PANTEiZM : terimi, muhtemelen ilk olarak İrlandalı özgür düşünür John Toland’ın (1705) eserlerinde yer alan ve Yunanca Pan (bütün/tüm) ile Theos (Tanrı) kelimelerinden oluşturulan modern bir terimdir.
3. yüzyılda yaşamış Yunan Filozof Plotinos ve 16. yüzyılda yaşamış Giordano Bruno gibi isimler de panteizm düşüncesi üzerine önemli eklemeler yapmışlardır. Ancak tam olarak bir panteizm düşüncesini doğuran kişi, 1632 - 1677 yılları arasında yaşamış Hollandalı Filozof Baruch Spinoza olmuştur.
Spinoza tarafından ortaya atılan monizm yani bircilik görüşü, panteizmin temelini sağlamlaştırmıştır. Panteizm kelimesi bir kavram olarak terminolojiye daha sonra kazandırılmıştır ancak Spinoza tarafından yapılan teolojik çalışmalar, bu düşüncenin en önemli metinleri olarak kabul edilir.
Panteizm savunucularının sayısı hiç de az değil:
- William Wordsworth
- Samuel Taylor Coleridge
- Johann Gottlieb Fichte
- Friedrich Wilhelm Joseph Schelling
- Georg Wilhelm Friedrich Hegel
- Walt Whitman
- Ralph Waldo Emerson
- Henry David Thoreau
Tüm bu isimler, özellikle 19. yüzyılda karşımıza çıkan en güçlü panteizm savunucularının başında geliyorlar.
Panteizm Nedir?
Kavramsal Olarak Panteizm
Çeşitli şekillerde tanımlanan Panteizm üzerinde düşünürler tarafından uzlaşılan tek nokta bu sistemin Tanrı- Alem ilişkisi sonucu ortaya çıkan ikililiği çözmeye yönelik olduğudur. Bu kapsamda Panteizmi karşılayan en iyi ifade şekli ‘her şey O’dur’ ifadesidir. Yani sonsuz olanın sonluda yok olması, sonlu olanında sonsuzda yok olması söz konusu değildir. Bu bilgiler çerçevesinde Panteizm anlayışını şu şekilde tanımlamak mümkündür:
Tanrı’nın her şeyi içine alan, Tanrı-Alem ikililiğini ortadan kaldıran hatta Tanrı’nın her şey olduğuna inanan, dolayısıyla ne insanın ne tabiatın müstakil varlıklar gibi görülmesinin mümkün olmadığını, onların sadece varlığın farklı tarzlardaki açılımlardan ibaret olduğunu ileri süren felsefi ve dini bir doktrindir.
Yapılan bu tanımın içeriği ele alındığında Tanrı’nın her şeyi ihtiva etmesi anlayışı teizmde rastlanan bir görüştür. Fakat Panteizm son noktada evreni ve tanrıyı özdeş kılması fikri onu teizimden ayırmaktadır.
Tanrı’nın evrenden bağımsız ve ayrı bir varlığının olmadığını savunan Panteizm’e göre doğadaki varlıkların ilk kaynağı Tanrı’dır ve Tanrı doğadadır. Yeryüzünde var olan her şey Tanrı’nın bir parçasıdır ve Tanrı’dan türemiştir. Aynı zamanda yeryüzündeki varlıkların tamamı Tanrı’yı oluşturur. Panteizme göre evren Tanrı’nın ta kendisidir.
Panteistler, evrende varlık gösteren her şey örneğin; fizik kanunları, yıldız sistemi, insan, doğa, atom, hareket ve buna benzer birçok şeyin bir bütün halinde Tanrı’yı oluşturduğunu söylerler. Bu düşüncenin bir sonucu olarakta evrende yaşanan her hareket, her olay aslında Tanrı’nın bir hareketidir.
Panteizm görüşünün en çarpıcı, ilginç ve fark yaratan sonucu ise insanın da Tanrı’nın bir parçası olduğu fikridir. Çünkü evrendeki her şey Tanrı’dan türeyerek çoğalmıştır ve insan da buna dahildir. Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı ile birlikte evrimleşmiştir.
