
AKIL, ZEKA VE İDRAK ÜÇGENİNDE İNSAN
MEHMET DOBOĞLU
İnsanı tanımak aynı zamanda Yaratan’ı tanımaktır, daha doğrusu O’nun (C.C) kudretine, ilmine ve diğer esmalarına ulaşmaktır, en azından bir kısmanı diyelim. O’na ulaşmak ise mutlulukların en yücesi olsa gerek.
Yavuz Sultan Selim: “Padişahı alem olmak bir kuru kavga imiş. Bir veliye bende olmak cümleden ala imiş” diyor ya, işte o velilerinde yaptıkları aslında bu. Bizi alırlar, Yaratan’a götürürler…
Konumuz akıl, zekâ ve idrak üçgeninde insanı ele almak amacıyla böyle bir girişe ihtiyaç duydum. Çünkü akıl farklı, zekâ ve idrak farklı ama iç içe olan güçler bunlar. İşte bu muhteşem üçlünün nasıl çalıştığını ve birbirlerini nasıl etkilediklerini sizler için araştırdım.
Genellikle insanlık tarafından tam kapasite ile kullanılmayan beynin, özellikle akıl hasletiyle birlikte, Allah’ın insana en büyük lütfu, keremi ve ikramı olduğunun bilmeyen yoktur, fakat farkında olanlar azdır diye düşünüyorum. Ancak anlattıklarımdan sonra bu farkındalık artacaktır inşallah.
Beyin Cerrahı Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın: “Bir donanım olan beyin, insanı insan, ademi adam yapan veya yapmayın bir organdır. Akıl yazılımı, zekâ ise işletim sistemidir beynin!”
AKIL SAĞDA, ZEKA SOLDA YER ALIR
İnsan içinde Cenab-ı Allah güç merkezleri koymuştur. İki terazi kefesi düşünün, kefenin sağ tarafında KALP(ruh, vicdan, iman), AKIL vardır, sol tarafta ise ZEKA VE NEFİS vardır. Bu tarafa şeytani tarafta denilebilir, çünkü şeytan ile işbirliği yapmaya açıktırlar.
Sonra bu iki gurubun şubeleri de söz konusudur, hırslar, şehvet, azim ve ahlak v.b. Bu her iki gurubu yine kendi içinde destekleyen Rahmani ve Şeytani güçler söz konusudur. Örneğin İrade. Kişi cüzi iradesini, Külli İrade sahibine dayarsa, Rahmani yön güçlenir. Veya kişi nefsini yemek, içmek, uyumak gibi fiziki güçlerle desteklerse, şehvet artar, hırs çoğalır v.b
Kişi burada şunu bilmeli, eğer başarılı olmak istiyorsak, bu Rahmani yönden de geçerli, şeytani yönden de geçerli. Kişi sadece elinden geleni değil, elinden gelenin ötesin de gayret göstermeli.
Örneğin, hırslar, şan, şöhret ve şehvet kontrol edilebildiğinde ki bu mümkün, kalp, akıl ve irade kişiyi destekler. Bu durumda hırs ve azim kişiyi başarıya götürür. Hırsını kontrol edemez isen, bu defa kaybedersin.
Prof. Aydın bu konuda bizlere bir de uyarı yapar: “Başarının detayda gizlendiğini, ayrıcalıklı olmanın temelinde ince nüanslar yaptığını, başarı için yaşayabilmenin onur olduğunu, ancak şeytanın da bu ince detaylarda pusu kurduğunu aklından çıkarma!” Eyvallah.
ZEKA -AKIL İLİŞKİSİ
Zekayı bir bıçağa benzeten hocamız, “Bu bıçak doktorun elinde olursa ameliyat yaparak can kurtarır, katilin elinde olursa cinayet işler!” demiştir.
