4 Haziran 2024 Salı

HACI BAYRÂM-ı VELÎ & Ankara Tarihi

  
 
Dinler,
diller, kültürler tarih boyunca vardır. Fakat, milliyetçilik kavramı Fransız
İhtilalinden sonra ortaya çıkmıştır ve bu insanlık tarihi için yeni
sayılabilecek bir kavramdır. 19. yüzyıla gelindiğinde artık Osmanlı Devleti
çeşitli dil ve dinden insanları barındıran bir toplum olmaktan çıkmıştır. ~ Bursalı Mehmet Tahir Bey

 

HACI BAYRÂM-ı VELÎ

(ö. 833/1430)
Bayramiyye tarikatının kurucusu.
  ~ Engürü’de (Ankara’da) ~ icâzet (diploma) ~ 

Hacı Bayram’ın adı “Kudvetü’s-sâlikîn, kutbü’l-evliyâi ve’l-ârifîn, el-hâdî ilâ tarîkı’l-Hakkı ve’l-yakīn, vâkıf-ı esrâri’l-vâsılîn... 

Hacı Bayram b. Ahmed b. Mahmûd...” şeklinde geçmektedir 

         • Hacı Bayram’ın asıl adının Nûman olduğu

Abdurrahman el-Askerî, Yıldırım Bayezid’in kapıcıbaşısı olan Hacı Bayram’ın asıl adının Nûman olduğunu belirttikten sonra Anadolu’ya gelip Yıldırım’ın askerini târumar eden Timur ’un Yıldırım’ı tutup hapsettiğini,  

Anadolu topraklarında doğup büyüyen bir Türk mutasavvıfı tarafından kurulmuş ilk tarikat olan Bayramiyye’nin pîri Hacı Bayrâm-ı Velî, XIV. yüzyılın ilk yarısında Orhan Gazi döneminde Ankara’da doğdu. 

Taşköprizâde, Mecdî Efendi, Sarı Abdullah Efendi ve İsmâil Hakkı Bursevî’nin verdiği bilgileri aktaran Bursalı Mehmed Tâhir’in risâlesi (Hacı Bayrâm-ı Velî, İstanbul 1329) ve Mehmet Ali Ayni’nin Bursalı Mehmed Tâhir’in eserindeki bilgileri aşmayan hacimli kitabı ile (Hacı Bayrâm-ı Velî, İstanbul 1343), Fuat Bayramoğlu’nun bu iki kitabı temel almakla birlikte daha çok Hacı Bayram ailesi adına vefatından sonra tesis edilen vakıflarla ilgili XVIII ve XIX. yüzyıl resmî belgelerini ihtiva eden ve dikkate değer bir gayret ürünü olan eseri (Hacı Bayram-ı Veli: Yaşamı-Soyu-Vakfı, I-II, Ankara 1983) dışında, hakkında kaynakların tenkidine dayalı ciddi bir çalışma yapılmamıştır. Hacı Bayrâm-ı Velî’ye dair yazılan diğer kitaplar bu eserlerdeki sınırlı bilgilerin tekrarından ibarettir. 

Doğum tarihi, adı, ailesi ve hayatının diğer safhaları hakkında bilgi yoktur. Bursalı Mehmed Tâhir, Abdülkādir b. Yûsuf el-İsfahânî’ye ait 832 (1428-29) tarihli vakfiyede Hacı Bayram’ın adının “Kutbü’l-evliyâ eş-Şeyh el-Hâc Bayram b. Ahmed b. Mahmûd el-Ankaravî” olarak geçtiğini yazar (Hacı Bayrâm-ı Velî, s. 4). Mübârek Galib, Hacı Bayram’ın babasının ve dedesinin adını tesbit açısından çok önemli olan bu vakfiyenin vaktiyle yandığını söyler.

Ancak daha sonra, ölümünden iki yıl önce Ankara’da kurulan bazı vakıflara şahitlik ettiğine dair Ramazan 831 (Haziran 1428) tarihli bir başka vakfiye daha tesbit edilmiştir. Ahmed Çelebi, İbn Mehmed Çelebi, Mecdüddin Ahmed b. Abdülhak, Abdülhak b. Ahmed ve Kadı Mehmed Celâleddin tarafından tesis edilen vakfın vakfiyesinin tesciline şahitlik eden on bir kişinin başında Hacı Bayram’ın adı “Kudvetü’s-sâlikîn, kutbü’l-evliyâi ve’l-ârifîn, el-hâdî ilâ tarîkı’l-Hakkı ve’l-yakīn, vâkıf-ı esrâri’l-vâsılîn... Hacı Bayram b. Ahmed b. Mahmûd...” şeklinde geçmektedir (Bayramoğlu, I, 12; Ateş, s. 21). Bu ifadeden, Hacı Bayram’ın künyesi ve daha hayatta iken çok büyük mânevî nüfuza sahip olduğu da öğrenilmektedir. 

Mehmed Ali Ayni, “Bursalı Mehmed Tâhir’in ve Mecdî’nin verdiği mâlûmata ve tahmine göre” Hacı Bayram’ın 753 (1352) yılında doğduğunu söyler (Hacı Bayrâm-ı Velî, s. 50). Bu iki eserde böyle bir bilgi bulunmadığı halde bu tarih bazı yazarlarca (Gölpınarlı, s. 33) Hacı Bayrâm-ı Velî’nin doğum tarihi olarak kabul edilmiştir. Fuat Bayramoğlu, soyundan gelenler arasında hazreti pîrin doksan yıldan fazla yaşadığına inanıldığını söyleyerek Hacı Bayram’ın 740 (1339-40) yılı dolayında doğmuş olabileceğini ileri sürer (Hacı Bayram-ı Veli, I, 12). Yakın zamanda İsmail Erünsal tarafından ilim âlemine tanıtılan, Bayramî Melâmîleri’nden Abdurrahman el-Askerî’nin 957 (1550) yılında telif ettiği Mir’âtü’l-ışk adlı eserinde de Hacı Bayram’ın doksanı aşkın bir yaşta iken vefat ettiğinin bildirilmesi (vr. 80a) Bayramoğlu’nun tahminini teyit etmektedir. İsmâil Hakkı Bursevî, XVIII. yüzyıl başlarında telif ettiği Silsile-i Celvetiyye’de Hacı Bayram’ın babasının Koyunluca Ahmed diye tanındığını, Safiyyüddin ve Abdal Murad adlı iki oğlu daha olduğunu belirtir (s. 74). Bu bilgi sonraki çalışmalarda aynen tekrar edilmiştir. 

Âşıkpaşazâde’nin, “Rum’dan Şeyh Hacı Bayram vâki oldu. Bunlar duaları makbul azizler idi” (Târih, s. 201) ifadesi dışında XV. yüzyıl kaynaklarında Hacı Bayram’ın hayatı hakkında bilgi yoktur. XVI. yüzyıl müelliflerinden Lâmiî Çelebi, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Ankara’da Çubuk suyu diye tanınan nehrin kenarındaki Solfasol (Zülfazl) köyünde doğduğunu, aklî ve şer‘î ilimleri tahsil ettiğini, Ankara’da müderrislik yaptığını, daha sonra Somuncu Baba’ya intisap ederek kemalâtın en yüksek derecesine ulaştığını, çok etkili olan sohbetinin bereketi sayesinde birçok kimsenin yüce mertebelere vâsıl olduğunu ifade ederek bunlardan yedi kişinin (Ömer Dede, Akbıyık, Baba Nahhâs, İnce Bedreddin, Kızılca Bedreddin, Selâhaddîn-i Bolevî, Muslihuddin Halife) adını sayar (Nefehât Tercümesi, s. 684).

Bu isimler dışında yukarıdaki bilgileri aynen tekrarlayan Taşköprizade Hacı Bayram’ın Ankara’da vefat ettiğini, kabrinin ziyaretgâh olduğunu, burada yapılan duaların kabul edildiğini ilâve eder (eş-Şeḳāʾiḳ, s. 55-56). Hayatı hakkında daha ayrıntılı bilgi, yine bir XVI. yüzyıl müellifi olan Mecdî’nin Şekāik Tercümesi’nde bulunmakta olup (s. 77) Bursalı Mehmed Tâhir, Mehmed Ali Ayni ve Fuat Bayramoğlu’nun Somuncu Baba’ya intisabıyla ilgili verdiği bilgiler bu esere dayanmaktadır. Mecdî, Lâmiî ve Taşköprizâde’deki bilgiye ek olarak Hacı Bayram’ın Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medrese’de müderris iken burayı terkedip Somuncu Baba’ya intisap ettiğini söyler. Mecdî’nin, “Tarikat mensubu güvenilir kişilerden rivayet edilmiştir” kaydıyla naklettiğine göre Somuncu Baba, Şeyh Şücâüddin Karamânî’ye, “Ankara’da Hacı Bayram adlı bir müderris vardır, onu buraya davet et” diyerek kendisini Ankara’ya göndermiş, emri yerine getiren Şeyh Şücâüddin Hacı Bayram ile medresesinde ders verirken görüşmüş ve Şeyh Hamîd’in (Somuncu Baba) davetini bildirmiş, Hacı Bayram da, “Davete icâbet lâzımdır” deyip Şeyh Şücâüddin ile birlikte Kayseri’ye gitmiştir.

Şeyh Hamîd, zâhir ulemâsının ve bâtın erbabının ölülerinin mertebelerini kendisine gösterip hangisini tercih ettiğini sormuş, Hacı Bayram da bâtın erbabının hallerini tercih ettiğini söyleyerek müderrislikten ayrılıp tasavvuf yoluna intisap etmiştir (Şekāik Tercümesi, s. 77). Hacı Bayram hakkında eser yazan adı geçen üç müellif bu olayı tartışmasız doğru kabul etmişlerdir. Mecdî, “Bazı kitaplarda 833 senesinde fevt oldu deyü bulundu” diyerek ölüm tarihine ışık tutar. XVI. yüzyıl kaynaklarında Hacı Bayram hakkında verilen bilgiler bunlardan ibarettir. 

Bu kaynaklarda halifesi olarak tanıtılan müridlerine, Somuncu Baba’ya ve Akşemseddin’e dair bilgi verilirken Hacı Bayram’dan da bahsedilmektedir. Hacı Bayram’la ilgili yayınlarda, bu üç eserle XVII. yüzyılda yazılan Sarı Abdullah Efendi’nin Semerâtü’l-fuâd ve XVIII. yüzyılda yazılan İsmâil Hakkı Bursevî’nin Silsile-i Celvetiyye adlı kitaplarında verilen bilgiler esas alınmıştır. Abdurrahman el-Askerî’nin yeni bulunan Mir’âtü’l-ışk’ı Hacı Bayram’la ilgili çok önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ayrıca XV. yüzyılın sonlarında veya XVI. yüzyıl başlarında yazıldığı tahmin edilen Vilâyetnâme-i Sultan Şücâüddin ile XVI. yüzyılda telif edilen Menâkıb-ı Burhâneddin Eğridirî ve Menâkıb-ı Akşemseddin’de de Hacı Bayram’a dair bazı bilgilere rastlanmaktadır. 

Çocukluk ve gençlik dönemi hakkında bilgi bulunmayan Hacı Bayram’ın müderris olduğu yukarıda adı geçen kaynaklarda tekrar edilmektedir. Yıldırım Bayezid’in İsfendiyaroğulları üzerine çıktığı sefere askerleriyle birlikte müttefik ve rehine olarak katılan Bizans İmparatoru II. Manuel Palaiologos Ankara’da bir Türk müderrisin evinde bir ay misafir olarak kalmış, ev sahibi müderrisle aralarında yirmi altı oturum süren dinî tartışmalar cereyan etmiş, imparator bu tartışmaları diyaloglar şeklinde yazarak faydalanması için küçük kardeşi Mora despotu Theodor Palaiologos’a göndermiştir. 

Eski Yunanca metni Manuel II. Palaiologos Dialoge mit einem “Perser” (Wien 1966) adıyla yayımlanan bu tartışmaların 1391 yılı kış aylarında yapıldığına ve Osmanlı kaynaklarında yer almadığına dikkat çeken Fuat Bayramoğlu, adı zikredilmeyen bu müderrisin Hacı Bayrâm-ı Velî olduğunu ileri sürer.  

⚔️Candaroğlu Süleyman Bey ve Bizans imparatorunun oğlu Manuel Palaeologus da kuvvetleriyle birlikte Osmanlı ordusunun yanında bu sefere katılmışlardı.

 6 Nisan 1392 tarihli bir Venedik raporunda, Bayezid’in vasaldurumunda bulunan Manuel Palaeologus’un Sinop’a karşı yapılacak deniz seferine katılmak üzere olduğu bildirilmekteydi. 

 ❗️Ortaçağ Latincesi’nde vasallus (vasall) şeklinde kullanılmıştır. 

VASAL: Daha güçlü bir devletin koruması altına girme ve ona bağlanma durumunu anlatan siyaset terimi. 

•Bizans İmparatoru II. Manuel, 1391 yılında Osmanlı Sultanı I. Bâyezid’ın Sivas hâkimi Kadı Burhaneddin üzerine düzenlediği sefere Osmanlı sultanının vassalı olarak katılmış ve Osmanlı karargâhındayken Bizans sarayında aslen Venedik vatandaşı olan Demetrios Kidones, Kabasilas, Phothos, Konstantin Asanes gibi ünlü devlet adamlarına 8 mektup yazmıştır.

  

The Travels of Ibn Jubayr and Evliya Çelebi.   


⚠️{ Bizans İmparatoru II. Manuil'in 1391 yılında İranlı bir düşünürle Ankara şehrinde yaptığı tartışmaya yer verdi. (Bu İranlı düşünürün Hacı Bayram Veli olduğu öne sürülmüştür.}  ~ Lübnan kökenli Alman ilahiyatçısı Theodore Khoury'nin bu tartışma konusunda yazdığı yazılar

 Bizans İmparatoru II. Manuil'a atfedilen aşağıdaki sözlerdi:

Bana Muhammed'in hangi yenilikler getirdiğini gösterin, orada hep şeytani ve insanlık dışı şeyler bulacaksınız. Örneğin dini kılıç zoruyla yayması gibi.

‼️Din adına terörizmi uygulayan ilk kişinin, "Haçlı Sefer kahramanı", Fransız şövalyesi Reynaud de Chatillion olduğu belirtildi. "İspanyol Fatihi" Hernan Cortes'in, Papalık'ın onayıyla, 16. yüzyıldaGüney Amerika kıtasındaki yerlileri barbarca kılıçtan geçirdiği örneği verildi.

Osmanlılar (Yıldırım Bâyezid dönemi) ve bizans imparatoru ıı. manuel

II. Manuel, 1391-1425 yılları arasında hüküm sürmüş, Osmanlılarla da münasebet içinde olmuş bir Bizans İmparatorudur. Bizansın en sıkıntılı dönemlerinde İmparatorluk yapmış olan Manuel, küçük yaşlardan itibaren muhtelif devletlerde rehin olarak kalmıştır. I. Murad ve Yıldırım Bâyezid dönemlerinde Osmanlıların yanında rehin olarak bulunan Manuel 1391de Osmanlıların yardımıyla İmparator olmuş, akabinde aynı senenin Haziran ayında Osmanlıların İsfendiyaroğlu coğrafyasına tertip etmiş olduğu sefere tabiiyet anlaşması gereği katılmıştır. Bu sefer esnasında dostlarına mektuplar kaleme almış, Anadolu ve Türkler hakkında bilgiler nakletmiştir. Manuelin bu sefere iştirak etmiş olması Bizansı sıkıntıya sokmuş, Ortodoks Hıristiyanlığında meşruiyet tartışmasının başlamasına sebep olmuştur.
Miryokefalon (Myriokephalon) Muharebesi (Yurttutan Savaşı) Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan ile Bizans imparatoru IManuil arasında yapılan savaştır. Anadolu'da Türk hakimiyetinin kabul edildiği savaştır. Anadolu'nun tapusunun alındığı savaş olarak da bilinir.