Felsefi anlamda Panteizmin ilk temsilcisi Elea Okulu’nun kurucusu olan Kseofa-nes’tir. Kseofa-nes çok tanrıcılığa ve Allah’ın insan gibi olduğunu düşünen, O’na bütün insan isteklerini yükleyen görüşlere karşı mücadele etmiştir.
Kseofa-nes’e göre tek bir Tanrı vardır ve hiçbir insanla karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Hareketsiz ve değişmez olan bu Tanrı’nın istediğini yapması için sağa sola hareket etmesi ya da başka bir şey yapmasına gerek yoktur. O her şeyi hiçbir zorluk çekmeden, düşüncesiyle idare eder ve yapar. Bütün bu bilgiler ışığında Kseofa-nes’in aslında Monoteizme inandığı görülmektedir. Fakat onun inandığı Monoteizm, Hıristiyanlık ve İslam’dakinden farklıdır. Kseofa-nes’in tek tanrı tasavvuru tamamen Panteist karakterlidir. Yani Tanrı evrenle eşit ve bir olan varlıktır. Kseofa-nes’e göre Tanrı yaratıcı değildir. Tanrı’nın bir şekli yoktur. Eğer Tanrı’nın bir şekli olsaydı, evren şeklinde yani küre biçiminde düşünmek gerekirdi. Kendi hareketini yaratan evren, Tanrının ta kendisidir.
Kseofa-nes’ten sonra 1548-1600 yılları arasında Giordano Bruno, evrenin hareket ettiricisi ve yaratıcısı olmayan, yalnızca ruhu olan bir Tanrı inancının olduğunu savundu. Giordano Bruno da bir Panteizm savunucusudur. Ona göre Tanrı ve evren aynı şeydir. Bu görüşünü savunurken tanrıtanımazlık suçlamasına uğramamak için Tanrı ve evreni aynı ve bir saymanın, Tanrı’yı inkar etmek için değil, aksine Tanrı’yı yüceltmek ve yükseltmek için olduğunu söyler.
Bütün bu görüşlerden sonra Panteizmin Tanrı’nın eşyada ve her şeyde olduğu görüşünü savunan bir düşünce olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarakta Tanrı’yı evrendeki bütün eşyaların sayısı kadar parçalara bölen bu anlayış şekli bizi materyalist anlayışa götürmektedir. Çünkü Tanrı’nın evrendeki her şeyde olduğunu söylemek, onu maddi ve somut bir varlık olarak algılamak anlamına gelmektedir. Böyle olunca da bu görüş İslam anlayışındaki Vahdet-i Vücut anlayışının tam karşıtı haline gelmektedir. Çünkü Vahdet-i Vücut anlayışı Allah’ın varlığını ve birliğini savunan ve her şeyin Allah’ta olduğunu savunur.
Bu iki düşünce şeklinin karşılaştırılması İslam ve Batı düşüncesi arasındaki büyük farkı ortaya çıkarıyor. Çünkü Batı düşüncesinin temeli, en soyut olan konuları bile maddi ve somut bir yapıya büründürdükten sonra anlayabilmesi üzerine kurulmuştur. İslam düşüncesinde ise Vahdet-i Vücut anlayışında hiçbir zaman tek bir şey olarak görülmeyen Allah ve Alem aksine Allah bütün eşyanın ve evrenin yaratıcı olarak görülmüş ve öyle algılanmıştır.
Panteizmde tek Tanrı’lı dinlerdeki gibi ‘Tanrı-Alem’ ayrılığı ve ‘Yaratan-Yaratan’ diye bir ikilem yoktur. Tanrı ve doğa tektir ve aynı şeydir. Tanrı var olandır, yaratan değildir ve evrenin tümüdür. Evrende var olan ve görülen şeylerden başka bir Tanrı yoktur. Evrendeki bütün varlıkların toplamı olan Tanrı, canlı, cansız her şeyin bütünlüğüdür. Evrenin bir başlangıcı ve sonu yoktur.
Panteizm, çeşitli felsefi biçimlere bürünmüştür. Bunlardan bazıları; yeni Platoncular, Antikçağ Grek Stoacıları, Doğunun Vahdet-İ Vücut Anlayışı ve Yahudilerin Kabalası’dır.
