil’i işgal eden Selevkoslar ise Babil’de yaşayanları başka bölgelere tecrit ettirirler ve Babil, tarih sahnesinden silinir.
Babil’den günümüze kalan ve üzerinde Sümerlilerin geliştirdiği dilde yazılmış yazılar bulunan bir tablet vardır. Tablet, Sargon dönemine aittir. Ayrıca Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral Nebukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir.
Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye ‘1 dakika’, 60 dakika ‘1 saat’) ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60’lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir.
Babil Kulesi’nin Ortaya Çıkışı
Kulenin ortaya çıkışıyla ilgili anlatı, Eski Ahit‘in ilk kitabı Genesis (Yaratılış=Tevrat)’te şu şekilde geçer (Genesis: Bölüm 11/1-9):
| 1. Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. 2. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler. 3. Birbirlerine, ‘Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim.’ dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. 4. Sonra, ‘Kendimize bir kent kuralım.’ dediler, ‘Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.’ 5. Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi 6. ve şöyle dedi: ‘Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar. 7. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.’ 8. Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. 9. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı. |
Anlatı, dillerin ve ulusların kökenine ait bir açıklama getirir. Diğer taraftan, Yunan mitolojisinde olduğu gibi, Tanrı ve insanlar arasındaki çekişmeye de göndermede bulunur. Zira, Yunan mitolojisinde de hilekarlığının cezası olarak Sysyphos, tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkum edilmiş; yani tanrılar tarafından cezalandırılmıştı.
Kulenin Yapısı
Brueghel’in2 çizimlerinde de rastlanabileceği gibi, aslında yedi katlı bir ziggurat3 olan Babil Kulesi’nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:
1. katı taşı,
2. katı ateşi,
3. katı bitkiyi,
4. katı hayvanı,
5. katı insanoğlunu,
6. katı güneşi ve gökyüzünü,
7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.
Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz; fakat geleneksel inanışta, 2500 metre uzunlukta olduğundan bahsedilir.
Kulenin Yıkılışı
Yaratılış Kitabında, Kulenin yıkılışından bahsedilmese de Abydenus, Josephus gibi tarihçiler, Tanrının şiddetli bir rüzgârla Kuleyi darmadağın ettiğini belirtirler. Bazı anlatılardaysa Kulenin yıkılışının rüzgarla değil, selle gerçekleştiği aktarılır.
Sonuç
Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izâh etmeye çalışır. İnanış çeşitli efsane ve destan gibi anlatılarda yerini almıştır.

Aslına bakılırsa, Yunan mitolojisinde çok sık karşılaştığımız motiflerden biri olan ‘Tanrıların insanoğlunu cezalandırması’na Babil Kulesi’nde de rastlamak mümkündür: Tanrı, kendisine ulaşmak isteyen ve bir bakıma kendisine baş kaldıran insanoğlunu, birbirlerini anlamayacak hâle getirererek cezalandırır ve onlara gücünü hatırlatır. Bu da anlatıya dinî bir nitelik kazandırır ve anlatının, skolastik düşüncenin egemen olduğu zamanlarda, kilise veya din adamları tarafından dinî duyguları pekiştirmesi amacıyla ortaya çıkarılmış olabileceği fikrini uyandırır.
1 M.Ö. 1810-1750 yılları arasında yaşayan ve kanunları ile ünlü olan Babil kralı. Babil’i, devlet iken imparatorluk hâline getirmiştir.
2 Pieter Brueghel: 16. yüzyılda Rönesans döneminde yaşayan Hollandalı ressam. Babil Kulesi ile ilgili önemli birkaç portresi vardır.
3 Mezopotamya’da tapınaklara verilen isim.
♻️
“Biz İsrâiloğulları’na kitapta şunu bildirdik: Doğrusu siz yeryüzünde iki kez bozgunculuk çıkaracak ve gerçekten büyük bir taşkınlıkla büyüklenip azacaksınız.~isrâ,4”
⚠️Mısır'da yaşayan ve Kur'an'da bahsedildiği gibi Firavun'a yakın ve inşaat işleriyle ilgili bir kişiydi: "Firavun dedi ki: 'Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım; çünkü gerçekten ben onu yalancılardan sanıyorum." (Kasas 38)‼️
⚠️🌈NoT:👩🏼⚕️Selda Olbrich:Babil bahçeleri=Hz İbrahim+Hz Hûd & Babil Kulesi=Hz Musa+Hz Harun#DÖNEMİ🌈‼️
Öyküye göre Nimrod Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. 13. yy. İslam tarihçilerinden Ebu el-Fida da aynı öyküden bahseder ve İbrahim'in atası Hud'un kendi dilini (İbranice) muhafaza etmesine izin verildiğini ekler. Zira Hud kulenin inşasına katılmamıştır
“Ben yalnızca yürürken düşünebilirim. Durduğumda düşüncelerim de durur; benim kafam bacaklarımla hareket eder.” sözüyle içindeki naif insanı ortaya sererdi.