Sultan 2. Kılıçarslan ve ordusu (temsili)

Miryokefalon Muharebesi

Anadolu Selçukluları ile Bizans arasında yaşanmış savaş
Tarih17 Eylül 1176


Miryokefalon (Myriokephalon) Muharebesi(Yurttutan SavaşıAnadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan ile Bizans imparatoru I. Manuilarasında yapılan savaştır. Anadolu'da Türk hakimiyetinin kabul edildiği savaştır. 


Papa III. Aleksandre’a bir mektup göndererek Türk meselesini halletmek üzere olduğunu, bundan dolayı Papa’nın Haçlı seferi için çağrıda bulunmasının isabetli olacağını bildirmişti.

Manuil, Papa'ya bir mektup yazarak, zamanın yeni bir haçlı seferi için elverişli olduğunu ve "Anadolu'dan geçen yolun artık güven altına alınacağını" bildirdi.

Bu savaş; Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı II. Kılıçarslan komutasındaki 50 bin kişilik Türk ordusu ile Doğu Roma Bizans İmparatoru Manuel Komnenos komutasındaki 100 bin kişilik değişik milletlerden oluşan karma bir ordunun karşı karşıya geldiği bir savaştır.

Kılıç Arslan'ın ordusunun asker sayısı Manuil'inkinden azdı fakat Selçuklu ordusunun daha fazla hareket imkânı vardı. Selçuklu ordusu, bu dar dağ geçidinin dağ yamaç ve doruklarında toplu olarak bulunuyordu.

Miryokefalon yenilgisi bir yüzyıl önceki Malazgirt Meydan Muharebesi'ndeki Bizans yenilgisine benzemekteydi ancak Malazgirt'te Bizans İmparatoru esir düşmüştü ve I. Manuil hâlâ ordusunun kalıntılarına komuta etmekte serbestti.

Miryokefalon Savaşı, özellikle Anadolu’nun Türkleşmesi açısından çok önemli bir dönüm noktası teşkil eder. 

  • Avrupalı tarihçiler bundan sonra Anadolu'ya Türkiye demeye başlamıştır.
  • Ege sahil şeridi dışında Anadolu’da hâkimiyetTürklerin eline geçmiştir. Bu zaferle Haçlı seferlerinin doğurduğu olumsuz sonuçlar da ortadan kaldırılmıştır. Sultan Kılıçarslan, başta halife olmak üzere komşu hükümdarlara zafernâmeler göndermiş, onun zaferi İslâm ülkelerinde bayram sevinciyle kutlanmıştır.


  • Miryokefalon Savaşı (1176)
Türkler Tribritze Geçidi'nde Rumlara saldırıyor.   
~Melike Hatun Sultan.~
14. yüzyılda Ankara'da yaşamış Türk hayırsever

Ankara şerʻiye sicilinde bulunan 1618 tarihli bir kayıtta, Melike Hâtun’un babasının adının Sultan Alâeddin olduğu bilgisi yer almakta  ve bu kayıttan, Selçuklu hanedan ailesine mensup bir sultan olabileceği sonucuna varılmaktadır.
Babasının hangi "Sultan Alâeddin" (II. Alâeddin Keykubad mi, III. Alâeddin Keykubad mi yoksa 1365'te ölen şehzade Alâeddin mi) olduğu bilinmez. 

• I. Murad döneminde (1360-1389) Melike Hatun tarafından yaptırılır. Taşçılar Sokak’ta, türbesinin yanında olduğu bilinir. Ankara’nın kara taşı ile inşa edildiğinden halk arasında “Kara Medrese” veya “Sevdâviye/Sevâdiye” diye de bilinir. Hacı Bayram-ı Veli, burada müderrislik yapmıştır. 

• Melike Hatun'un yaptırdığı eserler içinde en fazla öne çıkanı, Sevdâviye/Sevâdiye ya da Melike Hâtun Medresesi olarak bilinen, Ankara'nın taşının kara olmasından ötürü "Kara Medrese" de denilen medresedir. Ankara'daki ilk Osmanlı yapılarından biri olan Kara medresenin önemi, tanınmış mutasavvıf Hacı Bayram Veli'nin de kırk yaşına kadar öğrencisi olması ve müderrislik yapmasıdır. Kara Medrese'de eğitim, 19. yüzyıla kadar sürmüştür.

MELİKE HATUN SULTAN TÜRBESİ

• Melike Sultan'ın onarttığı eski mescit, Kirişçiyan/Kirişçiler adlı mahallede idi. Daha sonra camiye dönüşen bu ibadethane ile içinde bulunduğu mahalle, Melike Hatun Sultan'a nispetle "Hatuniye" olarak anılır olmuştur. Zaman içinde Hacıdoğan, Doğanbey, Anafartalar adlarını alan mahalle, 2018'de Hacı Bayram mahallesinebağlanmıştır.

• Melike Hatun'un medresesi ve camisinden geriye günümüze hiçbir şey kalmamıştır. Eyne Bey Hamamı’nın kuzey cephesi yakınında, Taşçılar sokakta, demir korkuluklarla çevrili açık bir mekânda olan mezarı ile yanıbaşındaki Hatuniye çeşmesi günümüze gelmiştir.

Melike Hatun Sultan Mezarı ve Hatuniye çeşmesi 2023

Bayramoğlu, İmparator Manuel’in 1392 Şubatında Yıldırım Bayezid’in ordugâhından kaçtıktan bir süre sonra, Yıldırım’ı beğenmeyen ve onu eleştiren müderrisin de görevinden uzaklaştırıldığını yazdığını bildirir ve Hacı Bayram’ın Mecdî’nin anlattığı şekliyle Hamîd-i Velî’ye intisabının bu olaydan sonra gerçekleştiğini söyler. Ancak Yunanca kaynakta müderrisin padişahı eleştirdiği için görevinden uzaklaştırıldığı ifade edilirken Mecdî, Hacı Bayram’ın davet üzerine Kayseri’ye giderek Hamîd-i Velî’ye intisap ettiğini yazar. Bayramoğlu iki rivayet arasındaki bu farkı göz ardı ederek İmparator Manuel’in adını vermediği müderrisin Hacı Bayram olduğunda ısrar eder (Hacı Bayram-ı Veli, I, 17-18). 

Hacı Bayrâm-ı Velî’nin adı, müderrisliği ve Hamîd-i Velî’ye intisabı konusunda Abdurrahman el-Askerî’nin Mir’âtü’l-ışk’ında orijinal bilgiler bulunmaktadır. Emîr Sikkînî ve Bünyâmin Ayâşî’den sonra Hacı Bayram’ın makamına geçen Pîr Ali Aksarâyî’nin mensubu olan müellif bir mecliste Pîr Ali’ye, Hacı Bayram evlâdının, “Müderris idi, medreseden geldi, derviş oldu” dediklerini hatırlatarak görüşünü sorduğunda Pîr Ali, “Belî, onların dahi sözü gerçektir, aşk medresesinin müderrisidür; ‘ve allemnâ min ledünnâ’ dershânesinin kûşenişînidir. Azizlerimiz bu fakîre böyle takrîr ettiler deyü buyururlardı” diyerek (Erünsal, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, s. 302) 

Hacı Bayram’ın zâhirî anlamda müderris olmadığını açıkça ifade eder. Ayrıca bu dönemi inceleyen eserlerde (Türkiye’de Vakıf Abideler ve Eski Eserler), Ankara’da Karamedrese diye bir medreseden söz edilmediği gibi, böyle bir medrese bulunmuş olsa bile Hacı Bayram’ın burada müderrislik yaptığı kanıtlanmadıkça Pîr Ali Aksarâyî’nin verdiği bilgiye itibar edilmelidir. 

XVII. yüzyıl müelliflerinden Bayramî-Melâmî tarikatına mensup Sarı Abdullah Efendi Hacı Bayram’ın müderris olduğunu, ayrıca Yıldırım’a kapıcıbaşılık yaptığına dair bir rivayet bulunduğunu söyler (Semerâtü’l-fuâd, s. 234). Mir’âtü’l-ışk, hem bu konuda hem de Hacı Bayram’ın Somuncu Baba’ya intisabı konusunda önemli bilgiler ihtiva etmektedir. 

Abdurrahman el-Askerî, Yıldırım Bayezid’in kapıcıbaşısı olan Hacı Bayram’ın asıl adının Nûman olduğunu belirttikten sonra Anadolu’ya gelip Yıldırım’ın askerini târumar eden Timur’un Yıldırım’ı tutup hapsettiğini, Somuncu Baba’nın bu olaylar sırasında Bursa’dan göç ederek Adana’ya gidip Ceyhan nehrinin kenarındaki Sîs Kalesi’nin dağ yamacında bir köyde Nebî Sûfî adlı bir alemdarın evinde ikamet ettiğini bildirir. Somuncu Baba’yı önceden tanıyan Hacı Bayram onun nereye gittiğini araştırır, “Arab evi”ne gittiğini öğrenince sarayda önemli bir protokol görevlisi olan kapıcıbaşı kıyafetini değiştirip tüccar kıyafetine bürünür, yanına aldığı beş altı hizmetkârıyla birlikte Somuncu Baba’yı bulmak için Diyârıarab’a gitmek üzere yola çıkar. Adana’ya ulaşınca bir dostundan Somuncu Baba’nın yerini öğrenir. Hizmetkârlarıyla o köye varıp Nebî Sûfî’nin evini sorar ve nihayet şeyhle mülâki olur, elini öper. Somuncu Baba Anadolu’nun durumunu sorar; o da Yıldırım’ın öldüğünü haber verir. Şeyh Hamîd ona, “Muradın nedir?” deyince Hacı Bayram kendisine hizmet etmeye geldiğini, başka muradı olmadığını söyler. Hacı Bayram, bu fetret zamanında kendisiyle birlikte bulunmasının zor olduğunu, dervişliğe hazırlanmak gerektiğini hatırlatan Somuncu Baba’ya, “Emrin neyse öyle olsun, rızâ senindir” der. Somuncu Baba ona yanındakilerin kim olduğunu sorar. Hacı Bayram bazılarının kulları, bazılarının da arkadaşları olduğunu söyleyince Adana’ya gitmesini, kullarının ve arkadaşlarının gönüllerini hoşnut ederek geri göndermesini, üzerindeki elbiseleri değiştirip dervişâne kisve ile dönmesini tavsiye eder. Akşam köye dönünce Somuncu Baba ona, “Adını da tebdil edelim” der. Birkaç gün sonra kurban bayramı olduğundan kendisine “Hacı Bayram” adını verir. Somuncu Baba bayram ertesi Hacı Bayram ile birlikte önce Şam’a, kısa bir süre sonra da Hicaz’a gider. Hac dönüşü Adana’ya uğrayıp Nebî Sûfî’yi de alarak Aksaray’a gelirler. Somuncu Baba bir yıl sonra Hacı Bayram’ı Ankara’ya gönderir (Erünsal, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, s. 300, 301). 

Abdurrahman el-Askerî’nin verdiği bu bilgiler ışığında Hacı Bayram’ın Somuncu Baba’ya, şimdiye kadar hiçbir delile dayanmadan ileri sürüldüğü gibi (Bayramoğlu, I, 21), 1394 veya 1397 yılında değil, Yıldırım Bayezid’in ölüm tarihi olan 13 Şâban 805’ten (8 Mart 1403) yaklaşık üç buçuk ay sonra (Haziran 1403) intisap ettiği, vefatında yaşının doksan civarında bulunduğu dikkate alınarak bu sıralarda altmış yaşlarında olduğu söylenebilir. Bu durumda Hacı Bayram’ın Somuncu Baba’nın vefatının (815/1412-13) ardından Ankara’ya geldiği (Bursalı Mehmed Tâhir, s. 3), o zamana kadar şeyhinin yanından hiç ayrılmadığı (Mehmed Ali Ayni, s. 67; Bayramoğlu, I, 22) şeklindeki görüşlerin doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. 

Anadolu’da siyasî otorite boşluğunun yaşandığı ve halkın büyük sıkıntılar içinde bulunduğu Fetret döneminde Ankara’ya dönen Hacı Bayram’ın kaynaklarda bu yıllardaki faaliyetlerine ışık tutacak bilgi yoktur. Ancak mürşidi Somuncu Baba’nın yanından ayrılırken, “Sultanım, ne amel üzerine olalım, sanat bilmem ne işleyelim?” deyince, “Ekin ek, burçak ek” cevabını alması ve “Ankara’ya varıp burçak ekmesi” (Erünsal, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, s. 302), 

Ankara’ya dönünce tekke ve zâviye inşa etmeyip çiftçilikle meşgul olduğunu göstermektedir. Bu yıllarda mânevî şahsiyetinin insanları giderek etkilemeye başladığı ve çevresinde bir derviş grubunun oluştuğu söylenebilir. Somuncu Baba’nın vefatı ve ertesi yıl Çelebi Mehmed’in Osmanlı tahtına geçişinin ardından bu etki daha da genişlemiş, II. Murad devrinde devleti rahatsız edecek kadar büyük boyutlara ulaşmış olmalıdır. XVII. yüzyıl müelliflerinden Sarı Abdullah Efendi Hacı Bayram’ın halkı dalâlete sevkettiği, saltanat davasına kalkışma ihtimali bulunduğu ileri sürülerek padişaha şikâyet edildiğini söyler (Semerâtü’l-fuâd, s. 235). Hacı Bayram’ın, II. Murad’ın tahta geçişinden bir yıl önce aynı gerekçeyle idam edilen Şeyh Bedreddin Simâvî ile Konya’da buluşarak birlikte halvete giren Somuncu Baba’nın halifesi olması (Halil b. İsmâil, s. 87) bu şikâyetin gerçek sebebi kabul edilebilir. 

Hacı Bayram’ın II. Murad tarafından o dönemde devletin merkezi olan Edirne’ye çağrılmasıyla sonuçlanan bu olayı menkıbevî tarzda geniş olarak anlatan Sarı Abdullah Efendi (Semerâtü’l-fuâd, s. 235-240) bunun hangi tarihte meydana geldiği konusunda bilgi vermez. Bir saray çavuşu Hacı Bayram’ı Edirne’ye getirmesi, muhalefet ederse tutuklanması tembih edilerek Ankara’ya gönderilmiş, çavuş Ankara yakınlarına geldiğinde Hacı Bayram atına binerek çavuşu karşılamaya çıkmış, karşılaştıklarında ona nereye gittiğini sormuş, çavuş, “Hacı Bayram derler bir müddeî varmış, bazı fesâdâtı sultana arzolunduğundan onu Edirne’ye götürmeye geldim” deyince Hacı Bayram çavuşa aradığı kişinin kendisi olduğunu söylemiş, bu sırada onun mübarek yüzünde “nûr-ı Muhammedî”yi temaşa eden çavuş yaptığının büyük bir küstahlık olduğunu anlayarak kendisinden özür dilemiştir. Hacı Bayram çavuşla birlikte Edirne’ye giderken Gelibolu’da Muhammediyye müellifi Yazıcızâde Mehmed kendisine intisap etmiştir. 

Sarı Abdullah Efendi, Edirne’de Hacı Bayram’la görüşen II. Murad’ın, hakkında söylenenlerin iftira ve dedikodu olduğunu anlayarak kendisinden özür dilediğini ve büyük bir saygı gösterdiğini, ayrıca ondan Eskicami’de vaaz vermesini rica ettiğini, fakat Hacı Bayram’a yine de düşmanlık besleyenler olduğunu, hatta bir vezirin onu zehirlemeye kalkıştığını, vezirin kendisine sunduğu zehirli şerbeti, “Biz içelim, zararı başkasına olsun” diyerek içtiğini ve vezirin o anda düşüp öldüğünü kaydeder (a.g.e., s. 236-237). 