Bu sözleri Hakim Demir’in Zekayi Kullanabilme Metodu isimli kitabından birkaç cümle ile yerli yerine koyalım. “Zekâ, bilinen alanda faaliyete gösteren akla bazı noktalarda yardımcı da olur, bunu konular arası ilişki kurarken yapar! (s.15)
Zekâ insan ruhunun özelleşmiş bir kıvrımıdır ve ruhun ham idrak mekanizmasıdır… Zekanın mahiyetinde bulunduğunu düşündüğümüz “mahfuz bilgi” zekanın seviyesini belirlemektedir. Ne kadar çok ön bilgi zekanın mahiyetinde mevcut ise ya da zeka ruhtaki ön bilginin ne kadarını kullanabiliyorsa seviyesi o kadar yüksektir. (s.17)
Zekâ genelde akıldan bağımsızdır, fakat akil ile birlikte faaliyette bulunur. Zekanın ham olarak topladığı bilgiler akıl tarafından değerlendirilir.
Yine enteresan bir bilgi, “Zekâ şuurun faaliyetlerine yardımcı olmaz. Şuur zekanın katsını zorla alır. Zekâ ile şuur arasındaki ilişki akıl ile zekâ arasındaki ilişkiye benzemez. (s.21)
Şu cümle hepsini daha net anlatır: “Zeka bilgi edinmek ve bilgi depolamak imkanına sahip olamadığı için, tanıma faaliyetlerini gerçekleştirdikten sonra onu muhafaza etmeyerek akla nakleder. (s.35)
Hatırlarsanız Mevlâna, Firavun ile Musa arasındaki hikayeyi anlatırken, zekayı Firavun’un veziri Haman’a benzetmişti. Haman, Firavun’u inkara yönlendirmişti. Bunun için zekaya değil, aklımıza ve kalbimizi güçlendirmemiz gerekiyor. Ve burada tefekkür edip, Rabbimizin gücünü görmemiz yerinde olacaktır.
🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠🧠
Akıllı Zekâ / Dr. Mehmet Öztürk
Akıl, zekâ, mantık… benzeri kavramlar gündelik hayatımızda sıkça kullandığımız kelimelerdir. Çoğu zaman bu terimleri birbirinin yerine ve aynı anlamda kullanırız. Hatta birbirleriyle karıştırırız. Oysa anlam itibarıyla aralarında çok ciddi nüans ve farklılıklar söz konusudur.
Bu kavramların kendi aralarında etimolojik farklılıklarının yanısıra kendi içlerinde de alt başlıkları ve anlam varyasyonları mevcuttur. En yalın ve salt haliyle akıl; normatif olanı ifade ederken, zekâ; serbest düşünceyi, mantık ise; düşünce yöntemi, teknik ve sistematiğini ifade eder; tüme varım, tümden gelim gibi.
Bu kavramları ansiklopedik tanımları itibariyle irdeleyelim.
Akıl, insanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme anlama… melekesi.
Sözlükte masdar olarak “menetmek, engellemek, alıkoymak, köstek, bağlamak” gibi anlamlara gelen akıl (el-akl) kelimesi, felsefe ve mantık terimi olarak “varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir. İnsanın her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayıran bir güç olarak akıl; ahlâkî, siyasî ve estetik değerleri belirlemede en önemli fonksiyonu haizdir.
Kur’ân-ı Kerîm’e göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. Kur’ân’da akıl kelimesi kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Kur’ân terminolojisinde akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir. Dinen mükellef olmaya esas teşkil eden akıl, birinci anlamdaki akıldır. Kur’ân-ı Kerîm “ancak bilenlerin akledebileceğini” söyler (Ankebût, 29/43). Bu gücü ve bu bilgiyi iyi kullanmadıkları için kâfirleri, “…Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler.” (Bakara, 2/171) diyerek yermiş, “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir.” (Yunus, 10/100) ayetiyle bütün insanlığı uyarmış ve akıllarını kullananların cehennem azabından kurtulacakları (Mülk, 67/10) belirtilmiştir. Kur’ân’ın birçok ayetinde, akıl sayesinde kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı sık sık ifade edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Nitekim “Allah ayetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır.” (Bakara, 2/242) ayetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir.