Rousseau, farklı eserleri arasında bağ kurmayı, aynı fikri farklı yollarla anlatmayı severdi. Rousseau’nun “Dillerin Kökeni” adlı denemesi ile diğer bir kitabı olan “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni ve Temeller Üstüne Söylem” adlı eseri arasında açıkça görülen fikir birliği de buna çok iyi bir örnektir.
Zülfü Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm” kitabında ne güzel der: “Anadil öyle bir şeydi ki, aynı şeyi başka dilde söylediğinde bütün anlamı, rengi, kokusu yitip gidiyordu.”
ile ilgili kuramlar üretmişlerdir. Max Müler, dillerin insanların doğayı taklit etmesiyle ortaya çıktığını söylemiş ve yansıma kuramını ortaya atmıştır. Otto Jespersen; müzik kuramını savunmuş ve dil ve müziğin aynı kökenden geldiğini savunmuştur. Kvergiç'e göre dil ilk olarak jestlerden oluşmuştur. Güneş- Dil kuramı olarak bilinen bu görüşe göre Kvergiç, Türkçenin bilinen ilk dil olabileceğini öne sürmüştür.
“Üzerine tırmanmadan inşa etmek mümkün olsaydı Babil Kulesi’nin yapılmasına belki izin verilirdi.”
Bu söz Franz Kafka’nın Aforizmalar kitabından.
🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍🌍
BABİL KULESİ “GÖK VE YERİN HİKAYESİ”
Hikayenin kendisi – sadece dokuz ayette anlatıldığı gibi – edebi ve felsefi ustalığın kısa ve özlü bir şaheseridir.
Dikkat edilmesi gereken ilk konu, bu anlatının tarihsel arka planının doğru olmasıdır. Kule veya zigurat, uygarlığın beşiği olan Dicle-Fırat vadisinin eski Mezopotamya şehir devletlerinin en büyük sembolü idi. İnsanlar ilk olarak burada yerleşmiş, tarıma geçmiş ve şehirler inşa etmişlerdi.
Tora, çevresel bir vaka ve Mezopotamya’nın en büyük icatlarından biri olan (tekerlek, yapı kemeri ve takvim ile birlikte) yapı malzemeleri yapabilme, toprağı kalıplara döküp, güneşte kurutup ve nihayet fırınlarda pişirerek yapılan tuğlaları üretme kabiliyetinden bahseder. Bu, daha büyük ölçekte binaların inşasını mümkün kılmıştır ve o güne kadar olduğundan daha yükseklere ulaşmalarını sağlamıştır. Bundan sonra, belli bir dini öneme sahip olan ve birçok kattan oluşan basamaklı bir bina olan zigurat gelmiştir.
Tora’nın atıfta bulunduğu Babil’in büyük ziguratı, yedi katlı, 300 ayak yüksekliğinde ve yaklaşık aynı taban ölçülerine sahipti (daha fazla ayrıntı için ❕Nahum Sarna tarafından yazılmış “Understanding Genesis” kitabına bakılabilir.)
En ustacalarından biri, l-v-n, “tuğla” ve n-v-l, “karıştırma” gibi iki anahtar kelimenin birbirinin tam tersi olmasıdır. Tora’da sıkça olduğu gibi, edebi teknik, Tora’nın iletmek istediği ahlaki veya manevi mesajla yakından ilgilidir. Bu durumda, ters çevirme olgunun kendisidir.
❗️İnsan davranışının sonuçları genellikle amaçlananın tam tersidir.
Onlar, (Tora’nın açılış ayetlerinde verilen mesajın) en büyük yaratıcı gücün dil olduğunu (“Ve Tanrı dedi.… Ve oldu”) fark edememişlerdi.
Tora için kutsal olan şey güç değil, onu kullandığımız alandır ve bu doğası gereği dille ilişkilidir – ideallerimizi şekillendirdiğimiz, ifade ettiğimiz, yaratıcı olasılıklar inşa ettiğimiz ve başkalarını onları gerçekleştirmemiz için bize katılmaya çağırdığımız araç dildir. Söz, işten önce gelir.
Hikaye, yine bir dizi sözlü ipucuyla bunu işaret etmektedir. Birincisi, bölümün hem başlayıp hem de bittiği, kol ha-aretz, “tüm yeryüzü” ifadesidir. Şöyle başlar, “Tüm yeryüzü tek bir dile ve tek amaca/konuşmaya sahipti” ve şöyle sona erer, “Tanrı onları oradan tüm yeryüzüne dağıttı.” (Kol ha-aretz ifadesi Babil hikayesinin anlatıldığı dokuz ayette beş kez geçer: Kutsal Kitap’ta üç, beş ve özellikle yedi kez tekrarların tümü kilit bir temanın varlığını işaret eder).