Düşünsel geçmişi Antik Çağ Yunan Stoacılığına dayanan Panteizmin ileri sürdüğü ‘Evrenin Ruhu Anlayışı’ Hegelciliği ve Spinozacılığı doğurmuştur.
Arapça karşılığı ‘Vücudiyye ‘ olan Panteizm, kısaca her şeyi tanrı tanımak, varlığı sadece tanrıya vermek olarakta tanımlanabilir.
Panteizmde evrenin toplamı Tanrı’dır anlayışı vardır. Gizemcilerin savundukları gibi evrenin dışında bir Tanrı yoktur. Evrenin her zerresi Tanrı’nın kendisidir. Gizemcilikte ise her zerre ilahi güzelliği yansıtan bir aynadır. Evrenin asıl yaratılış nedeni de Tanrı’nın bu ilahi güzelliğini göstermek ve yansıtmaktır.
Panteizmin üç türü vardır:
Tabiatçı Panteizm
Tabiatçı Panteizm de tek gerçek tabiattır. Tanrı da tabiatın içinde vardır. Dideron, Boron ve d’Holbach bu türün savunucularıdır.
İdealist Panteizm
İdealist Panteizmde ise Tanrı ruhun özündedir ve bu nedenle ruh tek gerçek olandır. Hegel, Fichte ve Brunschicg idealist panteistlerdir.
Teolojik Panteizm
Teolojik Panteizm de tek gerçek Tanrı’dır. Her şey Tanırı’nın türevidir ve hiçbir şey Tanrı’nın dışında değildir. Evren, insan, ruhlar, dünya, tabiat vs. her şey Tanrı’nın varlığında meydana gelmiştir.
♻️
Kaynak gösterimi "İKBAL, 1984: 94" büyük olasılıkla Ramazan Tunç'un 1984 yılında Beyan Yayınları'ndan çıkan "Muhammed İkbal" adlı eserine atıfta bulunmaktadır.
Allâme Muhammed İkbal, (1877–1938) Güney Asya'da modern İslam düşüncesinin öncülerinden biri, şair, filozof, siyasetçi ve hukukçudur. Pakistan'ın fikir babası ve milli şairi olarak kabul edilir.
MUHAMMED İKBAL’IN ÇANAKKALE RÜYASI
Çanakkale...
Bir milletin yeniden dirilişi...
Ümmet-i İslam'ın umut diyarı.
______
Mehmet Akif’in dediği gibi,
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏
James Morris: “İslamiyet’te; her şey güzeldir ve aynı zamanda iyidir. Aslında Tasavvuf’un bütün amacı edep, güzellik, dilde de güzelliktir”
Tasavvuf’un amacı edep, güzellik ve dilde de güzelliktir
Yaz okulunun açılış törenine tasavvuf araştırmalarının önde gelen isimlerinden İslam Bilimleri Eğitmeni James Morris ve İslam Araştırmacısı Carl W. Ernst katıldı. İslam Bilimleri Eğitmeni James Morris, Sufizmi sadece tartışmak değil, yaşamak da istediklerini belirterek “İslamiyet’te; her şey güzeldir ve aynı zamanda iyidir. Aslında Tasavvuf’un bütün amacı edep, güzellik, dilde de güzelliktir” dedi.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Harvard’da çığır açan ders: Pozitif Psikoloji”
Harvard Üniversitesi’nde bu yıl Pozitif Psikoloji dersi açıldığını belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Harvard Üniversitesi’nde 1504 no’lu ders açılmış. Dersin konusu ‘Harvard’da çığır Açan Ders’ olarak yazılıyor. Ders Pozitif Psikoloji dersi, şu anda web sayfasında var. 16 ders var ve işlediği konular sanki kadim kültürden ve Mevlana’dan almışlar, Pozitif Psikoloji altında anlatıyorlar. Mevlana’dan rol çalıyorlar dedim.
Tasavvuf üzerinde çalışmanın soru sormayı gerektirdiğini ve tarih, edebiyat, felsefe ve etnik açısından pek çok değerlendirme yapılması gerektiğini ifade eden Carl W. Ernst, şunları söyledi:
“Mutasavvıf olmak için üniversitede olmanız gerekmez ama üniversitedeyseniz o zaman öğrenci olmak durumunuzdasınız. Öğrenciyseniz de sorularınızın da olması lazım, dolayısıyla bir miktar sorular üzerinde duracağız.