Hacı Bayram’ın Edirne’ye gidişi muhtemelen II. Murad’ın saltanatının ilk yıllarında (1421-1424) gerçekleşmiştir. Yanında Akşemseddin’in de bulunduğu, Hacı Bayram’ın II. Murad’a Akşemseddin’i kastederek İstanbul’un fethinin “köse”nin duasıyla Şehzade Mehmed’e nasip olacağını söylediği şeklindeki rivayet (Risâle-i Beşîr Çelebi, vr. 16a) doğru değildir. Çünkü Hacı Bayram vefat ettiğinde Fâtih Sultan Mehmed henüz doğmamış (d. 835/1432, Danişmend, I, 212) veya bir rivayete göre Hacı Bayram’ın vefat ettiği 833 (1430) yılında doğmuştu (İnalcık, s. 55-56). Akşemseddin’in menâkıbını yazan Enîsî de onun Hacı Bayram ile Edirne’ye gittiğinden sözetmemektedir. Fuat Bayramoğlu, hiçbir ciddi delil göstermeden onun Edirne’ye bir defa daha gittiğini ileri sürer. Sarı Abdullah’ın ve ondan naklen Mehmed Ali Ayni’nin, Akşemseddin’in İstanbul’un fethinde askerin mâneviyatını yükseltmek üzere Hacı Bayram tarafından gönderildiğini söylemeleri de asılsız bir iddiadır (Semerâtü’l-fuâd, s. 241; Hacı Bayrâm-ı Velî, s. 55). 

Ankara’ya dönüşünden sonraki dönemde Hacı Bayram’ın devletle ilişkileri konusunda bilgi yoktur. Ancak Bayramî dervişlerinin vergiden muaf tutulduğuna bakılarak tarikatın faaliyetlerini daha güven içinde sürdürdüğü söylenebilir. Bayramiyye tarikatı bu yıllarda Ankara ve çevresinde büyük bir yaygınlık kazanmıştı. Bayramîler’in vergiden muaf tutulmaları yüzünden Ankara ve çevresinde vergi toplanamaz hale gelindiğini öğrenen II. Murad’ın, Hacı Bayram’a kaç müridi olduğunu kendisine bildirmesini istemesiyle ilgili meşhur menkıbe (Sarı Abdullah Efendi, s. 240), Bayramiyye’nin bu yıllardaki yaygınlık derecesi hakkında fikir vermesi bakımından önemlidir. 

Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerini idrak eden ve kurduğu Bayramîlik tarikatıyla Anadolu’nun mânevî yapısının şekillenmesinde büyük katkıları olan Hacı Bayrâm-ı Velî Ankara’da vefat etti; vefatından birkaç yıl önce yaptırılan ve kendi adıyla anılan caminin yanına defnedildi. “İrtihâlü’l-insân” terkibi ölümüne tarih düşürülmüştür. Kabrinin üzerine daha sonra inşa edilen türbe Ankara’nın en önemli ziyaretgâhıdır. 

Eski kaynaklarda Hacı Bayram’ın evliliği ve çocuklarına dair bilgi yoktur. Sadece Abdullah b. Veliyyüddin’in Menâkıb-ı Eşrefzâde’sinde (s. 35) Eşrefoğlu’nun Hacı Bayram’ın müridi ve halifesi olduğundan, Hacı Bayram’ın kızı Hayrünnisâ’yı onunla evlendirdiğinden bahsedilmektedir. Mir’âtü’l-ışk’taki, “Sultânım, şimdi evlâdı böyle demezler” (Erünsal, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, s. 302), ifadesinden Hacı Bayram’ın evlendiği ve çocukları olduğu anlaşılmaktadır. Hacı Bayram’ın soyu hakkında araştırmalarda bulunan Fuat Bayramoğlu’nun bu konuda “en eski belge” dediği, düzenlenme tarihi belli olmayan, ancak Sâlih Baba’ya (ö. 1099/1687-88) kadar yürütüldüğünden 

XVII. yüzyılın sonları veya XVIII. yüzyılın başlarında hazırlandığı anlaşılan şecerede Hacı Bayram’ın beş erkek (Ahmed Baba, Edhem Baba, Baba Sultan, İbrâhim ve Ali) ve üç kız çocuğu olduğu görülmektedir. Ahmed Baba’nın 941’de (1534) vefat eden oğlu Şeyh Edhem Baba vasıtasıyla devam eden şecere, daha sonra çeşitli tâli kollara ayrılarak günümüze kadar ulaştırılmıştır (Bayramoğlu, I, 85, 102-104). 

Tarikat silsilesi mürşidi Somuncu Baba, Ali Erdebîlî, Sadreddîn-i Erdebîlî vasıtasıyla Safeviyye tarikatının piri Safiyyüddîn-i Erdebîlî’ye ulaşan Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ilk kaynaklarda halife tayin ettiğine dair bilgi bulunmadığı halde Akşemseddin’in menâkıbını yazan Enîsî onun Akşemseddin’e kısa zamanda hilâfet verdiğini söyler (Menâkıb-ı Akşemseddin, s. 131). Sarı Abdullah Efendi ise Hacı Bayram’ın hayatta iken hiç kimseye hilâfet vermediğini, vefatından sonra “altı nefer”in (İnce Bedreddin, Kızılca Bedreddin, Uzun Selâhaddin, Akbıyık, Akşemseddin, Ömer Dede Bursevî) ortaya çıktığını yazar (Semerâtü’l-fuâd, s. 143-144). Sarı Abdullah Efendi’nin “halife” yerine “nefer” ifadesini kullanması önemlidir. Çünkü müellifin de mensup olduğu Bayramî-Melâmî geleneğinde hilâfet verme âdeti yoktur.

 Bütün tasavvufî neşveleri temsil eden deyimiyle bir “insân-ı kâmil” olan Hacı Bayrâm-ı Velî vefat ederken kime tâbi olacaklarını soran müridlerine, kendisinden duydukları maarif ve vahdet sırları bütün kemâlâtıyla kimde tecelli ederse onun sohbetinde bulunmalarını tavsiye etmiştir (Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi’den naklen Sun‘ullah Gaybî, Sohbetnâme, vr. 39a). Onlara göre insân-ı kâmilin hakikati sadece bir kişide tecelli eder; gerçek halife de odur (Sun‘ullah Gaybî, Bîatnâme, vr. 4a). 

Hacı Bayram ile Eşrefoğlu Rûmî arasındaki münasebet, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. XVI. yüzyıl kaynaklarında bu hususta bilgi bulunmamaktadır. Sarı Abdullah Efendi Eşrefoğlu Rûmî’den bahsederken Hacı Bayram’ın, meşrebini zühd ve riyâzete mütemayil gördüğü Eşrefoğlu’nu Kādiriyye’den Hüseyn-i Hamevî’ye gönderdiğini ifade eder (Semerâtü’l-fuâd, s. 145). 

Sarı Abdullah Efendi ilk olarak yukarıda aktarılan bilgiyi verir. Eşrefoğlu’nun Hacı Bayram’a intisap ettiği, on bir yıl onun imamlığını yaptığı, Hacı Bayram’ın, kızı Hayrünnisâ’yı Eşrefoğlu ile evlendirerek onu İznik’e halife olarak gönderdiği şeklindeki bilgiler sadece, 1228’den (1813) sonra telif edildiği anlaşılan Abdullah b. Veliyyüddin’in Menâkıb-ı Eşrefzâde’sine dayanmaktadır. Menâkıbnâmedeki bu bilgiler hiçbir tarihî tenkide tâbi tutulmadan Hacı Bayram ve Eşrefoğlu ile ilgili bütün yayınlarda tekrar edilmiştir. Eşrefoğlu’nun Müzekki’n-nüfûsTarîkatnâme ve divanında, Hacı Bayram’la ilgili en küçük bir işaretin dahi bulunmaması, aralarında şeyh-derviş ve kayınpeder-damat ilişkisinin mevcut olmadığı ihtimalini daha da güçlendirmektedir. 

Sâdık Vicdânî, adlarını vermeden Hacı Bayram’ın on dört halife bıraktığını söylerken Fuat Bayramoğlu, kaynaklarda Hacı Bayram mensubu olarak gördüğü herkesi bu sayıya ilâve ederek halifelerinin sayısını yirmi sekize çıkarmıştır (Hacı Bayram-ı Veli, I, 48-57). Ancak bunlardan bir kısmının (İbnü’l-Mısrî, Elvân-ı Şîrâzî, Abdülkādir-i İsfahânî, Bardaklı Baba, Baba Yûsuf Seferhisârî, Abdürrahim Karahisârî, Şeyh Şâmî gibi) Hacı Bayram’a mensubiyetleri bile şüphelidir. Son zamanlarda yapılan bir araştırmadan, Hacı Bayram’ın halifesi olduğuna dair yaygın bir kanaat bulunan Şeyhî’nin Emîr Sultan’a mensup olduğu anlaşılmıştır (Bilgin, s. 123-139). Kemal Ümmî ise Hacı Bayram’ın pîrdaşıdır. 

❗️II. Bayezid devri kazaskerlerinden İmam Ali Efendi’nin, Hacı Bayram’ın müridi olan babasından naklen Lâmiî’ye anlattıkları Hacı Bayram’ın kişiliğini tesbit açısından önemlidir. İmam Ali Efendi’nin babası, Akşemseddin’e, intisap etmesi için Hacı Bayram’ı tavsiye etmiş, fakat Akşemseddin, Hacı Bayram’ın nefislerini terbiye etmek için dervişleriyle birlikte halktan yardım toplamaya çıkmasını doğru bulmadığı için Zeynüddin el-Hâfî’ye intisap etmeyi tercih ederek Halep’e doğru yola çıkmıştı. Ancak rüyasında boynunda bir zincir bulunduğunu, zincirin ucunun da Hacı Bayram’ın elinde olduğunu gören Akşemseddin geri döner ve İmam Ali Efendi’nin babasına giderek rüyasını anlatır. Akşemseddin ile birlikte Hacı Bayram’ın bulunduğu yere gittiklerinde Hacı Bayram’ın köylüler ve birçok dervişle birlikte burçak imecesi yapmakta olduğunu görürler. Yemek vakti teknelerle yoğurt ve buğday aşı getirilir. Hazret herkese bunu bizzat dağıtır, köpeklere de bir miktar verir (Nefehât Tercümesi, s. 685). Bu olay sonraki kaynaklarda (meselâ bk. Mecdî, s. 240; Enîsî, s. 130) daha farklı şekillerde anlatılır. Mecdî, Akşemseddin’in Hacı Bayram’ı müridleriyle birlikte orak biçerken bulduğunu, çarşı ve pazarda tabl, nakkāre, tuğ ve alemle dolaşarak fakirlere, muhtaçlara ve borçlulara yardım topladığını, onun maksadını anlamayan Akşemseddin’in dilencilik yaptığını sanarak intisap etmekten vazgeçtiğini söyler. Bu rivayetlerden, mürşidi Somuncu Baba’nın “burçak ek” tavsiyesine uyan Hacı Bayram’ın çiftçilik yapıp elinin emeğiyle geçindiği, halkla birlikte yaşadığı anlaşılmaktadır. 

Tabl, nakkāre, tuğ, alemin fütüvvet alâmetleri ve Ankara’nın o dönemde bir ahî merkezi olduğu, fütüvvetin melâmetle yakın ilişkisi bulunduğu hatırlanacak olursa Hacı Bayram’ın kişiliğini tesbit etmek daha da kolaylaşır. Hacı Bayram, melâmet neşvesini Anadolu’ya getiren mürşidi Somuncu Baba gibi tekke kurmamış, vakıf tesis etmemiş ve vakıf gelirleriyle geçinmemiştir. Tarikatlarda çok yaygın olan bu iki müesseseye rağbet etmemesi onun melâmet neşvesine sahip oluşuyla ilgilidir. 

Seyyid Nesîmî’nin Hacı Bayram’ı ziyarete gelmesi şahsiyetini tesbit açısından önemli bir olaydır. Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, bir dervişin, “Sultânım, Nesîmî diye biri geldi, bazı kemâlâtı var, meselâ ‘ene’l-hak’ demek ister” deyince Hacı Bayram’ın, “Yâ beyim, bu oturan kelle-i himâr mı?” diye cevap verdiğini söyler (bk. Gaybî, Sohbetnâme, vr. 18a). Hacı Bayram’ın bu cevabından, onun “ene’l-hak” konusunda Nesîmî’den çok daha ileri noktalarda olduğu anlaşılmaktadır. İbrâhim Efendi’nin yukarıdaki ifadesinden Hacı Bayram’ın Nesîmî ile görüşüp görüşmediği pek anlaşılmıyorsa da Abdülbaki Gölpınarlı Nesîmî’nin Hacı Bayram tarafından kabul edilmediğini yazmış (Nesimi, Usuli, Ruhi, s. 27), bu bilgi başka yazarlarca da tekrar edilmiştir (Nesîmî Dîvânı, hazırlayanın önsözü, s. 31). 

Vilâyetnâme’de Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Sultan Şücâüddin’i ziyaret etmek istediği, müridlerinden bazılarının Şücâüddin gibi kaşı kirpiği yoluk bir kimseyi ziyaret etmesinin doğru olmayacağını söylemelerine rağmen onları dinlemeyip yanında müridleri olduğu halde Ankara’dan kalkıp Eskişehir tarikiyle şeyhin zâviyesine giderek Şücâüddin’in elini öptüğü, şeyhin Hacı Bayram’ı çok iyi ağırladığı, Hacı Bayram’ın üç gün, üç gece Şeyh Şücâüddin ile sohbet ettikten sonra Ankara’ya döndüğü rivayet edilmektedir.

 Mecdî’nin, Şeyh Hamîd’in sohbetinde bulunduğunu, II. Murad’ın hayatını kurtardığı için Edirne’de adına bir mescid ve zâviye inşa edildiğini söylediği (Şekāik Tercümesi, s. 94) Şücâüddin Karamânî ile Hacı Bayram’ı Ankara’ya davet etmek için gönderdiği Şeyh Şücâüddin’in aynı kişi olması mümkündür. Müridlerinin bile hoş görmediği “kaşı kirpiği yoluk” (kalenderî) Şeyh Şücâüddin’in Somuncu Baba’nın Hacı Bayram’a gönderdiği kişi olması Hacı Bayram’ın meşrebini göstermesi bakımından önemlidir. Vilâyetnâme’de ayrıca Şeyh Şücâüddin’in Kemal Ümmî ve Seyyid Nesîmî ile münasebetlerinden söz edilmektedir. Hacı Bayram’ın Şeyh Şücâüddin ve Kemal Ümmî ile aynı mürşide mensup bulunması yakın çevresini belirleme açısından ehemmiyetli bir husustur. 

Şerîfîzâde Mehmed’in 1005 (1596) yılında kaleme aldığı Menâkıb-ı Burhâneddin Eğridirî’de, Şeyhülislâm Berdeî adlı bir sûfînin Hoy’dan Anadolu’ya gelirken önce Ankara’ya uğrayıp Hacı Bayram’ı ziyaret ettiği, Hacı Bayram’ın onun geleceğini önceden haber verdiği anlatılmaktadır ki bu olay, onun Safeviyye tarikatının merkeziyle yakın ilişkisini sürdürdüğünü ve o bölgelerde de tanındığını ortaya koymaktadır. 

Hacı Bayrâm-ı Velî ile ilgili ilk kaynaklarda sohbetinin çok etkili olduğu söylenmekteyse de bu sohbetlerin muhtevası hakkında bilgi verilmemektedir. Vahdet neşvesinin en yetkin örneklerinden olan Fahreddîn-i Irâkī’nin Lemaʿât adlı eserini Türkçe’ye tercüme eden müridlerinden İnce Bedreddin eserin başında, Hacı Bayram’ın sohbetlerinde Lemaʿât’ın rumuz ve esrarını anlattığını, dervişlerin birçoğunun Farsça ve Arapça bilmediklerinden dolayı üzülüp durumu kendisine bildirdiklerini ve eseri Türkçe’ye çevirmesi için kendisini zorladıklarını, bu durumu öğrenen Hacı Bayram’ın ona “kudret vere, kudret vere” diye hitap ettiğini, böylece tercümeyi onun himmeti berekâtıyla yaptığını anlatır (Tercüme-i Lemeât, vr. 2a-b). Hacı Bayram’ın sohbetleriyle ilgili bu ilk elden ve tek kaynağın verdiği bilgilerden onun Arapça ve Farsça bildiği, sohbetlerinin yüksek bir ilim ve irfan meclisi olduğu anlaşılmaktadır. 