⚠️ Onları (İsrailoğullarını hile ve hıyanetleri, isyan ve fitneleri sebebiyle) yeryüzünde ayrı ayrı topluluklar halinde paramparça edip (farklı bölgelere) dağıttık. (Bunların)Kimileri salih (davranışlar içerisindedir, ama genellikle)onların dışında kalanlar aşağılık kimselerdir. Olur ki dönerler (ve tevbe ederler) diye onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.~ Â’râf,168‼️
İkincisi ş-m fonemidir (en temel ses birimi), “şem” olarak okunabilir ve “orada” anlamında olabilir ya da yine “şem” olarak okunur ve “isim” anlamında olabilir. Bu kelime bu dokuz ayette yedi kez geçer ve inşaatçıların kuleyi inşa ederken ulaşmaya çalıştığı yer olan “gök” anlamındaki şamayim kelimesiyle açıkça bağlantılıdır.
Hikaye, yine bir dizi sözlü ipucuyla bunu işaret etmektedir. Birincisi, bölümün hem başlayıp hem de bittiği, kol ha-aretz, “tüm yeryüzü” ifadesidir. Şöyle başlar, “Tüm yeryüzü tek bir dile ve tek amaca/konuşmaya sahipti” ve şöyle sona erer, “Tanrı onları oradan tüm yeryüzüne dağıttı.” (Kol ha-aretz ifadesi Babil hikayesinin anlatıldığı dokuz ayette beş kez geçer: Kutsal Kitap’ta üç, beş ve özellikle yedi kez tekrarların tümü kilit bir temanın varlığını işaret eder).
İkincisi ş-m fonemidir (en temel ses birimi), “şem” olarak okunabilir ve “orada” anlamında olabilir ya da yine “şem” olarak okunur ve “isim” anlamında olabilir. Bu kelime bu dokuz ayette yedi kez geçer ve inşaatçıların kuleyi inşa ederken ulaşmaya çalıştığı yer olan “gök” anlamındaki şamayim kelimesiyle açıkça bağlantılıdır.
Yaratılış anlatısındaki iki kelime belirleyicidir. Birinci kelime, yedi kez geçen “iyi” anlamındaki “tov” kelimesidir. Tanrı “olsun” dedi ve Tanrı “iyi olduğunu” gördü. Yaratılış 1.Bölüm’deki yaratılış, öncelikle Tanrı’nın gücü ile ilgili değil, Tanrı’nın ve yaptığı evrenin iyi olması ile ilgilidir. Tarihsel bağlamda, bu sıradışı, alışılmışın dışında bir ifadedir. Çünkü, eski dönemlerde dünya tehlike, felaketler, kıtlıklar ve sellerle dolu, tehlikeli ve tehdit edici bir yer olarak görülmektedir.
Din, insanların büyü ve mitler aracılığı ile dünyevi öğeler üzerinde egemenlik kurma ya da dünyadan mistik bir kaçış sağlama çabasıydı. Buna karşı Yahudilik, dünyanın iyi olduğu konusunda şaşırtıcı bir iddiada bulunmuştur. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü, Yahudiliğe göre evren, kör çarpışmaların, rastlantısal bir araya gelişlerin ve rastgele mutasyonların değil, tek bir yaratıcı iradenin sonucudur.
Tora, “Tanrı’nın kapısı” anlamına gelen Babil kelimesi için kendi etimolojisini verir: Babil kelimesi, “karıştırmak” anlamına gelen İbranice b-l-l kökünden türetilmiştir. Bu kelime bir yandan dillerin karıştırılmasını ifade ederken bir yandan “iki şeyi birbirine karıştırmak” anlamındadır ve Babillilerin suçlu olduğu konu budur: Daima ayrı olması gereken, yeri ve göğü karıştırmak. B-l-l kökü, “ayırt etmek, ayırmak” anlamında b-d-l kökünün tam zıttıdır ve bu kök (b-d-l) Yaratılış 1. Bölüm’ün ana eylemini oluşturur.
B-l-l kökü, “ayırt etmek, ayırmak” anlamında b-d-l kökünün tam zıttıdır ve bu kök (b-d-l) Yaratılış 1. Bölüm’ün ana eylemini oluşturur.
b-d-l kökü, “ayırmak, ayırt etmek, bölmek” anlamına gelir. Bu kelime, Yaratılış 1. Bölüm’de beş kez geçer. Evrenin iyi olması bir düzen, sınırlar ve farklılıklar meselesidir. Tanrı, farklı alanları ayırır:
“Het” yani “günah” kelimesi, “hedefi kaçırmak” anlamına gelir. “Avera” kelimesi, sınırı geçip yasak bölgeye girmek demektir.