Bu sorular nereden geliyor, onlara bakmamız lazım. Görüyorsunuz her yıl dünyanın çeşitli yerlerinden sorular geliyor. Doktora yapmak isteyen, tasavvuf alanında çalışmak isteyen kişiler oluyor. Diyorlar ki ben Mevlana’nın çalışmalarını ve İbni Arabi’nin çalışmalarını okumak istiyorum diyorlar. Sadece kaynaklardan okumak yeterli olmuyor.
Bilim insanı olmak için sorularınızın olması lazım. Soru da akademik disiplinden çıkıyor. Öğrencilerle bir araya geldiğimizde sorunuz nedir diye soruyorum. Örneğin İbni Arabi’nin çalışmalarını okuyacaksınız, bunları acaba edebi literatür çerçevesi içerisine mi oturtacaksınız ya da sorularınız felsefeden mi kaynaklanacak? İşin etik ve ahlaki kısımlarıyla mı alakalı? Onun için bilmeniz ve tanımanız gereken çok engin bir literatür var, çok fazla zat var ama bu soruların nereden çıktığını bilmeniz lazım.”
Tasavvuf’un ve Sufi anlayışın dünyanın çeşitli yerlerinde ilgi gördüğünü ifade eden Carl W. Ernst, 1999 yılında yoga ile Sufi anlayış arasındaki ilişkiyi anlamak için Süleymaniye Kütüphanesi’ne geldiğini ve buradaki kaynakları incelediğini söyledi. ABD’de Sufi müzik yaptığını söyleyen ancak Sufilikle ilgisi bulunmayan gruplar olduğunu da ifade eden Carl W. Ernst, bunları da anlamaya çalışmanın gerekli olduğunu söyledi.
James Morris: “Tasavvuf’un bütün amacı edep ve güzelliktir”
İslam Bilimleri Eğitmeni James Morris ise gördüğü ilgiden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Morris, kültürler arası konuşabilmek, dinler arası konuşabilmek, sınırlar arası konuşabilmek istediklerini söyledi.
Morris, “İnsan sen ne yaparsan yap, Allah seni görüyormuş gibi davranırsın. İşte insan budur. Bizim de aslında yapmak istediğimiz bu. Biz aslında Sufizm‘i sadece burada tartışmak değil, yaşamak da istiyoruz. Yani böyle bir hakikati üretmek de istiyoruz.
Çünkü Cebrail nasıl bundan sorumluysa biz de bundan sorumluyuz. Ana eleman şudur İslamiyet’te; her şey güzeldir ve aynı zamanda iyidir. Aslında o Tasavvuf’un bütün amacı edep, güzellik, dilde de güzelliktir.
İnsanlar geçmişleri ne olursa oldun aslında bunu otomatik olarak hissederler. Fakat bu aslında biraz geri plana alınır, kurallar çok öndeymiş gibi ama aslında hayır güzellik cemal öndedir” dedi.
Tasavvuf her zaman orada, Allah ile kalbi olarak iletişim kurarsak öğreniriz
Eskiden mutasavvıf ve Sufi denilmediğini belirten Morris, “Onlar fukara, fakir derlerdi. Yani gerçekten onlar Allah’a olan muhtaçlığını hisseden fakir insanlardı. Onlar bunu ancak mürşidinin ona verdiği rehberlik sayesinde hissederlerdi. Belki bu bazı insanlar için biraz utanç verici olabilir ama biz burada daimi olarak çocuk olmayı öğreniyoruz bu yolda. Benim aslında öğrendiğim öğretiler çocuklarımdan geliyor. Benim en küçük oğlum 5 yaşındayken biz boşanmıştık ve çok üzgündü.
Onu yürüyüşe götürdüm ve dedim ki ‘Senin göbek adın Samuel ve senin adın ne demek biliyor musun Allah’ı dinleyen demek’. O da ‘Baba dedi, ben dinlemiyorum. Ben buradan iletişim kuruyorum’ Göğsüne vurarak bunu söyledi. Tasavvuf aslında her zaman oradaydı ancak biz onu, Allah’la kalbi olarak iletişim kurarsak öğreniriz. Ben de Allah’la iletişime girmek için dört gözle bekliyorum” dedi.