Zekâ kelimesi ise; parlak ateş, parlaklık ve keskinlik anlamlarına gelmektedir. Zihnin öğrenme, öğrenilenden yararlanabilme, yeni durumlara uyabilme ve yeni çözüm yolları bulabilme yeteneğidir. Başka bir deyişle birçok yeteneğinin uyumlu çalışması sonucu ortaya çıkan bir yetenekler birleşimidir. En geniş anlamıyla, genel zihin gücü olarak da tanımlanabilir. Zihnin algılama, bellek, düşünme, öğrenme gibi birçok işlevini içerir. “Zekâ” sözcüğü Türkçeye Arapçadan geçmiştir. Arapçada “parıltı”, “zihin parıltısı” gibi anlamlara gelmekte; “ateşin harlanması” gibi bir anlamda da kullanılmaktadır.
Akıl-Zekâ Farkı ve İlişkisi
Yazımızın başında akıl ve zekâ farkına yalın haliyle kısaca değinmiştik. Şimdi biraz daha açabiliriz:
Akıl ve zekâ birbirinden tam bağımsız olmamakla beraber, zekâ daha çok beyinsel, akıl ise bilhassa kalbî bir fonksiyondur da denilebilir. Akıl, doğru düşünce üretmekle ilgilidir. Zekâ ise genelde uygulayıcı olarak düşünülebilir. Akıl kurallar ortaya çıkarırken, zekâ bunların pratikte uygulanmasını sağlar. Başka bir açıdan bakıldığında zekâ, düşünebilme gücü ya da yeteneğidir. Doğru düşünceye ulaşmak ya da sahip olmak ise akılla olur.
Diğer yandan, her ruh ve zekâ sahibi varlık aynı zamanda şuur ve akıl sahibi olmayabilir. Hayvanlar, kendi aralarında farklı olmak üzere, belli bir izafi zekâ düzeyine sahip, fakat akıldan yoksundurlar; dolayısıyla zekâları insan zekâsından elbette ki farklıdır.
Bir otomobile göre mukayese edecek olursak, zekâ motora akıl ise direksiyona benzetilebilir. Motor çok iyi çalışabilir, ama direksiyon iyi kullanılmıyorsa motorun verimi bir fayda sağlamaz. Araç her an kaza yapabilir. Sonuçta, akli muhakeme için bir ön faaliyet olan düşünme eylemi, zekânın varlığını gerektirmektedir. Fakat, her düşünen aklını kullanıyor demek değildir. Çok zeki bir hırsızdan söz edilebilir, ama ona asla akıllı denemez.
Kur’ân’ın; “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşi sıra gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile, ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amâde bekleyen bulutları döndürmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) pek çok deliller vardır.” (Bakara, 2/164); “Allah, dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara, 2/269); “…İşte Allah ölüleri böyle diriltir, size alametlerini gösterir, ta ki akledesiniz.” (Bakara, 2/73) gibi ayetleri zekânın faaliyet alanını aşan, ancak aklın nasibi olan ve insanı hikmete götüren bu idraki, bu akletmeyi, bu muhakemeyi ortaya koymaktadır. Bu yüzden Kur’ân “akıl sahipleri” diyor, “zekâ sahipleri” demiyor. Çünkü zekâ, akıl için sadece bir ön şarttır. Zekâ yoksa akıl zaten yoktur. Nihai hedef akıl. Kur’ân aklı muhatap alıyor. Çünkü idrak ve muhakeme, nihai karar ve tercih akıl ile mümkündür.
Aklın Varyasyonları
Akl-ı selim: Hüküm ve kararlarında doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilen akıl. Sağduyu anlamındadır. Kur’ân’da geçen “kalb-i selîm” (Şuarâ, 26/89) akl-ı selîm’e yakın bir anlam taşımaktadır.
Akl-ı sakim: Kısa görüşlü akıl. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve çok kere pişmanlığa sebeb olan akıl. Akl-ı sakim bazen doğruyu bulur, bazen yanılır. Yanılması daha çok olur.