1. gün, ışığı ve karanlığı ayırır,
2. gün, yukarıdaki ve aşağıdaki suları ayırır,
3. gün, kara ve denizi ayırır;
ve her birini uygun nesne veya yaşam formlarıyla;
4. gün, Güneş ve Ay,
5. gün, kuşlar ve balıklar,
6. gün, kara hayvanları ve insanlık ile doldurur.
fizikçi Gerald Schroeder’in belirttiği gibi (“Genesis and the Big Bang” kitabında) İbranice şu kelimelerle ima edilir: “erev” ve “boker”, “Ve akşam oldu (erev) ve sabah oldu (boker)” İbranice’de “erev” farklılaşmamış, karışım demektir. “boker” kelimesi ise “yansıtmak, düşünmek, berraklık aramak” anlamına gelen kökten gelir. Yıldızların, gezegenlerin ve yaşamın doğuşunun kendisi, kaostan düzenin çıkışıdır.

Düzenli bir evren, her türdeki cansız, canlı ve insanın uygun bir yere sahip olduğu barışçıl bir evrendir.
Tanrı düzen yaratır; insan kaos yaratır ve sonuç kaçınılmaz olarak yıkıcıdır.

En temel sınır, Tora’nın ilk cümlesinde, “gökler” ve “yer” arasında belirtilir.
Mezmurlar’da şöyle denir: “Gökler Rab’bin gökleridir, fakat yeri insana verdi” (Mezmurlar 115:16). Bu temel ayrım esastır. Tanrı, Tanrı’dır, insan insandır.
⚠️Yakup’un oğullarından birinin adı Yehuda’dır ve onun soyundan gelenlere “Yahudi” denmiştir, bu kelime daha sonra farklı anlamlarda kullanılmış ve nihayet bu milletin tamamını anlatır olmuştur.‼️
🏗️İnsanlar, Şinar Ovası’nda bir araya gelir ve “göğe erişecek” bir şehir ve bir kule inşa etmeye karar verirler.
Babil ve diğer Mezopotamya şehirlerinin ziguratları, Mısır piramitleri gibi. Dicle – Fırat vadisi ve Nil deltasının düz toprakları üzerine inşa edilmişlerdi, bir kule gibi yükseliyorlardı. Bunların insan elleriyle inşa edilmiş yapay dağlar olması, yapıcılarına insanların tanrısal güçler edindiğini öne sürmesine neden olmuştur. Göğe uzanan bir merdiven inşa etmişlerdi.
Onların aşırı kibirlerini ve güç zehirlenmesini sona erdirmek için Tanrı yalnızca “dillerini karıştırdı.” Artık birbirlerini anlamıyorlardı. Sahneyi gözümüzde canlandırabiliriz. Bir ustabaşı tuğla ister ve ona çekiç verilir. Bir işçiye sağa gitmesini söyler, o ise sola döner. Proje anlaşmazlık batağına saplanmıştır. İnsanlar göğe erişmeye çalışmış ama sonunda yanlarındaki kişinin ne dediğini anlayamaz olmuştur. Bitmemiş kule, övünçle dolu hırsların bir sembolü haline gelmiştir. İnşaatçılar istediklerini yapmayı başarmışlardır, ama istedikleri biçimde değil. “Kendileri için bir isim yapmak” istemişler, ancak göğe ulaşma yeteneklerinden bir isim yapmak yerine; Babil, kargaşanın sembolü, kibir kendi düşmanları olmuştur.

Kule inşaatçılarının günahı buydu. Hedefleri (“göğe ulaşmak”) gülünçtü ve gerçekten de Tora bununla ilgili şaka yapmaktadır. Üç yüz ayak yüksekliğindeki yapılarının göğe ulaştığını düşünmektedirler, oysa Tanrı’nın ona bakmak için “aşağıya inmesi” gerekmektedir (Genel olarak, Tora’da Tanrı’yı güldüren tek şey insanların kendilerini tanrılar gibi görmelerdir). Ancak durum gülünç olmaktan daha kötüydü. Rabbi Naftali Zvi Yehudah Berlin (1817-1893), Çarlık Rusyası’nda yazarken, Babil’i farklı kitlelerin tek bir topluma indirgendiği, dünyanın ilk totaliter rejimi olarak görmektedir [bu nedenle, “Tüm yeryüzü tek bir dile ve birleşik sözlere sahipti” (Yaratılış 11:1)]. Teknolojik kabiliyetleriyle sarhoşa dönmüş Babil’in inşaatçıları tanrılar gibi olduklarına ve kendi kozmopollerini, insan yapımı minyatür evrenlerini inşa edebileceklerine inanmaktadır. Yeryüzü ile yetinmeyip, gökte bir mesken inşa etmek istemişlerdir. Bu, birçok uygarlığın yapmış olduğu bir hatadır ve sonuç felakettir.