Cemalnur Sargut: “4 yılda çok önemli mesafe kat ettik”
Mutasavvıf Yazar Cemalnur Sargut da 2014 yılında kurulan Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün 4 yılda çok önemli bir mesafe kaydettiğini belirterek yüksek lisans programında şu anda 120 öğrencilerinin bulunduğunu ifade etti. Enstitüde yan derslerin de verildiğini ifade eden Sargut, 2 bin 300 adet sertifika verildiğini söyledi. Sargut, “Bir 100 yıl sonra Tasavvuf’un böyle her branşta okunması, bu arada da ilahiyat bilgilerinin asla ve asla ihmal edilmemesi bir devrim niteliğinde olduğu anlaşılacaktır” dedi.
kendisine âit yayınlanmış bellibaşlı eserleri şunlardır: “Ahlâktan Ruhî Tahkîke Adanmaya” (2007), “Ruh İlmi” (2006), “Aksettirici Kalb: İbni Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiyye’sinde Ruhî Zekâ” (2005), “Yönelişler: Bir Dünya Medeniyetinde İslâmî Tefekkür” (2004), “İbni Arabî: Futuhat-ı Mekkiyye” (2002), “Mürşid ve Mürid: Erken Tarihli Ruhî Bir Diyalog” (2002), “Sultanî Hikmet: Molla Sadra’nın Düşüncesine Giriş” (1981) ve “İbni Meserre” (1973). Bazı eserleri Türkçe, Arabça, Fransızca, Urduca, Endonezyaca, Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça’ya tercüme edilmiştir.
🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏🌏
YENİ DÖNEM TASAVVUFU VE VAHDET-İ VÜCÛD
Muhammed Bedirhan Dr. Öğr. Üyesi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
İslam Felsefesi
İslam felsefesi özelinde, “İnsanla mutlak varlık (Tanrı) arasında ne gibi ilişki vardır?” sorusunun ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle, insan iradesinin özgür olup olmadığı, İslam düşüncesinin ana sorunudur. Böylece irade özgürlüğü, yaşamın anlamı, doğru ve gerçek yaşamanın yollan, İslam dininin ilkeleri göz önünde tutularak çeşitli biçimlerde açıklanmaya çalışılmıştır. Bundan dolay, İslam düşüncesinde din ve ahlak felsefesinin ön plana geçtiği görülür.
İslam Dünyasında Felsefenin Doğuşu
İslam dünyasında bilim ve felsefenin doğuş nedenleri çeşitlidir. Bu nedenleri iç ve dış nedenler diye ayırabiliriz.
İç nedenlerin başında, Kur’an ve hadis gelir. Kur’an, Hazreti Muhammed’in 23 yıllık peygamberliğinde inen vahiylerin toplanmasıyla oluşur. Hadisler ise, Kur’an dışında kalan ve ona aykırı olmayan noktalarda Peygamberin söz, iş ve tutumunu gösterir. Gerek Kur’an, gerek hadis, insanları bilim ve felsefeye yönelten unsurlar taşıdığından, İslam’da bilim ve felsefenin gelişmesini destekleyici rol oynamıştır.
Örneğin, Kur’an’da insanı bilmeye ve düşünmeye yönelten pek çok ayet bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı şöyledir: “(Habibim) de ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak olgun akıl sahipleri düşünür.”, “Rabbim ilmimi artır.”, “Allah dilediğine hikmet verir, hikmet verilen kimseye ise çok hayır verilmiştir. (Bunu) ancak tam akıl sahipleri anlar ve düşünürler.” Hadislerde de, “En makbul sadaka, bir kimsenin ilim öğrenmesi, sonra diğer bir Müslüman kardeşine öğretmesidir.” , “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.”, “İlim Çin’de de olsa arayınız.”, “İlim Müslümanın yitik malıdır, onu nerede bulsa alır.” gibi sözlerle bilim ve felsefenin gelişimi sağlanmaya çalışılmıştır.