Ya da İmam Rabbani’nin ifade ettiği gibi: Akıl iki türlüdür, akl-ı maaş ve akl-ı maad. Dünya aklı, ahiret aklı. Akl-ı maaş, hayatı zahir yönden devam ettirmekle ilgili bir akıldır. Akl-ı maad ise ahirete, öze dönük faaliyet gösteren akıl türüdür.
Zekâ potansiyeldir, serbest düşüncedir. Zekâya norm, kural, kanun, yargı, hüküm giydirilirse akıl gündeme gelir. Ancak bu norm her zaman olumlu olmayabilir, yani pozitif veya negatif yönde de tezahür edebilir. Eğer terbiye edilmiş, vahiyle aydınlanmış ise “selim”dir. Negatif kurallarla bozuk ölçülerle donanmış olursa “sakim” olur.
Bizim “akıllı zekâ”dan kastımız; vahiyle aydınlanmış “akleden kalp” keyfiyetinin potansiyelini oluşturan zekâdır. Yani akleden kalbe ya da selim akla temel teşkil eden zekâdır. Çünkü zekâ olmadan akıl olmaz; “her akıllı zekidir ama her zeki akıllı demek değildir.” Nükleer teknoloji üretmek üstün bir zekânın sonucudur. Bu teknolojiyi yanlış inanış, ideoloji ve normlar doğrultusunda insanlığın aleyhine bir “nükleer silah” olarak kullanmak “aklı sakim”dir. Ama bu gücü müsbet manada insanlığın hayrına “nükleer tıp” olarak kullanmak ise “aklı selim”in ifadesidir ve “akıllı zekâ”nın tezahürüdür.
Zekâ, ummanda yolculuk yapan bir gemi ve dümeni. Sakim akıl, bu dümene komuta eden ancak okyanusta gemiyi nereye götüreceği belli olmayan bir sarhoş. Selim akıl ise gemiyi, sahili selamete çıkaracak bir kılavuz kaptan gibidir.
Akıllı zekâ, akleden kalbin hükmettiği zekâdır.
Zekâ, bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına da gelmez. Hep söylenir; müzik bestecisi kendi duygusal yapısının içerisinde, en karışık eserleri aklıyla değil zekâsı sayesinde oluşturur. Biz bu kişilere “müzik dehası” diyoruz. Ancak bu müzik dehaları en basit bir matematik problemini bile çözemeyebilirler.
Sonuç olarak zekâ; ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere, iradeye ve bilgi edinme isteğine göre farklılıklar gösterebiliyor. Akıl, somut olarak ölçülemez ama zekâ, pek sağlıklı olmasa da IQ denilen bir testle ölçülmeye çalışılıyor. Zekâ bir başkasından alınamaz ama akıl alınabilir.
İnsanlık aleyhine icat ve buluşlar yapan, izmler, felsefe ve teoriler ortaya koyan, uyuşturucu ve silah… üreten bir bilim adamı, bir ideolog, bir filozof kesinlikle zekidir; ama söyler misiniz acaba sizce akıllı mıdır?
Akıl; kurallar, normlar üretir ancak her kural ve norm “doğru” demek değildir. Eğer paradigmanız yanlışsa o akıl sizi asla doğruya götürmeyecektir. Bugün kutsanan Batı’nın “rasyonel” aklı, vahyin aydınlatıcı ışığından yoksun olduğu için adeta putlaştırılmıştır. O nedenle de her tarafta kan ve gözyaşı hakimdir. Emperyalizm, sömürü… ve dünya savaşları, ahlak ve vahiyden yoksun Batı rasyonalizminin sonucudur.
Zekâ yalın halin adıdır. Normatiflik devreye girince aklileşme başlıyor ancak bu seferde aklın referansları gündeme geliyor. Nefsani yargılar, kurallar hakim olursa sakim, Rahmani referanslar belirleyici olursa bu sefer de selim akıl söz konusu demektir. Rafine olan, damıtılmış, terbiye edilmiş zekâ aklîleşmiş demektir.