Süleyman Kefevî, XVI. yüzyılın sonlarında kaleme aldığı Ketâʾibü aʿlâmi’l-aḫyâr adlı eserinde Hacı Bayram’ın vefatının ardından önde gelen iki müridi Akşemseddin ile Emîr Sikkînî arasında meşrep farklılığından dolayı bir soğukluk ortaya çıktığını, Akşemseddin’in Emîr Sikkînî’ye, meclislerine katılmadığı takdirde Hacı Bayram’ın taç ve hırkasını kendisinden alacağını söylemesi üzerine Emîr Sikkînî’nin bir ateş yakarak içine oturduğunu, taç ve hırkanın yanıp kendisine bir şey olmadığını anlatır (vr. 524b-526b). Bu rivayet daha sonra Sarı Abdullah Efendi (Semerâtü’l-fuâd, s. 241 vd.) ve Lâ‘lîzâde Abdülbâki (Sergüzeşt, s. 18-19) tarafından da kaynak gösterilmeden bazı değişikliklerle anlatılmıştır. Müstakimzâde ise olayı Süleyman Kefevî’nin eserinden iktibas ederek yeniden ele almış (Risâle-i Melâmiyye-i Şettâriyye, vr. 4a vd.), Sâdık Vicdânî de bu kaynaklarda verilen bilgileri kendince yorumlamıştır (, s. 35). 

Ketâʾib’den daha önce kaleme alınan Mir’âtü’l-ışk’ta bu konuda farklı bilgiler bulunmaktadır. Eserde olayın, Hacı Bayram’ın vefat ettiği gece bazı dervişlerin Emîr Sikkînî’nin gönlünü kırmaları üzerine meydana geldiği, taç ve hırkanın kül olduğu, ancak kendisine ve Hacı Bayram’ın ona verdiği “ak çuka”ya bir şey olmadığı, bu olaydan sonra Emîr Sikkînî’nin taç ve hırka giymediği anlatılmakta ve en önemli nokta olarak da hadisenin bir tarafı olduğu rivayet edilen Akşemseddin’den söz edilmemektedir (vr. 80b-81a). 

Hacı Bayram’ın vefatından sonra dervişlerinin bir kısmı ilâhî aşk, cezbe ve melâmeti temsil eden Emîr Sikkînî’ye; zühd, takvâ ve riyâzete temayülü olanlar da Akşemseddin’e tâbi olmuştur. 

Taç, hırka, tekke, evrad, ezkâr ve vakıf müessesesini kabul etmeyip tam bir melâmet kisvesine bürünen, sohbeti esas alan, vahdet-i vücûd neşvesini ve Ehl-i beyt muhabbetini ön plana çıkararak Emîr Sikkînî yolunu takip eden sûfîlere Bayramî Melâmîleri adı verilmiştir.

 Bayramî Melâmîleri, Hacı Bayram’ın silsilesinin devletin önemli bir problemi haline gelmiş olan Safevîler’e ulaşması, esnaf teşkilâtıyla yakın ilişkileri sebebiyle geniş halk kitlelerini etkilemeleri tehlikesi, resmî-Sünnî düşünceyle bağdaşmayan mehdî ve kutub inancı, vahdet-i vücûd ve Ehl-i beyt konusundaki görüşleri yüzünden XVI ve XVII. yüzyıllarda devletin sıkı takibatına uğramışlardır. 

Akşemseddin yolundan giden Şemsiyye tarikatı ise silsilelerinden Safeviyye’yi çıkararak (Enîsî, s. 140) devletle ittifak edip klasik Sünnî bir tarikat haline gelmiştir. Ankara’daki pîr makamını temsil eden şeyhler Şemsiyye hilâfetine sahip oldukları için devlet tarafından desteklenmiş, Hacı Bayram adına tesis edilen zengin vakıflar tasarruflarına verilmiştir. 

İsmâil Hakkı Bursevî, Celvetiyye’yi Muk‘ad Hızır Dede vasıtasıyla doğrudan Hacı Bayram’a bağlar (Silsile-i Celvetiyye, s. 76). Celvetî şeyhlerinden Yâkub Afvî de bu görüşü tekrar eder (Hediyyetü’s-sâlikîn, s. 4). 

Sade bir dille ve hece vezniyle yazılmış, vahdet neşvesini terennüm eden dört şiiri dışında Hacı Bayram’ın günümüze intikal eden eseri yoktur (şiirlerin karşılaştırmalı metinleri için bk. Mazıoğlu, s. 103-108). Ömer b. Mezîd tarafından 840’ta (1437) derlenen Mecmûatü’n-nezâir’deki Bayram mahlaslı dört nazîre gazeli Fuat Bayramoğlu bir hüküm belirtmeden kitabına almıştır (Hacı Bayram-ı Veli, II, 234-237). Hasibe Mazıoğlu, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin bunları zâhir ilimleriyle uğraştığı sırada yazmış olabileceği görüşündedir (I. Hacı Bayram-ı Velî Sempozyumu Bildirileri, s. 109-113). Bu şiirlerin ve yine Fuat Bayramoğlu’nun çok muahhar bir dönemde tertiplenmiş bir cönkte bulup yayımladığı tasavvufî muhtevalı beş gazelin ona ait olması pek mümkün görünmemektedir (a.g.e., s. 39-49). 

Hacı Bayram’a ait olduğu kaydıyla bazı yazma mecmualarda rastlanan (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 619, vr. 205a-206b; Hacı Mahmud Efendi, nr. 267, vr. 169b-172a), dil ve üslûbundan XVII. yüzyılda veya sonrasında yazıldığı anlaşılan iki mektup (çeviri yazı metinleri için bk. Bayramoğlu, II, 238-241) kesinlikle ona ait değildir. 

Enîsî’nin Akşemseddin’in eserleri arasında zikrettiği (Menâkıb-ı Akşemseddin, s. 131), adı Hacı Bayram’ın bazı sözlerinin şerhi olduğu intibaını veren Şerh-i Akvâl-i Hacı Bayrâm-ı Velî adlı eser, Akşemseddin’in Ḥall-i Müşkilât adlı eserinin bazı bölümlerinden ibarettir.


BİBLİYOGRAFYA

Nesîmî Dîvânı (haz. Hüseyin Ayan), Ankara 1990, hazırlayanın önsözü, s. 16, 31.

Ömer b. Mezîd, Mecmûatü’n-nezâir (nşr. Mustafa Canpolat), Ankara 1982, s. 29, 275, 327, 362.

, s. 201.

İnce Bedreddin, Tercüme-i Lemeât, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Ulucami, nr. 1715/1, vr. 2a-b.

, s. 684-685.

Abdurrahman el-Askerî, Mir’âtü’l-ışk, İsmail Erünsal özel kütüphanesi, vr. 80a-82b.

, s. 55-56.

Mahmûd b. Süleyman Kefevî, Ketâʾibü aʿlâmi’l-aḫyâr, Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 263, vr. 524b-526b.

, s. 215-217, 286.

, s. 77, 94, 129, 240, 241.

Mehmedzâde Şerîf, Menâkıb-ı Burhâneddin Eğridirî, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 4552, vr. 5a vd.

Derviş Ahmed, Menâkıb-ı Kemâl Ümmî, Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 1323, vr. 2a.

Menâkıb-ı Hacı Bayram Sultan bâ Sultan Murad Gazi, Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr. 443, vr. 19b-20a.

Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, Divan, İÜ Ktp., TY, nr. 333, vr. 67, 98.

a.mlf., Müfîd ü Muhtasar, İÜ Ktp., TY, nr. 698, vr. 16a.

Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-fuâd, İstanbul 1288, s. 143-144, 234-240, 241 vd.

a.mlf., Cevheretü’l-bidâye ve dürretü’n-nihâye, İÜ Ktp., nr. 175, vr. 161b-164b.

Halil b. İsmâil b. Şeyh Bedreddin, Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Manâkıbı (nşr. Abdülbâki Gölpınarlı – İsmet Sungurbey), İstanbul 1967, s. 87.

İbn Îsâ Saruhânî, Füsûl-i Aşere, Nihat Azamat özel kütüphanesi, vr. 3b-4a.

, II, 437; III, 31.

Abdullah b. Veliyyüddin, Menâkıb-ı Eşrefzâde (nşr. Abdullah Uçman – Önder Akıncı), İstanbul 1976, s. 35.

Sun‘ullah Gaybî, Sohbetnâme, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3137, vr. 18a, 39a.

a.mlf., Bîatnâme, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 3435, vr. 3a.

Risâle-i Beşîr Çelebi, TSMK, Hazine, nr. 1783, vr. 16a-b.

Enîsî, Menâkıb-ı Akşemseddin (nşr. Ali İhsan Yurd, Akşemseddin [1390-1459]: Hayatı-Eserleri içinde, haz. Mustafa S. Kaçalin), İstanbul 1994, s. 129-149.

İsmâil Hakkı Bursevî, Silsile-i Celvetiyye, İstanbul 1291, s. 73-75.

Lâ‘lîzâde Abdülbâki, Sergüzeşt, İstanbul, ts., s. 14-18.

Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Risâle-i Melâmiyye-i Şettâriyye, İÜ Ktp., İbnülemin, nr. 3755, vr. 1a-10b.

a.mlf., Risâle-i Tâciyye, İÜ Ktp., TY, nr. 6700, vr. 26b.

a.mlf., Mecelletü’n-niṣâb, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 628, vr. 177b.

Ahmed Hasîb Efendi, Silkü’l-leâl-i Âl-i Osmân, İÜ Ktp., TY, nr. 104, vr. 308a.

, I, vr. 173b-175a.

Yâkub Afvî, Hediyyetü’s-sâlikîn, İstanbul 1329, s. 4.

Bursalı Mehmed Tâhir, Hacı Bayrâm-ı Velî, İstanbul 1329.

, s. 35.

Mübârek Galib, Ankara I: Umumi Bir Nazar - Kabristanlar, Mescidler, Camiler, İstanbul 1341, s. 35.

Mehmed Ali Ayni, Hacı Bayrâm-ı Velî, İstanbul 1343.

, II, 251-253.

Abdülbaki [Gölpınarlı], Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1931, s. 33-39.

a.mlf., Nesimi, Usuli, Ruhi, İstanbul 1953, s. 27.

a.mlf., “Hacı Bayram-ı Velî”, , Türk halk edebiyatı özel sayısı, sy. 207 (1968), s. 384-387.

, I, 212.

, I, 538.

Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar I, Ankara 1954, s. 55-56.

.

Türkiye’de Vakıf Abideler ve Eski Eserler, Ankara 1983, I.

Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli: Yaşamı-Soyu-Vakfı, I-II, Ankara 1983.

a.mlf., “Hacı Bayram-ı Veli Hakkında Yeni Bilgiler Bulunan İki El Yazması Eser”, I. Hacı Bayram-ı Velî Sempozyumu Bildirileri: 8-9 Mart 1990, Ankara 1991, s. 37-54.

İbrahim Ateş, “Hacı Bayram-ı Velî Vakfı ile İlgili Üç Yeni Belge”, a.e., s. 21.

Hasibe Mazıoğlu, “Hacı Bayram’ın Şiirleri ve Mektupları”, a.e., s. 102-113.

İsmail Erünsal, “Yeni Bir Kaynağın Işığında Somuncu Baba”, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, İstanbul 1995, s. 298-314.

a.mlf., “Abdurrahman el-Askerī’s Mir’ātü’l-‘ışḳ: A New Source for the Melâmî Movement in the Ottoman Empire during the 15th and 16th Centuries”, , sy. 84 (1993), s. 95-115.

Orhan Köprülü, “Velâyet-nâme-i Sultan Şücâeddin”, , XVII (1972), s. 177-184.

William C. Hickman, “Who was Ümmi Kemal?”, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, IV-V, İstanbul 1976-77, s. 57-79.

Orhan Bilgin, “Şeyhî Hakkında Yeni Bilgiler”, , sy. 7 (1993), s. 123-139.


Hacı Bayram-ı Veli’nin yaşamı, Zeria Karadeniz’in Hacı Bayram Veli (1964) adlı romanının konusunu oluşturmuştur. 


Hacı Bayram-ı Veli’nin bir ilâhisi şöyledir:

 

Bilmek istersen seni

Can içre ara canı

Geç canından bul ânı

Sen seni bil sen seni

 

Kim bildi ef’âlini

Ol bildi sıfatını

Anda gördü zâtını

Sen seni bil sen seni


Kim ki hayrete vardı

Nûra müstağrak oldu

Tehîd- zâtı buldu

Sen seni bil sen seni

 

Bayram özünü bildi

Bileni anda buldu

Bulan ol kendi oldu

Sen seni bil sen seni



https://www.historystudies.net/dergi/bizans-osmanli-iliskilerinde-sozde-baris-donemi-1413-pdf 


Tarihçi C. B. McCullagh, “Justifying Historical Descriptions” adlı eserinde tarihçilerin en iyi açıklamayı elde etmede kullandıkları altı ölçütü paylaşmaktadır: (1) açıklayıcı kapsam, (2) açıklama gücü, (3) akla yatkınlık, (4) daha az ya da hiç ad hoc bulundurmama, (5) kabul edilen inançlar ile uyum ve (6) bu beş koşulu yerine getirmede rakip hipotezlerden daha başarılı olma.



♻️




BAYRAMİYYE

Hacı Bayrâm-ı Velî (ö. 833/1429-30) tarafından Ankara ve çevresinde kurulan bir Türk tarikatı.


Tarihçesi. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin, şeyhi Hamîdüddin’in Aksaray’da vefatından sonra Ankara’ya dönüp irşad faaliyetine başladığı 815 (1412) yılını Bayramiyye’nin kuruluş tarihi olarak kabul etmek mümkündür. Bu tarihten itibaren II. Murad tarafından Edirne’ye çağrılmasına kadar geçen süre tarikatın kuruluş dönemi sayılabilir. Hacı Bayram II. Murad’ın tahta çıkışından (824/1421) sonraki yakın bir tarihte Edirne’ye çağrılmış olabileceğine göre bu dönem 1412-1422 olarak kabul edilebilir. 

Hacı Bayram’ın Edirne’ye niçin çağrıldığı konusunda kaynaklarda bilgi yoktur. Sarı Abdullah Efendi, mürid ve mensupları kısa sürede büyük bir artış gösteren Hacı Bayram’ın halkı sapıklığa sevkettiği öne sürülerek padişaha şikâyet edildiğini söyler (Semerâtü’l-fuâd, s. 235). Bu iddianın Hacı Bayram’ın silsilesinin Erdebil sûfîlerine ulaşıyor olmasından kaynaklandığını düşünmek mümkündür. Şeyh Hamîdüddin’in Yıldırım Bayezid devrinde hilâfet alıp Anadolu’ya geldiği bilinmekle birlikte Hacı Bayrâm-ı Velî ile aynı tarihlerde vefat eden (1429) Hâce Alâeddin’in ve Erdebil sûfîlerinin Şiîlik temayülleri göstermeye başladıkları tarih belli değildir. Dolayısıyla bu söylentilerin gerçeklik derecesini ve Bayramiyye’nin bu dönemdeki fikrî yapısını kesin olarak tesbit güçleşmektedir. Ayrıca Şeyh Bedreddin’in asılmasıyla sonuçlanan olayların (1420) etkisiyle Hacı Bayram’ın da saltanat davasına kapılmasından kaygı duyulması Edirne’ye çağrılış sebepleri arasında gösterilir. Bu kaygı, herhalde yine Hamîdüddin’in Aksaray’dan Konya’ya giderek Şeyh Bedreddin ile görüşüp birlikte halvete girdiklerinin (bk. Halil b. İsmâil, s. 87) ve muhtemelen Hacı Bayram’ın da onlarla birlikte olduğunun devlet tarafından biliniyor olmasından kaynaklanmış olmalıdır. 

II. Murad Edirne’ye getirilen Hacı Bayrâm-ı Velî ile görüşünce hakkındaki söylentilerin doğru olmadığını anlamış, büyüklüğünü kabul etmiş ve ondan özür dileyerek Ankara’ya dönmesine izin vermiş, ayrıca Bayramiyye mensuplarından vergi alınmamasını emretmiştir. Edirne’de Hacı Bayram adına bir mahalle ve zâviye ile çeşitli vakıflar da kurulmuştur (Gökbilgin, s. 36). 