İnsanlar insandan daha fazlası olmaya çalıştığında, hızlıca insandan daha aza dönüşürler. Lord Acton’un belirttiği gibi, Sokrates, Platon ve Aristoteles’i doğuran Atina’nın büyük şehir devleti, “vicdanı kemiren, kalbi sertleştiren sınırsız bir güce sahip olunca” kendi kendini yok etmiştir. Atina’da yanlış giden şey, “Devlet’ten daha üstün bir yasa olmadığı – yasa koyucunun yasaların üstünde olduğudur.”
Sadece Tanrı Tanrı olduğunda, insan insan olabilir. Bunun anlamı, göğü ve dünyayı ayrı tutmak, dünyayı yalnızca göğün bilinçli egemenliği altında düzenlemek demektir. Bu olmadan, azınlık uğruna insanların çoğunluğunu feda etmelerini engellemek ya da çoğunluk için azınlıkları feda etmelerini engellemek için pek az neden kalmaktadır. Sadece yaratılışın bütünlüğüne saygı duyulması, insanların kendilerini yıkıma uğratmasını önler. İlahi düzendeki alçak gönüllülük, insanlığın kısıtlama olmadan güce ve haksız kuvvete sahip olmaya çalışmasına karşı en iyi ve son güvencemizdir. Babil, bir ütopya hayaliyle başlayıp cehennem kabusu ile son bulan ilk uygarlıktı, ama ne yazık ki son değildi. Bir “tov” (iyi) dünyası, bir avdala, ayrım ve sınırlar dünyasıdır. Bu sınırları aşanlar kendileri için bir isim yapabilirler ancak yaptıkları isim Babil’dir, yani kaos, karışıklık ve hem doğanın (Tanrı’nın yarattığı dünya) hem de kültürün (bizim yarattığımız dünya) önkoşulu olan düzenin kaybı anlamına gelir.
Kaynak: “Covenant & Conversation,” Rabbi Jonathan Sacks


🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️🏗️
Firavun'un yardımcısı Haman, Kur'an'ın mucizesi oldu.
Kur'an, her asrı bir mucizeyle selamlıyor
Kur'an'da Firavun'la birlikte adı geçen kişilerden biri "Haman"dır. Haman, Kur'an'ın 6 ayrı ayetinde, Firavun'un en yakın adamlarından biri olarak zikredilir. Buna karşılık Tevrat'ta Hz. Musa'nın hayatını anlatan bölümde değil de ondan yaklaşık 1100 sene sonra yaşamış ve Yahudilere zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak geçer.
❗️Fransız bilim adamı Prof. Dr. Maurice Bucaille "Haman" ismini bir Fransız Mısır bilimcisine verdi ve bu ismin Kur'an'da geçtiğini söylemeden, "7. yüzyıldaki bir Arap el yazmasından alıntı" olduğunu belirtti. Uzman, 7. yüzyıldaki bir Arap el yazmasına hiyerogliflere ait bir bilginin geçirilmiş olmasının mümkün olmadığını, fakat Firavun sarayının isim listelerine bakacağını söyledi.
Sonra bakıldığında gerçek bir kez daha ortaya çıktı. Ortaya çıkan sonuç önemli bir gerçeği ifade ediyordu. Haman, Kur'an'a karşı çıkanların iddiasının aksine, aynen Kur'an'da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır'da yaşayan ve Kur'an'da bahsedildiği gibi Firavun'a yakın ve inşaat işleriyle ilgili bir kişiydi: "Firavun dedi ki: 'Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım; çünkü gerçekten ben onu yalancılardan sanıyorum." (Kasas 38)
Eski Mısır yazıtlarında Haman'ın adının bulunması Kur'an aleyhindeki iftiraları boşa çıkarmakla kalmayıp, onun Allah katından olduğunu bir kez daha ortaya koyuyordu. Zira Kur'an'da indiği devirde ulaşılması ve çözülmesi mümkün olmayan bir tarihî bilgi mucizevî şekilde bizlere aktarılıyordu.
Hz. İbrahim bir firavun muydu?
Güncelleme Tarihi:
İbranice uzmanı Messod ve Roger Sabbah’ın kitabı “Çıkış’ın Sırrı -İbranilerin Mısır kökeni”, Eski Mısır uzmanlarıyla Yahudileri tabii ki (haklı olarak) çok kızdırdı. Niye, aşağıdaki alıntıları okuyunca anlayacaksınız. Kimseyi rencide etmek istemem, ama bu haliyle Çıkış Efsanesi bana çok daha cazip ve inandırıcı geldi. Yeniden yazmaktansa, işin kolayına kaçıp (Le Figaro’dan alıntıyla)
Messod ve Roger Sabbah bu 'muammayı' çözmeyi başardılar.