İslam dünyasında bilim ve felsefenin doğuşunu sağlayan iç nedenlerin bir başkası, İslami bilimlerin ortaya çıkmasıdır. Kur’an’m yazılması, okunması, anlaşılması ve savunulması için Arap dili ve yazısını incelemek, çeşitli konularda araştırma yapmak, Tanrı, evren ve insan üzerinde bilgi sahibi olmak gerekiyordu. Örneğin hadis, İslam dininin ikinci kaynağıdır.
Hadislerin gerçek olanını ve olmayanını ayırabilmek için, tarih çalışmaları yapmak gerekmiştir. Bunun için de peygamberin yaşamı, savaşları, uzak ve yakın çevreyle ilişkileri incelenmiştir. Böylece belgelere dayalı bir tarih biliminin temelleri atılmıştır. Bu tarih bilimi, İslam tarihini konu alıyordu ve hadis, fıkıh (İslam hukuku) gibi İslami bilimler kapsamındaydı.
Kelâm, İslam dininin çeşitli felsefe, inanç ve mezheplere karşı savunulması gereksiniminden doğmuş, bir düşünme ve araştırma çabasıdır.
Kelâmcılar din ve Tann’yla ilgili kavramları akılla işlerler. İlk kez din sorunlarını yalnızca akılla çözmeye çalışanlar, kelâmcıların “mutezile” adı verilen koludur. Akıldan çok inanca önem verenlerse, “eşariler” adını alırlar. Böylece kelâm adı altında bir İslam felsefesi kurulmuştur.
Dış nedenlerin başında çeviri faaliyeti gelir. 8. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Yunanca eserler Arapçaya çevrilmiştir. Çeviri yapan kişilerin çoğu doktor olduğundan, önce tıp eserlerinin çevrildiği görülür. Batlamyus, Öklid, Hippokrates, Galen ve en son da Aristoteles ve Platon’un eserleri Arapça’ya çevrilmiştir. Çeviri faaliyetinin başlangıcı İslam Felsefesinin de başlangıcıdır.
Çeviri faaliyeti, Harun Reşit zamanında Beytü-l Hikme denilen bir merkezde yapılmıştır. Bir kütüphanenin de bulunduğu bu merkezde çeşitli çeviri grupları oluşturulmuş, Bizans, Hindistan gibi yerlerden toplatılan eserler, elli yıl süreyle Arapçaya çevrilmiştir.
Peygamberin ölümünden sonra, İslam düşüncesi fetihler yoluyla farklı kültürlerle karşı karşıya gelmiştir. Urfa, Nusaybin, Jundişapur ve İskenderiye bu çağın önemli merkezleridir. 529’da Atina Okulunun kapatılmasıyla oradaki düşünürler doğuya, İran’a gitmişler ve özellikle Jundişapur’da toplanmışlardır. Burası Abbasilerin başkenti olan Bağdat’a çok yakındı. Jundişapur’daki bazı bilim insanları, özellikle doktorlar Bağdat’a gelerek sarayda görev aldılar. Mısır’ın alınmasıyla İslam dünyasının sınırlan içine giren İskenderiye’de bulunan kültür ürünleri de İslam dünyasında bilim ve felsefenin gelişmesini sağlamıştır.
İslam Felsefesinin Kapsamı
İslam felsefesi terimi, İslam kültür ve medeniyeti çevresi içindeki her türlü felsefe faaliyetini dile getirir.
İslam felsefesindeki belli başlı felsefi akımlar şunlardır:
Tasavvuf: İslâm mistisizmi diye tanımlanabilir. Tasavvuf köklerini Kur’an’dan almıştır. Kur’an’da Tanrı, bir kuluyla, yani peygamberle konuşmuştur. Peygamberin bir insan olarak yaşadığı bu olayı her Müslüman kişi yaşamalıdır, düşüncesi tasavvufun temel düşüncesi olmuştur. Böylece dış görünüşlerin arkasındaki gerçek varlığa erişme fikri önem kazanmıştır. Tasavvuf düşüncesine göre, sadece akıl yoluyla doğruya ulaşmak mümkün değildir. Bunun sonucu olarak felsefe de işe yaramaz bir çabadır. Tüm var olanların kaynağında Tanrı vardır ve her şey Tanrı’nın varlığından ibarettir. Tanrı, insanı yaratıkların en şereflisi olarak yaratmıştır. O hâlde insan Tanrı’ya ulaşabilir. Tanrı’ya ya uzun bir eğitimden geçip, birtakım manevi makamlara gelerek ya da bir an yaşanan coşkuyla (vecd) ulaşılabilir.