Hacı Bayram, Hamîdüddin Aksarâyî’den giydiği on iki terkli (dilimli) kızıl tarikat tacını muhtemelen II. Murad ile görüştükten sonra beyaz çuhaya çevirmiş (Müstakimzâde, Risâle-i Tâciyye, vr. 136b) ve bu şekilde kurduğu Bayramiyye tarikatının Erdebil sûfîleriyle hiçbir ilgisi olmadığını vurgulamak istemişti. 

Hacı Bayram’ın Ankara’ya dönüşünden ölümüne kadar geçen yaklaşık on yıllık süre Bayramiyye’nin devlet nezdinde meşruiyet ve itibar kazandığı ve Sünnî temeller üzerinde gelişmesini tamamladığı dönem olmuştur. Bayramîler’in vergiden muaf tutulmaları yüzünden Ankara ve çevresinde vergi toplanamaz hale geldiğinin II. Murad’a haber verilmesi, padişahın da Hacı Bayram’dan kaç müridi olduğunu kendisine bildirmesini istemesiyle ilgili meşhur menkıbe (bk. Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-fuâd, s. 240) Bayramiyye’nin bu yıllardaki yaygınlık derecesi hakkında fikir verecek niteliktedir. 

Hacı Bayram’ın vefat ettiği XV. yüzyılın ilk yarısında Bayramiyye Ankara dışında Beypazarı ve Göynük’te Akşemseddin ve Ömer Sikkînî, Gelibolu’da Yazıcıoğlu Mehmed ve kardeşi Ahmed Bîcan, Balıkesir’de Şeyh Lutfullah, Bursa’da Akbıyık ve Hızır Dede, Lârende’de İnce Bedreddin, İskilip’te Muslihuddin Halîfe, Bolu’da Uzun Selâhaddin ve Molla Zeyrek, Kütahya’da şair Şeyhî adlı halifeleri tarafından temsil ediliyordu.

 Hacı Bayramı-ı Veli’nin ölümünden sonra “Bayramiyye Yolu”nu, öğrencilerinden Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer Efendi sürdürdüler. Hacı Bayram-ı Veli’nin, onlardan başka Göynüklü Uzun Selâhaddin, Yazıcızâde Muhammed, Ahmed - Bican kardeşler, İnce Bedreddin, Hızır Dede, Akbıyık Sultan, Muhammed Üftâde, Eşrefoğlu Rûmî (Abdullah Efendi) gibi halifeleri de vardı.

Hacı Bayram-ı Veli’nin yaşamı, Zeria Karadeniz’in Hacı Bayram Veli (1964) adlı romanının konusunu oluşturmuştur. 



                      🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷 


OSMANLI’NIN İZLERİNDEN ULUS

Fatih Sultan Mehmed Han zamanından itibaren Ankara bir ticaret şehri ve “Hisarönü Hanlar Bölgesi” de ticari hayatı yönlendiren bir merkez olmuştur. Hisar ve çevresindeki bedesten ve hanları kapsayan “Yukarı Yüz”ün aşağısındaki, kentin ikincil ticari merkezi konumundaki Ulus, Bent Deresi, Yeğenbey ve Kağnı Pazarı (Nümune Hastanesinin karşısındaki meydan, Eskiciler Pazarı) kısmına “Aşağı Yüz” denmiştir.

Selçuklu döneminde, Kale kapısının dışında fakat kaleye gelen yolun üzerindeki bir meydan çevresinde ticaretin yoğunlaştığı pazarlar (Atpazarı, Koyunpazarı, vb) ve hanlar görülür. Osmanlı devrinde, XIV ve XV inci yüzyıldan itibaren, kent biraz daha doğuya ve batıya doğru büyüyerek buralarda çarşılar (Uzunçarşı, Tahtakale çarşısı, Karaoğlan çarşısı, Balıkpazarı, vb) gelişmiştir. Bu ikinci merkez, Cumhuriyet’in ileri yıllarına kadar kentin merkezi olmuştur.

Bugünkü Ulus bölgesi, Osmanlı döneminde, Karaoğlan Çarşısı olarak uzunca bir süre yaşamını sürdürmüş ve Cumhuriyet ile birlikte Ulus adını almıştır. Ankara’ya 1892 yılında demiryolunun gelişiyle çarşıdaki dükkân ve mağaza sayısı daha da artar. Ankara Sultanisi (Taş Mektep) (1887), Gureba Hastanesi (1891), Hamidiye Sanayi Mektebi (1907), Posta Binası, Osmanlı Bankası (1893) gibi yapıların inşası XIX uncu yüzyıl sonundaki bu gelişmenin sonucudur.

Ankara’nın 1917’de yaşadığı Büyük Yangın bir anlamda Osmanlı Ankara’sının sonu olmuştur. Üç gün üç gece süren ve o dönemde kentin merkezi olan Hisaraltı, Hisarönü Mahallesi, Çıkrıkçılar Yokuşu, Mahmutpaşa Bedesteni, Saraçlar Çarşısı ve Atpazarı’nı tamamıyla yok eden yangın ancak yanacak bir şey kalmayınca kendiliğinden söner. Yangında 1900 kadar ev, bine yakın dükkân, altı fırın, dört han, on mağaza, altı mektep, iki cami, altı mescit, yedi kilise, üç hastane, iki hapishane ve bir karakol yok olur. Bu semtte, yangından önce görkemli konaklarda oturan ve buradaki işyerlerinde ticaret yapan zengin Rum, Ermeni ve Yahudi esnafının Ankara’yı terk etmesiyle kentin belki de iki bin yılda oluşan rengi kaybolmuştur.

Kızılbey Külliyesi

Düyunu Umumîye binasının yanında, günümüzdeki Ziraat Bankası yerinde cami, medrese ve türbeden oluşan Kızılbey külliyesi vardı. Anadolu Selçuklu’larının taht kavgası sonucunda yenilen Alaeddin Keykubat 1210 yılında Ankara Kalesi’ne sığınır ve kardeşi Sultan İzzeddin Keykavus, onu yok etmek üzere kenti kuşatır. Ankara halkı, Keykubat’ı teslim etmez. Bu devirde Ankara bölgesinde söz sahibi olan, 1073’den itibaren yöreye gelmeye başlayan Oğuz boylarından Bayındır Aşireti beyi Seyfeddin Kızıl Bey, Ankara’yı korumak amacıyla iki kardeş arasında arabuluculuk yaparak 1212-13 yılında iki kardeşi barıştırır ve Anadolu’da hüküm süren kargaşaya son verir. Keykavus’un ölümünden sonra, 1219’da Selçuklu tahtına çıkan I. Alaeddin Keykubat, Kızıl Bey’i unutmayarak Ankara Uç Beylerbeyi (Melik’ül-ümera) yapar. Kızıl Bey, daha sonra kendi adıyla anılan bu mahalleye bir külliye yaptırır.  Külliye arazisi Vakıflar tarafından Ziraat Bankası’na satılır ve yıkılan cami ile türbe üzerine yapılacak inşaatta işçinin çalışmak istememesi üzerine banka biraz yukarı, Düyunu Umumîye (Reji İdaresi) binasına doğru kaydırılarak 1926-29 yıllarında inşa edilir.

KIzıl Bey türbesi 1924-26 - EARMP Abdülkerim Erdoğan

Kızılbey külliyesi kalıntıları, 1924-26 (Fotoğraf Abdülkerim Erdoğan-Unutulmayan Eski Ankara Resimleri Meraklıları Platformu’ndan)

Yapılış tarihi bilinmeyen Kızılbey Caminin bugün Etnoğrafya Müzesi’nde bulunan ahşap minberindeki yazıta göre, cami 1299 yılında, III.  Alaeddin Keykubat döneminde Germiyanoğlu Yakub Bey tarafından onarılmıştır.

Kızılbey cami minberi 2 Kızılbey cami minberi 3

Kızılbey Cami minberi yan aynalıkları (Etnoğrafya Müzesi)

Melike Hatun Medresesi (Kara Medrese) 

ve Hatuniye Mescidi (Öğle Camii)

Ankara’nın en eski medresesi olup Osmanlı egemenliğine girdiği zamanlarda, Sultan I. Murad döneminde (1360-1389) Melike Hatun tarafından yaptırılır. Taşçılar Sokak’ta, türbesinin yanında olduğu bilinir. Ankara’nın kara taşı ile inşa edildiğinden halk arasında “Kara Medrese” veya “Sevdâviye/Sevâdiye” diye de bilinir. Hacı Bayram-ı Veli, burada müderrislik yapmıştır. Kara Medrese’de eğitim XIX uncu yüzyıla kadar sürer. Eyne Bey Hamamı’nın, Melike Hatun Vakfı’nın payına düşen gelirinin yarısı Kara Medrese için vakfedilir.  Melike Hatun adına, yeri bilinmeyen, bir kervansaray da kayıtlarda bulunmaktadır.

Melike Hatun, aynı sokakta, medresenin karşısında Hatuniye Mescidi’ni (Öğle Cami) de yaptırmış olup medrese gibi bugün yok olan mescidin kapı kanatları Etnoğrafya Müzesi’ndedir. Kapı işlemelerinde, ortadaki dairesel işlemenin üstteki iki kenarında Selçuklu dönemi için önemli olan aslan figürleri vardır.

öğle cami kapısı 

Şeyhülislam Ankaravî Mehmed Emin Efendi Külliyesi

Ankaravî Mehmed Emin Efendi (Ankara 1618-İstanbul 1687), Müderrisîn-i Kiram (Yüksek Müderrisler) sınıfına yükselerek önce İstanbul Kadısı (1663), Anadolu Kadıaskeri (Kazasker) (1672), Rumeli Kadıaskeri (1673) ve nihayet Şeyhülislam (1685) olmuştur. Şeyhülislamlığı döneminde Ankara’nın imarı ve ihtiyaçları ile ilgilenmiş; cami, mescid, medrese, darü’l-kurra[2], mektep ve 20 adet çeşme yaptırıp Şengül Hamamı, Hasan Paşa Hamamı ve Suluhan’ı (Hasan Paşa Hanı) satın alarak imar ettiği ve gelirlerini hayratına vakfettiği şer’i sicillerde geçmektedir. Külliyeden günümüze Ulus’ta yer alan Zincirli Cami, Şengül Hamamı ve Suluhan gelmiştir.

[2] Darü’l-kurra, cami ve mescit gibi yerlerin hemen yanında yapılan tek kubbeli ve iki göz revaklı Kur’an okuma yeri ve okuma yöntemlerini (tecvid) öğreten medrese bölümüdür.
🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷

ÇAĞLAR BOYU ANKARA


Ankara hakkında bilip görmek istedikleriniz 

A. Vedat OYGÜR


Galatların ise kent için Ankyra (“Anküra” olarak okunur) adını kullanmış olduğu sanılmaktadır; çünkü onların da yazılı belgeleri yoktur ve sonraki Helenistik dönem tarihçileri Galatlar’dan söz ederken bu adı kullanmışlardır. Helence’de “Αϒχυρα/Ankypac”, “Anküra” olarak okunur ve Latince’de “Ancyra” yazılır ve “Ankira/Anküra” olarak okunur ve Friglerden beri süre gelen gemi çıpası kentin simgesi olarak korunur (Erzen, 2010). Arapça kaynaklarda “Beldei-el Selasil”, “Ma’muriye” ve “Ma’muriye-i Selâse” olarak geçer. 

Türklerin Anadolu’ya gelmesinden sonra “Ankara” ve “Engürü[1]” olarak değişime uğrar, bazen Arapça ek alarak “Engüriye” olur ve buradan batı dillerine de “Angora” olarak geçer. Selçuklular sikkelerinde resmi ad olarak “Ankara” ve İlhanlılar da “Engürü, Engüriye” adlarını kullanmışlardır. Osmanlılar ise önceleri “Engürü” ve “Engüriye” derken 16. Yüzyıldan itibaren de “Ankara” demişlerdir.

[1] Engürü’nün kökü, üzüm salkımı, şıra, şarap anlamlarını taşıyan Osmanlıca’daki “Engûr” sözcüğünden gelir.

Hititler Dönemi

Ankara ve yakın çevresinin daha sonra Hititler tarafından ele geçirildiği ve yerleştikleri bilinmektedir. Hitit döneminde (MÖ 1750-1200), Ankara’da bir kent olup olmadığı kesin olarak bilinmiyor. Ankara’da, Hitit dönemine ait ne bir arkeolojik eser bulunabilmiş ne de Hitit tabletlerinde Ankara’ya ilişkin bir kayıt vardır (Erzen, 1946)Kalede yapılan kazılarda bulunan taş balta ve az miktardaki çanak çömlek parçası, Hitit döneminde, burada sadece bir askeri garnizon bulunduğunu düşündürmektedir (Erzen, 1946). İncek-Ahlatlıbel, Gölbaşı-Karaoğlan, Haymana-Gâvurkale, Haymana-Külhöyük, Kazan-Bitikhöyük, Çubuk-Balıkhisar ve Hasanoğlan buluntuları Hitit dönemindeki yerleşim yerlerinin Ankara Kalesinin çevresinde olduğunu göstermektedir. Bunlardan, Ankara-Haymana yolu üzerinde bulunan Gâvurkale Hitit İmparatorluk Dönemine ait bir kutsal alan ve yine Haymana-Oyaca yakınlarındaki Külhöyük ise önemli bir Hitit yerleşmesidir. Gâvurkale’de, tepenin vadiye bakan yüzünde iki üst düzey kişinin Ana Tanrıça’ya doğru gittiği bir kaya kabartması ile yerel yönetimden bir beye ait olan mezar odası bulunmaktadır. Hititlerden kalan tabletlerde geçen ve kentin antik dönemlerdeki isimlerine benzetilen Ankuwa’nın Ankara’yı değil de Yozgat-Alişar’ı temsil ettiği kabul edilmektedir.

Haymana-Gavurkale_edited

Haymana-Gâvurkale Hitit kabartması 

Frigler Dönemi

Ulus çevresinde, Augustus tapınağı ile Çankırı Kapı arasındaki bölgede yapılan gerek arkeolojik gerekse inşaat kazıları sırasında çok sayıda Frig dönemine ait seramik ve çanak çömlek parçaları bulunmuştur. Ulus’ta, Roma devri ana caddesi Cardo Maximus’un kazısında, caddeden 2 m derinde, Gordion buluntuları ile eşleşen Erken Frig dönemini temsil eden gri ve siyah renkte seramik parçaları elde edilmiştir. Bu buluntular, Ankara’daki ilk Frig yerleşmesinin Hacı Bayram Tepesi dolayında olduğunu gösterir (Temizsoy ve diğ., 1996)Hacı Bayram Tepesi yakınındaki Ahi Yakup mescidinin sokağında bulunmuş olan Sphynx (Sfenks-kız başlı kanatlı aslan) ortostat (duvar kabartması) Friglerin burada büyük bir yerleşim kurduğunu düşündürür. günümüzde kent içerisinde kalmış pek çok noktada (Bahçelievler, Beştepeler, Atatürk Orman Çiftliği, Anıt Kabir, Yenimahalle-Şenyuva, vb) Frig nekropolünü barındıran çok sayıda Tümülüs (kral/soylu mezarı) bulunmaktadır. Lidyalı (Manisa’lı olduğu düşünülür) gezgin-coğrafyacı Pausanias (MS 2. Yy), Periegesis tes Hallados” (Helen Ülkesinin Tasviri) adlı 10 ciltlik eserinde Ankara’yı Frig Kralı Midas’ın (MÖ 750-695) kurduğunu ve kentin simgesi çıpayı (Ankhor) Ankara’daki Zeus Tapınağı’nda[2] gördüğünü yazar. Frigler, kurdukları bu kente, gemi çıpası anlamına gelen “Ankyra” (Anküra) adını vermişlerdir.
Zeus’un Roma dönemindeki adı Jupiterdir. Bu tapınak, Ankara’daki Roma devrinden kalan yazıtlara göre, Kale’deki Bedesten yakınında olmalıdır.