Tevrat'ta anlatıldığı şekliyle, Yahudiler'in Mısır'dan Musa'nın önderliğinde kaçışının hiçbir tarihi kaydı yoktur; çünkü Yahudi tarihinin 'Yahudiler'in Göçü' diye verdiği olay, Ahet-Aton kentinde yaşayan tek tanrılı Mısırlılar'ın Firavun Ai tarafından sürülüşünden başka birşey değildir.
Mısır'ın ilk tek tanrıya inanan firavunu Ahenaton'un ölümünden sonra, Firavun Ai, Ahenaton'un başkenti Ahet-Aton (şimdiki Tell el-Amarna) halkını sınırdışı etti. Böylece tek tanrıcılığı Mısır'dan atmış oldu.
Ancak, tek tanrıcılık yok olmadı. Ahet-Aton halkı Sazlıklar Denizi'ni aşarak Sina Çölü'ne geçti. 'Denizin yarılması' efsanesi de Mısır mitolojisinde yer alan 'Anadeniz'in Firavun tarafından ikiye açılması' efsanesinden farklı birşey değildir. Filistin'in Kenan bölgesine yerleşen Mısırlı rahipler ve asillere 'Firavun'a (yani Ahenaton'a) tapan' anlamına 'Yahud' adı verildi. Yahudlar, burada Yahuda Krallığı'nı (Yuda) kurdular.
Yani Tevrat'ta adı geçen Hz. İbrahim, Sara, İshak, Rebeka, Yakup, İsrail, Laban ... hepsi aslında Mısırlı asillerdi. Böylece, iki araştırmacının çalışmaları sonucunda 'kimin kim olduğu' da ortaya çıkmış oluyor:
Hz. Musa, ileride Firavun 1.Ramses adıyla tahta geçecek olan Mısırlı general Moşe (Ra-Messu) idi. Yuşa (Musa'nın halefi) ise Musa'nın büyük oğlu.
Ve en önemli bulgu, bugüne kadar çözülememiş sır da ortaya çıktı :
Hz. İbrahim, Firavun Ahenaton'dan başkası değildi. (Müslüman Mısırlılar bugün bile bu firavundan 'Ahenaton Aleyhisselam' diye söz ederler.)
Bu bulgular doğruysa, sadece 3500 yıl öncesine ait tarih yeniden yazılmayacak. Yahudiler'in anavatanının Filistin değil, Mısır'ın Yukarı Nil kıyıları olduğunun ortaya çıkmasıyla, yakın tarihe bakış da gözden geçirilecek.
ORTAK ATAMIZ AHENATON MU ?
TC Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın Harran'da Nisan ayında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ile ortaklaşa düzenlediği seminerde 'Ortak Atamız' olduğu dünyaya ilan edilen İbrahim Peygamber, iddiaya göre, Mısır'ın tek tanrılı firavunu Ahenaton'dan (MÖ 1372-1354) başkası değildi:
Amenofis IV, MÖ 1372'de firavun oldu. Nefertiti'nin kocasıdır. 1366'da başkentini Teb'den yeni inşa edilen Ahet-Aton'a (bugünkü Tell El-Amarna) taşıdı. Adını 'Kürenin (Güneş) beğendiği' anlamına gelen Ahenaton şeklinde değiştirdi. Atalarının çok tanrılı Amon dinini reddederek, tek tanrılı evrensel Aton dinini resmi din ilan etti. Yerine geçen firavunlar tek tanrılı dini silerek ve yeni başkenti yıkarak Amon kültüne geri döndüler.
(*) 24.09.2000 tarihli Hürriyet’te yayımlanan bu yazı, haberüslubuyla kaleme alındığı için bulguları ve iddiaları fazlaca kesin bir dille anlatıyor. Bunların, ispatı zor (ama cazip) bir iddia olduğunu hatırlayarak okumakta yarar var.
Not-1: Aheneton'a atfedilen bir şiir
Tanrı uludur, birdir, tektir.
Ondan başkası yoktur.
Bir tanedir,
O'dur her varlığı yaratan
Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh...
Ta başlangıçta vardı Tanrı,
Tek varlıktı o.
Hiç birşey yokken o vardı.
Herşeyi o yarattı (...)
Ezelden beri süregelen varlığı,
Ebediyete kadar sürecek,
Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir onu.
İnsanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman...