İşrâk (Nûr) felsefesi: İslam düşüncesini, eski doğu din ve felsefelerinin etkilemesiyle oluşmuş bir fikir akımıdır. Kurucusu Sühreverdî’dir. ‘işrâk” hem aydınlanma hem aydınlatma demektir. Öyle bir sezgidir ki insanın içine bir güneş gibi doğar. Bu doğuşta varlıklar, varlıklarına ve varlıkları hakkındaki bilgilerine kavuşur. Bu kavuşma sonunda bilen (varlık), bilginin ta kendisi (öz) olduğunu anlar. “Öz”ler birtakım aydınlık dereceleridir. En üstte “Nûrların Nûru” olan Tanrı bulunur. En altta, içinde hiç aydınlık bulunmayan karanlık (madde) bulunur.
İnsanda karanlık, bedendir. Bu nedenle ruh bedenden kurtarılmalıdır. Ruhun bedenden kurtarılması işlemi, tasavvuf düşüncesinin sandığı gibi, ne yalnızca mistik deney ve yaşantıyla ne de yalnızca akılla gerçekleşebilir. Tasavvuftaki eylemlerle insan kendisini eğitir ve Tanrı’ya ait gerçekleri kavrayacak duruma gelir. Akılla da onu kavrar. Şu hâlde doğruya ulaşma yolu akıl, sezgi ve benliğin arınması yoludur.
Vahdetivücut: Tasavvuf düşüncesinin varlık görüşüdür. Bu görüşe göre, Tann tarafından yaratılan her şey onunla aynı niteliktedir. Tüm yaratılanlar yaratanın görüntüleridir. Evreni Tanrı’dan ayn bir varlık olarak görmek, Tanrı dışında başka bir varlığın bulunduğunu söylemektir. Bu durum ise Tanrı’nın özündeki birliğe aykırıdır. Çokluk, değişme ve çeşitlilik görünüştedir. Evrendeki tüm varlıklar Tann’mn ve tanrısal niteliklerin yansımasıdır. Bu anlayışın karşısında vahdetimevcut anlayışı bulunur. Vahdetimevcut anlayışında Tanrı ile evren arasında bir ayrılık yoktur. Evrenin dışında ondan bağımsız bir Tanrı da yoktur. Tann ve evren bir ve aynı şeydir. Vahdetivücut anlayışında evrenin tek başına bir gerçekliği olamayacağı savunulur. Oysa vahdetimevcut anlayışı, Tanrı’yı tümüyle yok sayarak evreni onun yerine geçirir. Vahdetivücut anlayışının en önemli temsilcisi İbn-i Arabi’dir. İbn-i Arabi’ye göre gerçek, dıştan içe giderek görülebilir. Yani kendi ruh hâlimizi, Kur’an’ı ve evreni görerek Tanrı’yı bilebiliriz; çünkü her şey “öz”ünde Tann’dır. İnsan dahil, tüm âlem Tanrı’dadır. Tanrı’ya en yakın olan varlık, Peygamber’dir. Sonra din uluları, en son henüz işlenmemiş olan insanlar gelir. Evren büyük Kur’an, Kur’an’sa küçük evrendir.
Meşşaî felsefesi: Aristoteles’ten etkilenmiş olan bir düşünce sistemidir. Bu sistemde, temelde İslam düşüncesine dayanılır. Yöntem olarak da Aristo mantığı ve felsefesi benimsenir. Başlıca temsilcileri; Farabi, İbn-i Sına, İbn-i Rüşd gibi düşünürlerdir.
Eş’arîye felsefesi: İnsan aklının sınırlı, duyularınsa yanıltıcı olduğunu savunan bir sistemdir. İnsan gerçekliğin özüne kesin bilgi vermeyen bu araçlarla ulaşamaz. Eş’arîye felsefesine göre, insan aklını aşan tanrısal gerçek sadece iman yoluyla bilinebilir. Akıl ise imanın yardımcısı olabilir. Allah her şeyin yaratıcısıdır. Bu nedenle, iyilik de kötülük de Allah’tandır. İnsan, özgür ve yaptıklarından sorumludur. Ama insanın eylemlerini yaratan da Allah’tır. Eş’arîye felsefesinin başlıca temsilcisi Gâzâlî’dir.