Sphynx (2)

Frig dönemine ait Sfenks ortostat

Pers Satraplığı

Ankara, Lidya egemenliğine geçer ve bu devirde, bir ticaret merkezi olarak gelişmeye başlar. Pers Kralı II. Darius’un (MÖ 522-485) kurduğu “Kral Yolu” Ankara’dan geçer; kent artık hem ticari hem de askeri bir merkezdir.

Helenistik Dönem Başlıyor

Nikomedyalı (İzmit’li) tarihçi ve filozof Lucius Fluvius Arrianus (MS 86/89-146/160), Alexandrou Anabasis” (İskender’in Seferi) adlı eserinde Büyük İskender’in MÖ 334-333 kışını Gordion’da geçirdikten sonra ilkbaharda Ankara’ya gelerek sonbahara kadar Pers ordusunu burada beklediğini ve MÖ 333 baharında, Persleri yenerek Ankara’yı Makedonya topraklarına kattığını yazmıştır. İskender’in uzunca sayılacak bir süre Ankara’da kalması, o dönemde kentin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu gösterir. Büyük İskender ile birlikte Ankara bölgesinde Helenistik dönem başlar. Akurgal (1988), Anadolu’daki Helenistik dönemin 30 yılına kadar sürdüğünü ve bu tarihten itibaren Roma döneminin başladığını yazar. Büyük İskender’in seferiyle birlikte Ankara da tarih belgelerine geçmeye başlamıştır.

Galatlar

Galatlar’ın Ankara’yı kurduğu, Bizanslı tarihçi Stephanos Byzantinos’un (MS 600) coğrafya sözlüğü 
Ethnica”nın “Ankyra” maddesinde Afrodisyaslı (Aydın-Karacasu) tarihçi Appollonius’dan (MÖ 3. Yy) alınmış bilgi olarak belirtilmiştir. 

Galatlar, zaferin simgesi olarak yanlarında getirdikleri bir Mısır gemisinin çıpasını kurdukları kente dikmişler ve bundan dolayı kente de “Ankyra” adına vermişlerdir. Ünlü coğrafyacı Amasyalı Strabon (MÖ 64-MS 24), 12 ciltlik “Geographika”sında (Coğrafya; MS 18?), Ankara kalesinin Tektosaglara ait olduğunu yazmıştır. Romalı yazar ve filozof Gaius Plinius Secundus (MS 23-79), 37 kitaptan oluşan büyük eseri Naturalis Historia”nın (Doğa Tarihi) “Galatya Coğrafyası” bölümünde Ankara’dan söz eder.

Dying_gaul Galat Mezarı-Gordion

(Soldan sağa) “Ölen Galyalı”- Bergama Kralı I. Attalos, Galatlara karşı kazandığı zaferi kutlamak amacıyla MÖ 230-220 yıllarında saray heykeltıraşı Epigonus’a yaptırmıştır (Şimdi Roma, Capitol Müzesi’ndedir[3]); bir Galat mezarı (Polatlı-Gordion Müzesi)

Galatların Tektosag kabilesi Ankyra kentini kendilerine merkez yaparak Nallıhan ve Kızılcahamam’a kadar batısını yurt edinmişlerdir. 

Bütün antik tarihçilerin birleştiği nokta, Ankara’nın simgesinin gemi çıpası olduğudur. Çıpa, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki Roma sikkelerinde de görülür. Hadrianus (MS 117-138) döneminde basılan Antinoos sikkesinin bir yüzünde, Frig başlıklı ayaktaki Tanrı Men bir gemi çıpasını tutmaktadır. Çıpa, MS 161-180 yıllarına ait Fausta ve MS 198-217’deki Caracalla sikkelerinde de görülür.

Men ayakta sikkeAnkypac gemi çıpalı Roma sikkesi

(Soldan sağa) Frig başlıklı Tanrı Men ayakta gemi çıpası tutan Roma sikkesi (Hadrianus (MS 117-138) döneminde basılan Antinoos sikkesi; AMM Çağlar Boyu Ankara Sergisi, 36 nolu sikke) ve  Roma dönemi gemi çıpalı “ANKYPAΣ” sikkesi (Roma imparatoru Gallianus dönemi, MS 253-268; AMM-Çağlar Boyu Ankara Sergisi, 1 nolu sikke)

Bir Roma Metropolisi

MÖ 189 yılında Ankyra savaşında (Mageba Dağı/Elmadağ) Galatları yenerek kendi bölgelerinde kalmak koşulu ile onları Bergama Krallığının yönetimine bırakmıştır 
(Arslan, 2000, sf. 92-108)

MÖ 59’da, bütün Küçük Asya topraklarının yönetimini Galat Kralına bırakmışlardır. Böylece tarihte ilk kez Anadolu’nun Ankara’dan yönetilmesi başlamıştır (Arslan, 2000, sf. 92-108).

Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırı ile Avrupa’daki yolların birleşme noktasında bulunan Ankara, stratejik konumu nedeniyle Roma egemenliği altında hızlı bir gelişme göstermiş ve doğudaki savaşlar sırasında imparatorlar ile orduların dinlendikleri önemli bir askeri üs olmuştur.

Roma İmparatoru Hadrianus döneminde (MS 117-138) “Metropolis” (Büyük Kent) ünvanı alan kent ilk iki yüzyılda, Roma İmparatorluğu’nun üçüncü en büyük görkemli şehridir. İmparatorluk devrinde Ankara’ya, imparatorluk sarayına ait heykellerin açık alanlarda sergilenebildiği kentlere verilen “sebasteion” ve imparatorluk kültlerine izin verilen kentlere ait “neokoros” sanları da verilmiştir. Kentin adı, İmparator Nero (Neron) Claudius Caesar Augustus Germanicus (54-68) zamanında resmî belgelerde “Tektasagon Neocoros Lamportante Metropolis Sebaste Ancyra” olarak geçer. Marcus Aurelius Antoninus Caracalla (211-217) 

Ankara’ya, bir bağımsız kent olarak kendi sikkelerini bastırmak ve İmparatorluk ve Senato tarafından bastırılmış devlet paraları yanında bunları da kullanmak hakkı verilmiştir. Bu çağda, İstanbul, henüz Boğaz bölgesinde bir kolonidir. Roma döneminde, Ankara hem askeri hem de ticari bakımdan önemli bir kenttir. Roma’daki konsüllerden birisi görev süresini doldurunca birinci sınıf valilik olan Ankara’ya atanır.

Roma Ankypac sikkesi

Üzerinde “MHTROΠOΛΕΩΣ ANKYPAΣ” (Helence-Metropolis Ankyra) yazan Roma dönemi sikkesi (Anadolu Medeniyetleri Müzesi (AMM)- Çağlar Boyu Ankara Sergisi, 68 nolu sikke)


Galatya eyaletinin başkenti olan Ankara hiçbir zaman Roma dönemindeki (MS ilk iki yüz yıl) kadar görkemli bir kent olmamıştır. Galatya eyaletinin Roma’ya katılması anısına, Galatya’nın son kralının oğlu tarafından Roma İmparatorluğu kurucusu ve ilk imparator Augustus (Gaius Julius Caesar Octavianus) (MÖ 64-MS 14, imparatorluk dönemi MÖ 27-MS 14) adına MÖ 25-20 yıllarında Hacı Bayram Tepesinde, olasılıkla MÖ 2. Yy’dan kalma Kibele ve Men (Attis) tapınağı temelleri üzerinde bir tapınak inşa edilmiştir.  İlk Roma imparatoru Augustus’un “Tanrılaşmış Augustus’un Yapmış Olduğu İşler” (Res Gestae Divi Augusti) başlıklı yazıtının aslı Latince duvarın iç yüzünde) ve Helence (duvarın dış yüzünde) dilinde iki kopya olmak üzere Augustus Tapınağı duvarında bulunmaktadır.

2 Hacı Bayram camii ve Augustus Mabedi

Ankara Akropolisinde Hacı Bayram Camii ve bitişiğindeki Augustus Tapınağı (Monumentum Ancyranum)

Bu dönemde, kentin alt yapısı tamamlanarak Elmadağ’dan künkler içerisinde su getirilerek mahallelere dağıtılmış ve Hatip Çayı üzerinde, Bentderesi mevkiinde, Roma su bendi yapılmıştır[5]. Ankara’nın en parlak devrini yaşadığı ilk iki yüzyılda inşa edilen çok sayıda Roma yapısından günümüze Augustus Tapınağı, Caracalla Hamamı ve tiyatro kalmıştır. 1834 yılında Ankara’ya gelen Fransız mimar ve gezgini Charles Texier, “Description de l’Asie Mineure de 1833 à 1837” (Küçük Asya) isimli eserinde ‘Ortalıktaki halen görülen eski kalıntılara, yıkıntılara bakılırsa Ankara, Roma kentini andıran görüntü ve zenginliğe sahip olmalıydı’ diye yazar. Kent artık hem çok genişlediğinden hem de Pax Romana (Roma Barışı) ile kolaylıkla korunduğundan Roma döneminde kale önemli değildir.


Bizans Döneminde Ankara

MS 4. Yüzyılın ortasında Hristiyanlığın yayılması ile Ankyra, dinsel yönden önemli bir merkez olmuştur.

Hatta II. Theodosius (MS 408-450) sarayını yazları Ankara’ya taşır. Ankara, MS V inci yüzyılın ilk yarısından itibaren tam anlamıyla bir Hristiyan kenti olur. Ankara Kalesi’nin surları büyük ölçüde Bizans döneminde, önce İç Kale’yi çevreleyen sur, olasılıkla, İmparator II. Konstantinus tarafından 659-668 yıllarında ve İmparator III. Mikhael tarafından 859’da, bu surun onarılması ve berkitilmesiyle birlikte Dış Kale çevresindeki sur inşa edilmiş olabilir (Mamboury, 2014, s. 153; Ergenç, 1980, s. 95; Aydın ve diğ., 2005, s. 122). Ankara kırsalında ortaya çıkarılan dördüncü ve yedinci yüzyıl arasına ait büyük ve çok odalı yapılar ile fazlaca manastır ve kilisenin varlığı o dönemde kırsal kesimde büyük toprak sahiplerinin bulunduğunu akla getirir (Foss, 1977).

Bizans egemenliği altında çoğunlukla barış içinde yaşayan Ankara, VII nci yüzyıldan başlayarak önce yüzyılın ilk çeyreğinde İranlı Sasani ve daha sonra yüzyılın ikinci yarısı ve VIII inci yüzyılın başlarında Arap akınlarına uğramış ve yağma edilmiştir. Bu zamanın etkisiyle düzlükteki kent dönüşüm geçirerek tepedeki kalın surlarla korunan kalenin içine çekilmiştir. Roma’nın “Metropolis”i artık Bizans’ın “sınır kenti” olmuştur (Aktüre, 2000).

Ankara, yedi ve sekizinci yüzyıllarda askeri bakımdan önem taşırken Bizans’ın doğuyla olan ticaretinin yoğunlaşması üzerine dokuz ve onuncu yüzyıllarda kentin ticari bakımdan önemi artmıştır (Aktüre, 2000).

Ankara’da Norman Krallığı

Malazgirt sonrasında, Doğu Roma’ya isyan eden Roussel egemenliğini ilan eder ve olasılıkla Orta Anadolu’da yerleşmek ister (Turan, 2014’ten aktaran Yavuzcan, 2020). Üzerine gönderilen Bizans ordusunu, Ankara yakınlarında Sakarya nehri kavisinde (Freely, 2012, sf. 36) “Zompi köprüsünde[8]” (Aliyazıcıoğlu, 2018) yener. Bunun sonucu olarak neredeyse kuzey Anadolu’nun iç kısımlarının tamamı Norman reisi Roussel’in eline geçmiştir (Aliyazıcıoğlu, 2018). Belki de Malazgirt’e doğru giderken yolu üzerinde bulunan Galatya’dan geçerken burada yaşayan kendileri gibi Fransız kökenli Galya/Galat soylu halkın Norman geleneklerine yakın bir yaşam sürdürdüğünü görünce bu bölgede bir hükümdarlık kurabileceği fikrine kapılmıştır.

Selçuklular Ankara’da

Malazgirt’ten sonra Alp Arslan’ın beylerinden Melik Danişmend Ahmet Gazi ordusu Ankara’nın önlerine kadar gelir ve 1073 yılında kırsal bölgeyi ele geçirir. 

1071’den sonra Ankara’nın hemen Türklerin eline geçmediğini 1073’de henüz komutan olan fakat ileride Doğu Roma İmparatoru olacak Aleksios Komnenos’un kardeşi İsaak ile Ankara Kalesi’nde buluşmasından çıkarır. Bu durum fazla uzun sürmez ve Ankara’da krallık kuran Norman ordusunu yok eden Danişmend komutanlarından Emir Turasan Gazi 1081’de kenti alır. Ankara 1101’de, Haçlı seferleri sırasında, Haçlı ordusu komutanı Raymond de Toulouse tarafından Türklerden alınarak yeniden Bizans’a verilir. 

Selçuklular’ın Bizans’tan aldıkları başlıca Anadolu kentlerinde Türkmen nüfus yavaş bir artış gösterirken Ankara ve çevresindeki bugünkü iller Türkmen göçlerinin yoğun olduğu ve buraların ilk Türkmenlere yurt işlevi gördüğü bilinmektedir (Aktüre, 2000). Bugün bile Ankara kırsalındaki, hemen hemen tüm Oğuz boylarına ilintili Yörük topluluklarının adını taşıyan çok sayıdaki yerleşim yerleri bunu kanıtlar (Erdoğru, 2012).

Emir Turasan Gazi’nin türbesi Kazan’ın Tekke köyündedir.

Ankara, 1143’de Danişmend oğullarından II. Melik Muhammed Gazi’nin ölümünden sonra Selçuklu Sultanı I. Mes’ud’un mülkü olmuştur. Mes’ud zamanında Ankara tam bir kültür ve sanat merkezi haline gelmiş ve Kale’deki ilk Selçuklu cami yapılmıştır. Muhiddin Mes’ud’un, 1201 yılında, kendi adına Ankara’da para bastığı bilinmektedir.Selçuklular, Ankara’yı “Dar-ül Hısn” (Tahkimli Belde) olarak adlandırmışlardır. Selçuklu tahtına oturan Alaeddin Keykubat dönemi (1219-1237) Selçuklular’ın en parlak devridir ve Ankara, bu dönemde büyük imar faaliyetlerine sahne olmuştur. Selçuklular döneminde, Ankara’da bir darphanenin bulunması ekonomik bakımdan canlanmayı gösterir. Kentin simgelerinden Akköprü’nün 1222’de inşası da ticaretteki hareketlilik ile refah ve bayındırın göstergesidir. Kentteki Türk yerleşmesi XIII. ve XIV. yüzyıllar boyunca tüccar, esnaf, zanaatkâr, çiftçi gibi çeşitli meslek gruplarının katılımı ile artmıştır. Kent merkezinin coğrafi konumu, ticari ve askeri önemine rağmen göçer Türkmenler için cazip olmamıştır. Selçukluların yönetiminde Anadolu’da ticari güvenliğin sağlanması ile Ankara yeniden canlanmıştır. Kalesinin (“kal‘atüsselasil” olarak tanınır) konumundan dolayı önemli bir askeri üs olan Ankara, Anadolu Selçuklularının taht kavgalarında da önemli bir yer tutmuştur. Alaeddin Keykubat 1237’de zehirlenerek öldürülünce Anadolu’daki huzur dönemi kapanmış ve iç çatışmalar baş göstermiştir. Kale’nin kuzey tarafından bulunan 1251 tarihli bir kitabeden kalenin bugünkü halini bu dönemde aldığı anlaşılmaktadır.

Moğol İstilası

Selçukluların zayıflaması sonucunda Anadolu’yu basan Moğollar 1243 yılının Temmuz’unda yapılan Erzincan’daki Kösedağ Savaşı’nı kazanırlar ve bundan sonra Anadolu’da her şey bir anda tersine döner. Sultan I. Alâeddin Keykubad zamanında en parlak dönemini yaşayan Anadolu 1243 yılından sonra bir anda Moğol boyunduruğu altına girmiştir. Selçuklular yıkılana kadar Moğollara yıllık vergi ödenmiş, askerlerinin masrafları karşılanmış ve onların seçtiği sultanlar ve vezirler ile ülke yönetilmiştir. Ankara’nın yönetim, asayiş ve güvenliği ile ekonomik düzeninin bir kent cumhuriyeti biçiminde 1290 yılından itibaren Ahiler tarafından sağlandığı Osmanlı kaynaklarından anlaşılmaktadır. 