Aklın Kritiği ve Sınırları
Akıl bu kadar önemlidir ama yine de her şey demek ya da temel referans demek de değildir. Şehvet, nefret, haset, kibir, riya, cimrilik vs. marazların tasarruf ve etkisi altındaki akıl, bağımsız hareket edebilen selim bir akıl değildir. Olsa olsa ancak sakim bir akıldır.
Ayrıca aklımızın niceliğini ve nasıllığını anlama ve kavrama noktasında da sınırlarımız söz konusudur. Yani kendi aklımızı dahi kavrayamıyoruz. Akıl nedir, nerededir, nasıldır şeklinde aklın zâtına yönelik sorular sorulsa hiç kimse yeterli izahta bulunamayacaktır. Çünkü akıl; bizatihi somut, müşahhas bir varlık olmayıp soyut, mücerred bir varlıktır. Akıl; zâtıyla bilinebilen değil, eserleriyle bilinebilen bir fenomendir.
Herkes akıl denilince genelde beynini işaret eder. Oysa akıl eşittir beyin demek değildir. Çünkü akıl eşittir beyin olmuş olsa hayvanlarda da beyin var. O zaman bütün hayvanların akıllı yaratıklar olması icab ederdi ki hiçbir hayvanda bizim bildiğimiz anlamda akıl söz konusu değildir. Aklın beyinle korelasyonu vardır, fakat akıl eşittir beyin demek değildir.
Allah bazı misaller, emsaller halketmiştir ki bazı şeyleri anlamak daha kolay olsun. Akıl onlardan biridir. Aklın kendisi; tabiri caizse Allah’ın zâtı’nda olduğu gibi, zâtı ile anlaşılabilen bir varlık olmayıp ancak eserleri ile bilinebilen varlık kategorisindedir. Bu arada yeri gelmişken vurgulamadan geçmeyelim. İnsan daha bizatihi kendi aklını anlayabilme, gösterebilme, kavrayabilme gücü ve iktidarına sahip değil iken; kâinatın sahibi, maliki olan Allah’ın zâtını nereden görme, anlama, kavrama, algılama gücü ve iktidarına sahip olabilsin.
Biz insanlar, formatlanma itibarı ile Allah’ın zâtını anlayabilme kabiliyet ve istidadında yaratılmadık. Bunu kesinlikle kavrayabilme noktasından uzağız.
İlkokul çağındaki bir çocuğa üniversite çağlarında öğretilen en karmaşık fizik, matematik, kimya formüllerini aktarabilir miyiz? Aktarsak bile anlayabilir mi? Anlayamaz. Bu durumun nedeni; o çocuğun zekâsının veya aklının geriliğinden değil, onun kapasitesi, ona yüklenen, ona atılan format, onun programı, yazılımı… o anki durumu itibari ile üniversite düzeyindeki bilgileri kavrama noktasından uzak olmasından dolayıdır.
Buradan hareketle şunu açıkça ifade edelim ki; İslam’da asla akla aykırılık olmayıp ancak aklın anlayamayacağı, kavrayamayacağı hususlar söz konusu olabilir. Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız formatlanma meselesinden dolayı.
Netice itibarıyla zekâyı akıllandırmak gerekiyor. Fakat bu akıllandırmanın vahyin ışığında ve vicdan duruluğunda tahakkuk etmesi şarttır. İslam’da akıl çok önemlidir. İnsanın takvası aklı ölçüsünde inkişaf eder. Ama yukarıda da izah ettiğimiz gibi akıl her şey demek de değildir. Büyük ölçüde kılavuzumuz olan akıl ve akılcılık; bazen de bağ, köstek, pranga ya da bariyerimiz olabilir. Nitekim Necip Fazıl’a “kustum öz ağzımdan kafatasımı” dedirten de bu hakikattir.
Allah katında yegâne üstünlük ölçüsü olan takvanın terkibinde akıldan başka unsurlar da söz konusudur; güzel ahlak, aşk ve muhabbet… gibi.
Yazımızı Hz. Mevlânâ’nın derin anlamlar yüklü şu güzel sözüyle noktalayalım:
“Dün zekiydim, dünyayı değiştirmek istiyordum. Ama bugün akıllıyım, kendimi değiştiriyorum.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️