Not-2: Bir önceki, Masai-Maya yazısının anlaşılması için de ilave edeyim: Başrahip Ai, tek tanrıya inanan Ahet-Aton ileri gelenlerine (rahipler, aydınlar), imparatorluğun kuzey-doğu sınırında verimli topraklar “vaat etmiş”, başlarına da, adı Mısır dilinde de İbranice’de de “Nehirden gelen” anlamına gelen (Ra-Messu = Moşe = Musa) bir general koymuştu. Ai, Ahet-Aton kentinde yaşayan ve Firavun Ahenaton’un güvenliğinden sorumlu özel askeri birliklere de, İmparatorluk’un bu kez güney-doğu sınırında, başka verimli topraklar vaat etmişti. Bu askerler zenciydi ve yerleştikleri yeni topraklara, kendi dillerinde “vaat edilmiş topraklar” anlamına gelen “Masai-Maya” adını verdiler. Yazarlar, Masai’lerin bir çeşit tek tanrılı dine inandıklarını, alınlarında Yahudiler gibi kutsul dualar taşıdıklarını, ritüellerinin Musevilik’e çok benzediğini iddia ediyorlar.
ANKEBÜT SÛRESİ
﴿ فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا اقْتُلُوهُ اَوْ حَرِّقُوهُ فَاَنْجٰيهُ اللّٰهُ مِنَ النَّارِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٢٤﴾ ﴾
24. (İbrâhim Aleyhisselâm’ın) kavminin cevabı: ″Onu öldürün yahut onu yakın″ demekten başka bir şey olmadı (ve onu ateşe attılar). Allah’u Teâlâ da onu ateşten kurtardı.
İzah: İbrâhim Aleyhisselâm’ın ateşe atılması ve o ateşin gül bahçesine dönerek Allah’u Teâlâ’nın, onu o ateşten kurtarması hakkında geniş bilgi için Sûre-i Enbiyâ, Âyet 68-69 ve izahına bakınız.
📕Enbiyâ sûresi:68-71=TEFSİR:
Hz. İbrâhim’in bu açık tebliğine karşı söyleyecek makul hiçbir söz bulamayan o bedbaht kavim, kuvvetçe üstünlüklerine güvenerek zorbalık yolunu tuttular ve İbrâhim (a.s.)’ı ateşte yakma kararı aldılar.
Çünkü putlarını diline dolayan ve onlara hakaret eden birinin cezası ancak bu olmalıydı.
Rivayete göre putperestler durumu kralları Nemrûd’a bildirdiler. Bunun üzerine Nemrûd, İbrâhim (a.s.)’ı çağırttı. Nemrûd’un huzûruna giren herkes, öncelikle ona secde ederdi. Hz. İbrâhim ise, secde etmedi. Nemrûd, merak ve hiddetle sebebini sorunca da:
“–Seni ve beni Yaratan’dan başkasına secde etmem!” dedi. Nemrûd:
“–Senin Rabbin kim?” deyince, İbrâhim (a.s.):
“–Benim Rabbim, dirilten ve öldüren Allah’tır” dedi. Nemrûd:
“–Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi. Zindandan iki kişi getirtti. Birini öldürdü, diğerini ise serbest bıraktı. Sonra da:
“–Bak, ben de bu işi yapıyorum” dedi. Lâkin ahmak Nemrûd, diriltmenin rûh vermek; öldürmenin ise rûh almak olduğunu bilmiyordu. Bu kez İbrâhim (a.s.):
“–Benim Rabbim, güneşi doğudan doğdurur. Gücün yetiyorsa sen de batıdan doğdur!” dedi. O melun kâfir apışıp kaldı. (bk. Bakara 2/258)
Karşılıklı bu konuşmalar ve tartışmalar üzerine son derece hiddetlenen Nemrûd, ona nasıl bir ceza verileceği husûsunda avânesini toplayıp istişâre etti. İçlerinden biri:
“–Onu büyük bir ateşte yakalım!” teklifinde bulundu.
Bu teklif kabul edildi. Ateş için hazırlıklar başlatıldı. Bir ay odun taşındı. Câhil ve ahmak halk, “Bu, bizim putlarımıza karşı çıkıyor!” diye odun taşıma işinde seferber oldular. Dağ gibi odun yığıldı. Yakılan ateşin alevleri semâlara çıkıyordu. Harâretinden dolayı, kuşlar yakınından bile geçemiyordu. Bütün hazırlıklar bitince halk, ateşin başına toplandı. Hz. İbrâhim elleri kelepçeli ve ayakları prangalı bir şekilde oraya getirildi. Ancak o büyük peygamber “Halîl” olduğu için çok zor bir durumda olmasına rağmen büyük bir teslîmiyet ve tevekkül içinde idi. Gönlünde en ufak bir korku ve endişe yoktu. Nemrûd ve cemâati, O’nun ateşe nasıl atılacağını müzâkere ettiler. Nihâyet, mancınıkla atılmasına karar verdiler. Yerdeki ve gökteki melekler, hayret içinde:
“–Aman yâ Rabbî! Seni en çok zikreden İbrâhim (a.s.) ateşe atılıyor! O seni bir an bile unutmayan bir peygamberdir. Ona yardım etmek için bize izin verir misin Allahım?” diye yalvardılar. Allah Teâlâ’nın izin vermesi üzerine bir melek Hz. İbrâhim’e gelerek:
“–Rüzgârlar emrime verildi. Arzu edersen ateşi darmadağın edeyim!” dedi.