Ahi Yönetimi

Ahiler, Cengiz’in hükümdarlığındaki Moğolların batıya doğru oluşturdukları baskı sonucunda Türkistan, Harezm ve İran’dan, XIII üncü yüzyılın başlarında, Anadolu’ya gelmişlerdir. Ahi sözcüğü, cömert, eli açık, yiğit anlamına gelen Orta Asya Türkçesi’ndeki “Akhı” sözcüğünden gelmektedir ve Türk dili ile kurumlarının Araplaştırılması özentisi içerisinde kardeşim anlamına gelen Arapçadaki “Ahi” sözcüğüne benzetilmiştir

Ahilerin temel düsturu kardeşlik, birlik ve beraberlik, her daim birbirinin yanında olmak, eli açıklık, ihtiyaç sahibine yardımcı olmak ile yoksulu ve garibi korumak kollamak yanı sıra yiğitlik, mertlik, gözü pek davranmak biçiminde anlatılabilecek “fütüvvet” esasına bağlı kalmaktır. Bir diğer özellikleri de gerektiği zaman duvarda asılı silahlarını alarak savaşa gitmeleridir. Anadolu’da Ahiliğin temelini atacak olan Şeyh Kirmanî ve Ahi Evren gelerek Kayseri’ye yerleşmişler ve debbağlığa (deri zanaatkârlığı) başlamışlardır. Şeyh Kirmanî, 1238 yılında, her beldede halifesi bulunan bir fütüvvet teşkilatını tamamlamıştır. 

Ahilik bir islamî teşkilat olmayıp sadece Anadolu Türklerine aittir. Ahiliğin diğer tarikatlardan farkı sadece esnaf ve sanatkârların bu örgüte katılabilmesidir. İş yerlerinde yamak, çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi ile mesleğin incelikleri öğretilmekte ve akşamları ise toplandıkları odalarda ahlak eğitiminden geçmektedirler. Ahilik, Anadolu Türklerinin sosyo-ekonomik yaşantısında büyük bir gelişme sağlamıştır. Yerli halkın elindeki sanat ve ticaret yaşamına Türkler de katılmış ve bu sayede, göçebelikten çıkarak kentlere yerleşmişlerdir. Ahilik, büyük tarih bilgini Fuat Köprülü’ye göre, Osmanlı devletinin kuruluşunda ve yeniçeri örgütünün ortaya çıkışında da büyük rol oynamıştır.

Sultan II. Keyhüsrev’in veziri Sadeddin Köpek bu karışıklıklardan sorumlu tutarak birçok Ahi ileri gelenini tutuklatır. Bunun üzerine 1240 yılında, Babailer İsyanı çıkar. Ağır bir katliama uğrayan Ahiler ve Türkmenler “uç” bölgelerine göçerler. 

Ahi Evren, 1261 yılı 1 Nisan günü öldürülür. Kırşehir katliamından kurtulan Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyh Edebalı, Geyikli Baba ve Abdal Musa gibi Ahi ileri gelenleri ağır baskılar sonucunda 1278 yılında bir kez daha “uç” bölgelere göçerler. 

İbn Battuta, Ankara gibi bir beyin oturmadığı kentlerde ahilerin reisinin o kentin efendisi olduğunu yazar (Cohen, 2000). Moğol denetimi altındaki Selçuklu Anadolu’sunda bu yönetim çok güçlü olmuştur.

Moğollar 1304’de Ankara’yı vergiye bağlarlar ve bu durum 1341 yılına kadar sürer. Bu dönem, Ankara Kalesi’nin ana kapısındaki vergi alınmasına ilişkin 1330 tarihli Farsça kitabeden anlaşılmaktadır. İlhanlılar, Ankara’da, Arap ve Uygur harfleriyle para da basmıştır. Moğol istilası döneminde Ahiler kenti bir emir olarak yönetirler. 

Ankara 1700-1799_rijkmuseum-Amsterdam

Ankara’nın 1700-1799 yıllarındaki görünümü (Amsterdam, Rijksmuseum) 

Osmanlı’da Ankara

Osmanlılar, Ankara’yı iki defa fethetmiştir. İlk fetih, 1354’te, Orhan Bey zamanında Süleyman Gazi (Rumeli Fatihi olan Veliahd-Şehzade) tarafından gerçekleşmiş ve bir süre Ahiler tarafından otonom yönetilmiştir. Ankara’yı 1362’de tekrar ve kesin olarak Osmanlı ülkesine katmıştır.1402 yılında, Timur ve Yıldırım Bayezid arasındaki Ankara Meydan Savaşı ve sonrasında büyük ölçüde yıkıma uğrayan kent, 1413 yılında Çelebi Mehmed’in sultan olarak tahta oturmasıyla tekrar Osmanlı kontrolü altına girmiştir. Ankara, II. Murad döneminde yeniden imar olmuştur. Ankara, XVI. yüzyıl başında, sınırlarını aşarak Hisar’ın batı ve güney eteklerine doğru genişlemeye başlamıştır. Bu dönemde, kentte 85 mahalle bulunduğu bilinmektedir.

Ankara’ya 1648 yılının Nisan ayı son günlerinde (H. 1058 yılının Rebiulâhir ayının başında) gelen Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Ankara’yı “Anadolu toprağında hâlâ bağımsız Sancak Beyliği” olarak tanımlamıştır.

XVI ncı yüzyılın ortalarında başlayıp XVII nci yüzyılın başında (Büyük Kaçgun 1603-1608) Anadolu’yu bütünüyle etkisi altına alan Celali isyanları sırasında, 1603 yılında Celali Karakaş Ahmed, Ankara yöresinde yağmalar yapmış ve kente girerek Karaoğlan, Samanpazarı ve Karacabey Hamamı semtlerini yakıp yıkmıştır. kentin çevresine bir koruma duvarı yapmaya karar vermiştir. 1606 yılında başlayan 12 kapılı duvarın inşası 1607’de bitmiştir.Bütün Anadolu’yu kasıp kavuran Celali, levend ve suhte (medrese talebeleri) ayaklanmalarına karşı Ankara, Ahiliğin temeli olan zanaat ve ilmiye (din bilgini) örgütlenmesiyle direnerek kendisini korumuştur.

⚠️Ahilerin XIII üncü yüzyıl başında Ankara’ya getirdiği dericiliğin yanı sıra daha sonraki yüzyıllarda Ankara’nın ekonomik zenginliğini belirleyen tiftik keçilerinden elde edilen sof (moher, angora yünü) üretimidir. Tiftik keçisinin, Galatlar tarafından Ankara’ya getirilmiş olduğu bazı tarihçiler tarafından kabul edilmekte ve keza Amasyalı Strabon’un Coğrafya kitabında Ankara çevresinde bulunan yumuşak tüylü keçilerden söz edilmektedir. Ankara’da, XVI ncı yüzyılda bin kadar sof tezgâhının bulunduğu ve on bin kişinin bu işte çalıştığı, kentte İngiliz, Fransız ve Hollandalıların sof ticaretiyle ilgilenen temsilciliklerinin bulunduğu bilinmektedir. Ankara, XVI ncı yüzyıldan XIX uncu yüzyıl başlarına kadar sof ve şali dokumacılığında dünya tekeli olmuş durumdadır. 

Strabon'un Geographika'sının 19. yy erken dönem bir baskısından çıkmış Latince "Küçük Asya" [i..e Anadolu] haritası. Strabon (M.Ö. 64-M.S.24) Amaseia’da (Amasya) doğmuştur. Yunanlı tarihçi, coğrafyacı ve filozoftur. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak oldukça iyi bir eğitim görmüştür. 

Strabon, aslen Amasyalı bir Roma vatandaşıdır. M.Ö. 64 ile M.S. 24 yılları arasında yaşamıştır. Amasya, Yeşilırmak kenarında, korunaklı bir mevkide, Anadolu’ya çıkan yollarının kesiştiği bir yerdedir. Karadeniz Bölgesi'nin bereketli topraklarında zengin ve gelişmiş bir yerleşimdir. Amasya, aynı zamanda Pontos Krallığı’nın da başkentidir. Dönem, Roma’nın Anadolu’da genişleme dönemidir. 



Strabon, Roma’yı destekleyen ailesi sayesinde Roma vatandaşlığı almış ve Roma’ya yerleşmiştir. Roma İmparatoru Augustus döneminde ülkeyi boydan boya gezmiş, kütüphanelerdeki kadim eserleri inceleme imkanı bulmuştur.

❗️17 kitaptan oluşan Geographica adlı coğrafya kitabı, İspanya'dan Mısır'a, Karadeniz'den Akdeniz'e kadar uzanan Roma ülkesinin fiziki yapısı, halkları ve tarihi hakkında bilgi vermektedir. Kitap, Strabon’un ana dili olan İon dilinde yazılmıştır. 1472’de de Latince’ye çevrildikten sonra yaygın olarak Avrupa’da okunmaya başlanmıştır. Eserin Anadolu’dan bahseden 12., 13. ve 14. kitapları Prof. Adnan Pekman tarafında çevirisi yapılıp, ilk olarak 1987’de Arkeoloji ve Sanat Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

12. kitabından başlayarak Karadeniz'den Akdenize kadar uzanan Pontos ülkesinden, Marmara bölgesindeki Thrakia kökenli Bithynialılardan, Balkanlar’dan gelip İç Anadolu’ya yerleşen Kelt kavimlerinden, Galatialılardan kısaca söz etmiş ve devamında Ege’de Attalos sülalesinin idaresindeki Bergama Krallığı’nın tarihine, yerleşimlerine ve eserlerine değinmiştik. İskender’in seferinden sonra Pontos, Bithynia, Bergama, Galatia, Kapadokia’da tekrar ortaya çıkan yerel krallıklardan bahsederken, İskender sonrası dönemin günümüz tarihçileri tarafından Hellenistik dönem olarak adlandırılmasının pek anlamı olmadığına belirtmiştik.



Strabon, eserinin Anadolu ile ilgili 14. kitabında Ege ve Akdeniz sahilleri boyunca yer alan İonia, Karia, Lykia, Pamphylia ve Kilikya bölgelerindeki yerleşimlerden bahseder. Bu bölgeler, kabaca bugünkü İzmir, Muğla, Antalya, Mersin ve Adana bölgelerine tekabül eder. Strabon, neredeyse kendisinden 500 sene önce yazılanlardan yola çıkarak, bu yerleşimlerin tarihi, coğrafyası, yetiştirdiği ünlü kişiler hakkında, zaman belirtmeden ayrıntılı bilgiler verir.

Karadeniz kıyılarında Miletoslulara atfedilen yerleşimler için de geçerlidir.

Miletos

Miletos’a dönecek olursak, Strabon, Miletos’ta yetişmiş ünlü kişilerden de bahsetmektedir. Strabon, Miletoslu Thales’i Romalılara ‘Dünyanın Yedi Bilge Kişisi’ olarak tanıtmakta ve Hellenlerde matematik ve doğa felsefesi bilimini başlatan kişi olarak sunmaktadır. Böylece Strabon, Thales ve öğrencileri Anaksimandros, Anaksimenes ve tarih yazarı Hekataios’un gerçek kişiliklerini göz ardı edilerek ünlü filozof ve tarihçilerin tümünün günümüzde de Hellen olarak kabul edilmesinin yolunu açmıştır.

Strabon eserinde pek çok kadim yazardan bahseder ve yazarların eserlerinden alıntılara yer verir. Strabon’un eserinde adı geçen ve eserine kaynaklık eden pek çok yazar vardır. Başta epik şair Homeros olmak üzere, tanrıların yazarı Hesiodos, tarihin babası Halikarnaslı Herodotos, tarih ve coğrafyacı Miletoslu Hekaitaios, Atinalı tarihçi Thukydides, Megapolisli tarihçi Polybios, Kral Philippos’un sarayından Theopompos, İskender’in seferinin resmi tarihçisi Kallisthenes, İskenderiye Kütüphanesi’ni kuran Korkutelili Zenedotos, şair Pindaros, Persika’nın yazarı Sinopeli Baton, Lesboslu tarihçi Hellanikos, tarihçi ve gramerci Apollodoros ve Midillili şair Alkaios bunlardan sadece birkaçıdır.

Strabon’un eserinde adı geçen çoğu Anadolu kökenli tarihçi, şair ve yazarın eserlerinin çoğu günümüze ulaşmamış olsa da, bu eserlerin Roma İmparatorluğu'nun kuruluş yıllarında yaygın olarak bilindiği anlaşılmaktadır. 

 

‼️Anadolu’da 1500 yıl hüküm süren Roma devrinin ilk dönemlerine ışık tutan Strabon’un kitabı, zengin bir kaynaktır. Balkanlardan gelip, İç Anadolu’da yüz yıllarca hüküm süren Kelt kabilelerinin pek bilinmeyen hikayesini de Murat Arslan’ın kadim eserlerden alıntılar yaparak yayınladığı Galatlaradlı kitabından yararlanarak anlatacağız.



Türkmenler padişah fermanına ve zabitlere karşı çıkıp damızlık tiftik keçisi vermemek için silaha sarılırlar. Haber duyulur ve damızlık keçileri İngilizlere vermemek için başlayan direniş isyana dönüşür. Osmanlı, İngiliz’e damızlık vermeyen Türkmenler üzerine ordu gönderir. Üç yıl süren direniş bastırılır ve İngiliz’e istediği damızlık Ankara keçileri verilir. İngiliz, isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır o topraklardan ve limana ulaştırıp Güney Afrika’ya doğru yola çıkar.İngilizler, Güney Afrika’da sof üretmeyi başarmışlar ve Ankara’nın tekelini kırmışlardır.

Bu olumsuz gelişmeler sonucunda XIX uncu yüzyıldan itibaren Ankara ekonomik ve sosyal yaşamda gerilemeye başlamıştır. Gezginler, 1813 yılında “Ankara’nın artık bakımsız ve harap bir kent görünümünde” olduğunu yazmışlardır. 

 

Tarihte, 1765 ve 1881’de iki büyük yangın geçiren Ankara’nın 1917’de yaşadığı Büyük Yangın bir anlamda Osmanlı Ankara’sının sonu olmuştur. Üç gün üç gece süren ve o dönemde kentin merkezi olan Hisaraltı, Hisarönü Mahallesi, Çıkrıkçılar Yokuşu, Mahmutpaşa Bedesteni, Saraçlar Çarşısı ve Atpazar’nı tamamıyla yok eden yangın ancak yanacak bir şey kalmayınca kendiliğinden söner.Bu semtte, yangından önce görkemli konaklarda oturan ve buradaki işyerlerinde ticaret yapan zengin Rum, Ermeni ve Yahudi esnafının Ankara’yı terk etmesiyle kentin belki de iki bin yılda oluşan rengi kaybolmuştur.

Ali Vedat Oygür

Tarihçi C. B. McCullagh, “Justifying Historical Descriptions” adlı eserinde tarihçilerin en iyi açıklamayı elde etmede kullandıkları altı ölçütü paylaşmaktadır: (1) açıklayıcı kapsam, (2) açıklama gücü, (3) akla yatkınlık, (4) daha az ya da hiç ad hoc bulundurmama, (5) kabul edilen inançlar ile uyum ve (6) bu beş koşulu yerine getirmede rakip hipotezlerden daha başarılı olma.

🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷

Çubuk çayı yakınında, Eti Yokuşu’ndaki yerleşmede Paleolitik çağa (MÖ 60.000) ait çeşitli eserler bulunmuştur. Ayrıca İstanbul yolu üzerindeki Ergazi’de ve Maltepe’de de bu döneme ait eserler ele geçmiştir. Kentin güney batısındaki Ahlatlıbel ile Koçumbeli’nde gün ışığına çıkarılan Kalkolitik (Bakır Çağı) ve Bronz Çağına ait küçük saray kalıntıları ise tarih öncesi dönemlerde, bu yerleşim yerlerinde küçük beyliklerin bulunduğunu göstermektedir.
Çubuk, Ankara savaşı ile birlikte tarihi önem kazanmış bir ilçemizdir.
İlk ve orta çağdan itibaren Kral ve İpek yolu güzergâhında bulunan ilçemiz toprakları, tarihi gelişim sürecinde, ister yerleşme, ister ekonomik faaliyetleri ile bazen hızlanan, bazen yavaşlayan dönemleri yaşayarak günümüze gelmiştir. Orta Anadolu bölgesinin geçiş kuşağında bulunan ilçemiz, Çubuk Ovası ve Çubuk Çayının suladığı topraklar, dünden bugüne yerleşmenin yoğunlaştığı tarım alanlarıdır. Ankara’nın fethedilmesinden sonra kurulduğu tahmin edilen ilçemiz yerleşim alanı, tarih içinde Hattiler, Hititler, Frigyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlı hakimiyetinde kalmıştır. Bıraktıkları tarihi kalıntı ve izler; bu uygarlıkların kültür ve medeniyetlerini günümüze  ulaştırmıştır. 

ilçemiz, Çubuk Ovası ve Çubuk Çayının suladığı topraklar, dünden bugüne yerleşmenin yoğunlaştığı tarım alanlarıdır. Ankara’nın fethedilmesinden sonra kurulduğu tahmin edilen ilçemiz yerleşim alanı, tarih içinde Hattiler, Hititler, Frigyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlı hakimiyetinde kalmıştır. Bıraktıkları tarihi kalıntı ve izler; bu uygarlıkların kültür ve medeniyetlerini günümüze  ulaştırmıştır. 

         Çubuk ve çevresinde ilk yerleşen Türk boyları genellikle harabe ve yüksek yerleri seçerek yeni iskan merkezleri kurmuşlardır. Bu nedenle bölgede Roma ve Bizans dönemi izlerine rastlanır. Çubuk’ta Balıkhisar köyündeki kalıntılar, Camili ve Çat Köy’deki kale ve kalıntıları, Güldarpı köyünde yapılan kazılarda bulunan mermer aslan heykeli ve Yakup Derviş köyündeki mezar kalıntıları Roma ve Bizans dönemine ait kalıntılardır. 

         Türklerin bölgeye yerleşmelerinin, Ankara’nın fethinden sonra gerçekleştiği kabul edilmektedir. Bölgeye gelen Türkler  askerlerinin yanında ailelerini, gelenek, göreneklerini, inançlarını ve yol boyunca kazandıkları maddi, manevi kültür değerlerini de yanında getirmişlerdir. 

        İlçemizde bulunan Sele Köyünde türbesi olan Seyyid Kalender Veli, bir derviş olup,Horasandan gelen alperenlerdendir. İlçemiz Cumhuriyet Mahallesinde (Çubuk Lisesi yanında) daha önce bulunan ve şimdi yerinde iskan edilen binaların bulunduğu Gül Baba türbesi (zaviye) de döneme ait izler arasında yer alır.
        Gelen erenler, Ankara ve çevresinin Türkleşmesinde, yurt olmasında öncü olmuşlardır. İlçemiz ve  Ankara çevresi 1354 yılında Osmanlı hakimiyetine katılmıştır. Osmanlı kaynaklarında Çubuk Bazarı, Çubukabad aslında yerleşim yeri olarak geçer. Abad: mamur, şen ve bayındır anlamına gelir. Evliya Çelebi 17. yüzyılda doğudan batıya doğru yaptığı seferi anlatırken; Çubuk ovasını 10 gün boyunca gezdiğini ve burasının 150 akçelik kaza, 7 nahiye ve 70 köyden oluştuğunu belirtmektedir. Evliya Çelebi seyahatnamesinden anlaşılacağı üzere ilçemizin 1648 yılında bir yerleşim yeri olduğu açıktır.

        1902 yılında kaza olmuş, 1907 yılında Ankara’ya bağlı nahiyeye dönüştürülmüştür. 21 Ekim 1920’de TBMM başkanı Mustafa Kemal Paşa ve bakanlar kurulu imzasıyla tekrar kazaya dönüştürülen Çubuk’ta bulunan Ravlı (Akyurt ) ve Sirkeli köyleri nahiye yapılmıştır. 1990 yılında Akyurt Çubuk’tan ayrılarak ilçeye dönüştürülmüş, 2005 yılında alınan kararla da Ankara Büyükşehir sınırları içerisinde yer almaya başlamıştır.
         Mustafa Kemal Atatürk 1933 yılında; Melikşah köyünde yer alan açık havuz şeklindeki Melikşah hamamını, 16.06.1935 tarihinde başbakan İsmet İnönü, Ali Çetinkaya, cumhurbaşkanılığı muhafız alayı komutanı binbaşı İsmail Hakkı Tekçe ile yaptığı gezide ilçemizi onurlandırmış ve halkımızın sıcak sevgisi ile karşılanmıştır. Çarşı merkezinde üzeri kapalı tutulan su kuyusu yanında hatıra fotoğrafı çektiren Atatürk ve maiyetindeki heyet ile birlikte şimdiki belediye binasının bulunduğu çay bahçesinde istirahat etmiş, halk ile sohbet ederek daha sonra Kışlacık Köyü ve Karagöl’ü ziyaret etmişlerdir. Aydos dağı yaylasında  küçükbaş hayvancılığı geliştirmek amacıyla Atatürk’ün emri ile yaylaya mandıra yapılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk “Tarih, bir milletin kanını, hakkını ve varlığını hiçbir zaman inkar edemez” diyerek tarihin önemini vurgulamıştır.

ANKARA SAVAŞINDAN ÇUBUK OVASINA 

{20 - Temmuz - 1402 Cuma)

a. Savaşın Sebepleri:

Onbeşinci asrın son yıllarında Asya'da iki hükümdar vardı. Bunlar­dan bîri olan Timur, Çin'den doğu Anadolu'ya, Rusya bozkırlarından Su­riye ve Basra körfezine kadar olan geniş bölgede, ayakta bir tek devlet bı­rakmadı ve cihangirlik iddiasında bulunmaktaydı. Diğeri Yıldırım Beya­zıt ki; ona karşı koyabilecek tek hükümdardı.

Sebepler her ne olursa olsun, kader bu iki hükümdarı Çubuk ovasın­da karşı karşıya getirdi. Biz görünüşteki bu sebepleri şöylece özetleyebi­liriz.

1.       Timur ve Yıldırım Beyazıt arasında sokulan nifak tohumları,

2.  Her iki hükümdarın birbirlerinin güçlerini üstün görmeleri,

3.   Her İkisinin de Asya kıtasına hâkim olma isteği,

4.   Yıldırım'ın Anadolu'da Türk birliğini kurmak istemesi,

5.   Timur'un istilâcı bir yapıya sahip oluşu,

6.   Timur'un Yıldırım'dan bazı isteklerde bulunması,

7.   Yıldırım'ın bu istekleri yerine getirmeyişi,

8.   Yıldırım'ın mektuplarında sert cevap verişi,

9.   İlk hücumu Timur'un başlatması, 10. Diğer sebepler...

 

b. Savaş Alanı:

Bu savaşta, Ankara kalesi ve Bentderesi denilen yerin rolü vardır. Asıl savaşın cereyan ettiği yerleri şöylece sıralamak mümkündür.

Melikşah köyünün güneyi, Mire dağının olduğu yerler, Kaplı veya Ka­padı boğazıyla, Karyağdı dağının kuzey kısmındaki Karabayır ve yanlarındaki sarp boğazlar. Mire dağının oldukça sarp batı yamaçları, Böyrek tepe­leri, kızıl renkli sarp yamaçlı Çalkaya mevkii, Bahadırtepe, halkın ağzın­daki menkıbelere uyan ve tarihlerin de kaydettiği Çıtağan, Menadır, Baha­dır, Böğrek tepeleri, Çataltepe veya Yarbayırları ki; bu sahada Esen, Buğa, Suriye Türkmenleri'nden Sancar köyleri vardır. Bunlar Timur'un kuman­danlarının isimleridir.

Ova çayı boyunda, Yağıbasan, Yayalar, Arkasıyan, Yıldırım'ı esir eden zatın ismine nisbetle bu olay ve yerini tesbıt eden Mahmut Oğlan Köyü var­dır. Kuzeyindeki Cankurtaran tepesi, iki adet Okçular köyü, Çubuk çayı mıntıkasında bulunan 1611 rakımlı en yüksek ve önemli Mire dağı ve Çu­buk kazası yakınında bulunan Çubuk ovasıdır ki; gerçekten burada ordula­rın yayılmaları için oldukça uygun bir saha vardır.

Yalnız savaş meydanında ve yakınında su az olmasına ve temmuzun yakıcı güneşi altında Çubuk çayının akmamasına rağmen Melikşah köyün­de iki çeşme, ayrıca iki de ılık suyu olan kaplıcanın o günlerde daha çok ak­tığı düşünülebilir.

Asıl savaşın geçtiği alan, Yıldırım dağı, Aydos dağı ve etekleri ile şim­diki Çubuk ovasıdır. En kanlı olay, Melikşah, Yazır, Kutuören, İkipınar, Kızılcaköy ve havalisinde geçmiştir.

 
Bu çevre gezildiği zaman, bu kadar asır geçmesine rağmen, savaşın izlerine bütün ihtişamıyla beraber rastlamak mümkündür. Melikşah köyü­nün kuzeyindeki Çaitepe'de Yıldırım Beyazıt'm kalıntıları savaşın unutul­maz izleridir.

 Ankara yıldırımın hareket üssü idi. Ankara'nın derhal ele geçirilemeyeceğini tahmin eden Timur, Yıldırım'-ın  bütün kuvvetiyle yüklenmesinden endişe ederek ordusunu Ankara'nın güney doğusunda kuvvetli bir mevzi olan Kuyrukçudağ mıntıkasına yerleş­tirdi. Kendisi de Kırşehir'den Ankara önüne geldi. Ordugâhını Ankara'nın şimdi Demirlibahçe semtindeki bir köşke ve civarına yerleştirdi,

Ankara kalesinin etrafında bulunan su hendekleri lağımlar atılmak su­retiyle boşaltıldı. İlk saldırıyı Timur yaptı ve kendisi de durumu, Bendde-resi kuzeyinde bulunan Hazırlık mevkiinde izledi. Timur'un müthiş hücum­larına karşı, Ankara muhafızları, başlarında Ankara hâkimi Yakup Bey ol­mak üzere kahramanca savunuyorlar ve Timur'un askerlerini kale burçları­na yaklaştırmıyorlardı.

Timur önemli bir tedbir olmak üzere Bendderesi'nin mecrasını değiş­tirip Ankara'nın batısındaki İncesu'ya indirmek istedi. Fakat Yıldırım hiç ummadığı bir zamanda, tahmin etmediği bir istikametten bütün kuvvetiyle çıkagelmişti.

Timur baskına uğramıştı ve bu durum tehlikeli olabilirdi. Her neden­se Yıldırım, hemen hücuma geçmemiş, fakat Timur, derhal Ankara kuşat­masını kaldırarak ve bütün gece kumandan ve askerini seferber ederek savunma tertibatı alma fırsatı bulmuştu.

Bütün bunlara rağmen Timur heyecanlıydı, belki de ömrü boyunca böyle telaşlı dakikalar yaşamamıştı. Çünkü karşısındaki bir harp dahisiydi. Savaşın başladığı gece sabaha kadar Timur hiç uyumamış, dua ile geceyi geçirmişti.

Artık sabah oluyordu. Yıldırım ordusunun 12 kilometreuzaklıkta mevzi aldığı görülmeye başlamıştı. Yine de Timur Ankara önünde bulundu­ğu sürece, savaşın sonucuna tesir edebilmek için bazı önemli ve korkunç tedbirler almaktan da geri kalmadı. O taraflarda bulunan çeşmelere, Çubuk veya Ankara çayına, Kızılcaköy, İncesu ve Bendderelerİne zehir döktürdü. Ordusunun arkasını Çubuk suyuna vermek suretiyle kendi suyunu temin etmiş. Yıldırım tarafından faydalanılmasın diye de o yörede bulunan çeş­me, sebil, kuyu, sarnıç, tarla , değirmen, depo, sürü ve çiftlik gibi ne varsa hepsini yağmalamış, tahrip ettirmişti.

Yılın en sıcak bir gününde meydana gelecek bir savaşta, Yıldırım or­dusunun susuz kalmasından daha korkunç ne olabilirdi.

Yıldırım ise, Timur'un Sivas'tan Kayseri'ye doğru hareket ettiğini haber alır almaz, yeniden bir takım tedbirler almaya karar verdi. Aslında Yıldırım Timur'la dağlık bir yerde savaşmayı uygun bulmuş ve Timur'u böyle bir mevkide beklemişti. Timur da, daha geniş bir ova ve vadilerin bu­lunduğu bir yere doğru gitmişti. Yıldırım istişaresini yaptı. Savaşa taraftar olmayan Sadrazam Ali Paşa, Timur ordusunun üstünlüğünü ve çokluğunu bildirerek, bu durumda meydan muharebesinin tehlikeli olabileceğini, bas­kın yapmanın ve zayıflatmanın daha uygun olup, sonunda meydan nıuhha-rebesiyle mağlup edilebileceğini anlatmaya çahştıysa da; Rumeli beylerbe­yi Firuz Bey'in görüşü olan, bir meydan savaşı verilmesi fikri; Yıldırım'in mertliğine ve kahramanlığına daha uygun düştü.

 

Bu sebeplerden dolayıdır ki, Ankara'ya vararak, savaşı kale yakınla­rında vermeyi uygun bulan Yıldırım, ordusunu hiç dinlendirmeden, büyük bir sür'atle Kalecik üzerinden Ankara kalesi civarına getirdi, İsteseydi dağı­nık bir vaziyette bulunan Timur ordusuna baskın yapar ve savaşın kaderi­ni değiştirebilirdi ama bunu yapmadı, söylenenlere kulak asmadı ve Ti­mur'u Kale ile kendi arasında bırakmak için Ravlı köyü yakınındaki Sulu Mola'yi bırakıp, kendince en münasip gördüğü Melikşah köyü civarına yer­leşmişti.

Asıl savaşın olduğu yer, bütün görünümüyle Çubuk ovasıydı ve ortasından Çubuk çayı geçiyordu.

Yıldırım cephesini Melİkşah köyünün hemen güneyinde bulunan kuv­vetli bir yere getirdi. Yeniçerilerin tuttuğu yer yüksek ve savunmaya el­verişliydi. Yıldırım ordusunun sağ cenahı Mire dağına dayanmıştı. Osman­lıların sol cenahı nisbeten düz bir ovaya düşmekteydi. Ne var ki, Osmanlı tarafında su, orduya yeterli değildi. Temmuzun o sıcak ve hararetli gününde bundan daha büyük felaket olamazdı.

İki taraf ordularının sayısı hakkında bütün tarihçiler birbirlerini tut­mayan mübalağalı rakamlar vermekle beraber, en makul olanın; Osmanlılar­da 70-80 bin arası, Timur ordusunda Yildırım'dan üç dört misli veya daha fazla olduğu görüşüdür. Bu duruma göre, Timur ordusunun 300-350 bin ci­varında olduğu söylenebilir.

Kesin olarak bilinen bir nokta varsa; o da, Timur ordusunun Yıldırım ordusundan sayıca çok daha fazla oluşudur. Çünkü bütün tarihçiler, Yıldı-rım'ın sayıca üstün kuvvetler karşısında, kahramanca savaştığında birleşi­yorlar. Bu mağlubiyetin en önemli sebebi; düşman ordusunun sayıca çok­luğudur.

      Bu savaşın günü hakkında, 14, 20, 21, 28 Temmuz günlerinden biri ol­duğu konusunda ihtilaflar varsa da, en doğrusunun 20 Temmuz 1402 Per­şembe günü olduğudur.

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hallo 🙋🏼‍♀️