Kaynak: Emine Yamanlar, Felsefe Tarihi, Ders Kitapları Anonim Şirketi, 2000
💥💥💥💥💥💥💥💥💥💥💥💥💥💥💥💥💥
TASAVVUF; Kur’ân ve Sünnet’le Kemâle Ermektir.
TASAVVUF NEDİR?
Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi yüce bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve idrâk ile yaşamaktır.
Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.
Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.
Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.
Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında, gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta daralmamaktır.Başa gelen cefâları, ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (mânevî arınma) vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ hamd ile şükreden “güzel bir kul”olabilme mahâretidir.
Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrûmiyet ve ihtiyaçlarını telâfî mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-ı asliye hâline gelmesidir.
Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaktır.
Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun yüce karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda yaşayabilme gayretidir.
Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.
Ey mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitâbı Kur’ân ve O’nun Peygamberinin Sünnetʼidir…” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
İşte gerçek tasavvuf da, bu iki mukaddes emânete lâyıkıyla riâyet edebilmekten ibârettir. Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnetʼte bahsi geçen, ihlâs, takvâ, huşû, tevbe, rızâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; buna mukâbil, riyâ, ucup, kibir, haset gibi nefsânî marazların nasıl bertaraf edileceğini öğreten bir eğitim yoludur.
Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri hatırdan çıkarmamak îcâb eder:
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;
- Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
- Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
- Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyetini gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.”
Mânevî dersleri yükselen bir kimsenin, nezâket, zarâfet, kalbî rikkat,merhamet, şefkat, hizmet, gayret ve fedâkârlığının da artması; daha bağışlayıcı, daha anlayışlı, daha tahammüllü olması; sabır ve rızâ hâlinin kuvvetlenmesi îcâb eder. Kendisi için istediğini din kardeşi için de isteyen, diğergâm ve ince bir rûha sahip olması gerekir. Mânevî terakkî ancak bunlarla kāimdir.
Tasavvufî hayat da, zikrin feyz ve rûhâniyeti içinde Allah ile dâimî bir beraberlik hâlinde yaşayabilmektir. Müʼminin bu şuur ve idrâki kazanması, aynı zamanda karşılaştığı ilâhî imtihanların sırrını da çözmesini temin eder.
Meselâ Ömer bin Abdülazîz -radıyallâhu anh- buyurur ki:
“Haramlar bir ateştir. Ona ancak kalbi ölü olanlar el uzatır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını muhakkak duyarlardı.”
İşte gönlü zikrullah ile dipdiri olan bir müʼmin, gafletten korunduğu için;
- Haramlara, hattâ şüphelilere bile el uzatamaz.
- Mânevî kıymetini zedeleyecek şerlerden ve yerlerden rûhunu korur.
- Lüzumsuz mâcerâlar peşinde koşmaz; abeslere, bâtıllara, azgınlıklara dalmaz; gelgeç sevdâlara aldanmaz.
- Ömrünü nefsâniyetin hoyratlığında ziyan etmez; sefahat ve rezaletlerle amel defterini kirletmez.
- Bilâkis, ömrünü sâlih ameller ve hayır-hasenatla müzeyyen kılar.
- Kur’ân ve Sünnetʼi hayat rehberi edinir.
- İbadetlerini huşû içinde îfâ eder, Allah yolundaki hizmet ve gayretlere, sâlihlerin sohbet meclislerine rağbetini artırır.
- Nihayet Rabbinin yeryüzündeki bir şâhidi olarak, gök kubbede hoş bir sadâ ve ardında fazîletlerle dolu nice hâtıralar bırakarak ömrünü ihyâ eder.
hiçbir insan “besmele” çekerek bir kardeşine çelme takamaz. “Allah” diyen bir kalp, hiçbir gönle, bile bile bir diken batıramaz.
Dipnotlar:
[1] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.
[2] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.
[3] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.
[4] Câmiuʼs-Sağîr, I, 58.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️