Diğer bir melek:
“–Sular emrime verildi. İstersen ateşi bir anda söndüreyim!” teklifinde bulundu.
Bir başka melek:
“–Toprak emrime verildi. Dilersen ateşi yere batırayım!” dedi.
İbrâhim (a.s.) ise, bu meleklere:
“–Dost ile dostun arasına girmeyin! Rabbim ne dilerse ben ona râzıyım! Kurtarır ise, lutfundandır. Eğer yakar ise, kusûrumdandır. Sabredici olurum inşallah!” diye mukâbelede bulundu. Mancınığa konup ateşe atılmak üzere iken de İbrâhim (a.s.):
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Allah bize yeter, o ne güzel vekîldir” diyordu. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 57-58; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 162-163; Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 303)
İbn Abbâs (r.a.)’ın rivayetine göre Hz. İbrâhim bu sözü, ateşe atılırken söylemiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de bu sözü, “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakın!” denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine müslümanların imanları artmış ve hep birlikte: “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek (bk. Âl-i İmrân 3/173) Allah’a karşı eşsiz bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir. (Buhârî, Tefsir 3/13)
İbrâhim (a.s.) tam ateşe atılmak üzereyken Cebrâil (a.s.) geldi ve:
“–Bir dileğin var mı?” diye sordu. Hz. İbrâhim:
“–Evet, bir dileğim var, fakat senden değil!” cevâbını verdi.
Cebrâil, İbrâhim (a.s.)’a hayretle:
“–Niçin Allah’tan kurtuluş istemiyorsun?” dedi.
O da:
“–Hâlimi O biliyor! Ateş kimin emri ile yanıyor? Yakma kimin işidir?” diye cevap verdi. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 162)
Şâir bu cevâbı, “Âgâh olunca hâle, hâcet mi kalır suâle!” şeklinde mısrâya dökmüştür.
Allah Teâlâ, Hz. İbrâhim’in meleklerden bile müstağnî davranıp bütün talebini Hakk’a yöneltmesinden râzı olmuş, onu Kur’ân-ı Kerîm’de: “O çok vefakâr İbrâhim” (Necm 53/37) âyet-i kerîmesiyle senâ etmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, O’nu: “Rabbi ona: «Teslim ol!» buyurmuş, o da: «Bütün varlığımla Âlemlerin Rabbine teslim oldum» demişti” (Bakara 2/131) âyet-i kerîmesiyle de, teslîmiyet timsâli olarak takdîm ve taltîf etmiştir.
İbrâhim Halîlullâh’ın bu yüce teslîmiyeti ve yalnız Hakk’a tevekkülü üzerine, o daha ateşin içine düşmeden Allah Teâlâ, ateşe “Ey Ateş! İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ 21/69) diye emretti. Bu emirle birlikte İbrâhim (a.s.)’ın düştüğü yer bir anda gülistâna döndü. Hatta bu emirle birlikte, yeryüzünde bütün ateşlerin belli bir müddet serin hâle geldiği söylenir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 58)
Nakledildiğine göre orada tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Bir rivayete göre, cennetten bir gömlek indirildi ve İbrâhim (a.s.)’a giydirildi. Bu gömlek, daha sonra İshâk (a.s.)’a, ondan Yâkub (a.s.)’a, ondan da Yûsuf (a.s.)’a intikâl etti. Hz. Yâkub’un gözleri âmâ olduğu zaman, Yûsuf (a.s.)’ın gönderip de gözlerinin açılmasına vesîle olan gömlek, işte bu gömlekti.
Hz. İbrâhim’i ateşe atmalarından sonra Allah onların üzerine en zayıf yaratığı olan sivrisineği Musallat etti. Aradan vakit geçmeden Nemrut, arkadaşlarının ve atlarının parıldayan kemiklerini gördü. Bu sinekler onların etlerini yemiş, kanlarını içmişti. Bir tanesi de Nemrud’un burun deliğine girdi ve beynine ulaşıncaya kadar önüne geleni kemirip durdu. İnsanlar arasında en değerli kabul ettiği kişi, demir bir balyozla kafasına vuran kişi oluyordu. O yaklaşık kırk yıl bu şekilde kaldı ve sonunda telef olup gitti.
Allah’ın Halîli’ne düşmanlığın sonu böylesine felâket oldu. Cenâb-ı Hak dostu İbrâhim’e ve onun amcası oğlu Lût (a.s.)’a ise şu ihsanlarda bulundu:






Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️