Tasavvufda `VAHDET-İ VÜCUT` ve `ENE-L HAK` ile Kuantum Fiziği İlişkisi
“Dağları iğneyle kazıp delmek, kalblerden kibri söküp atmaya nazaran daha kolaydır.”
Müslümanlıkta Milâdi 9. asrın sonlarına doğru mezhepler ortaya çıkmış olup, mezheplerden sonra yavaş yavaş Tasavvufçular (sufiler) ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha önceleri İslam'da Sufilik diye bir akım söz konusu değildir.
Sufi kelimesinin kaynağı hakkında pek çok tartışma ve araştırma yapılmış olup, çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bu görüşlerin en muhtemeli, Sufi kelimesinin "yün" manasına gelen "Sûf"dan çıkmış olmasıdır. Diğer bir ifadeyle Sufi, Sûf (yün) elbise giyen kimse anlamında kullanılmaktadır. Çünkü o zamanlar büyük nebilerin çoğu yünden yapılmış elbise giyiyorlardı.
Diğer bir görüşe göre de, Sufi kelimesi Yunanca 'da akıllı anlamına gelen "sophos" veya Arapça'daki "Safa" ve "Suffa" kelimelerinden ortaya çıktığıdır.
Rivayete göre, Müslümanlar arasında ilk Sufi adını alan kimse hicri ikinci yüzyılın ortalarında (miladi 8. yüzyıl) ortaya çıkmış olan Ebû Haşim'dir. Bu zat Suriye'de Remle yerleşkesinde Sufilerin ilk zaviyesini kurmuştur. Ebû Haşim'in miladi 767 yılında ölmüş olması dışında, bu zat hakkında fazla bir bilgi yoktur. Bu zatın hakkında fazla bir bilgi olmaması ve geride eserler bırakmaması nedeni ile ilk Sufi olması ihtimali çok zayıf görülmektedir. Ancak Ebû Haşim'in çağdaşı olan Süfyan-ı Sevri verdiği eserler ve tanınmışlığı itibari ile ilk Sufiliğin en büyük adayıdır. Bu zatta miladi 777 yılında ölmüştür.
Süfyân es-Sevrî, Kûfe (Irak) doğumlu,
Emevî Halifeliği'ne karşı desteklemiştir.
Şiî görüşünü terk etti.
Hastalanmıştı. Hastalığının emareleri doktora anlatılınca doktor:
-Korku bu zatın ciğerlerini parçalamış, dedi. Nabzını eline alınca Hıristiyan doktor: -Hanifler arasında böyle birinin bulunabileceğini bilmiyordum, dedi.
Ehl-i beyt’e yakınlığıyla bilinen Süfyân’ın genel tavrının hocası İmam Ca‘fer es-Sâdık gibi siyasetten uzak durma ve aktif muhalefet ortaya koymama yönünde olduğunu söylemek mümkündür.(Büyükkara, s. 32-33; Cook, s. 50-55, 257).
Ona göre zühd, dünyaya karşı zahid olmak, kanaat ve kasr-ı emel sahibi bulunmak!.
Tasavvufla uğraşan pek çok Sufi olmakla beraber biz bunların belli başlı olanlarını kabaca tanıttıktan sonra asıl konumuz olan Ene-l Hak ve Vahdet-i Vücut hakkındaki tartışma ve görüşlere değineceğiz.
En Meşhur Sufilerin Tanıtımı
Kronolojik sıralamaya göre;
•Hallac-ı Mansur (D.858 - Ö.922) Abbasi Halifesi muktedir zamanında yaşamıştır. Devrinin en iyi bilinen Sufi'lerindendir. En büyük iddiası Hakk'ın kendinde yerleşmiş, gizlenmiş olduğunu ifade etmek için sürekli Ene-l Hak demesiydi. Hallac-ı Mansur'u bu iddiasından vazgeçirmek için uğraşmalarına, hatta zaman zaman hapsetmelerine rağmen Mansur bu söyleminden vazgeçmemiştir. Bunun üzerine Hallac-ı Mansur'u idam ettiler. İddia edilir ki, Hallac-ı Mansur'u darağacına binlerce halk götürmüş, rastgelen üzerine taş ve çamur atarlarmış.
Oda buna rağmen hep Ene-l Hak der dururmuş. Bunun üzerine kendisini değnekle dövmeye başlamışlar, sonra ellerini ayaklarını kesmişler. Hallac-ı Mansur kesilen ellerinin kanını yüzüne sürerek halka gülümsemiş. Sonra gözlerini oyup çıkarmışlar, dilini kesmeye kalkıştıklarında cellatlarından aman dileyerek bu eylemi bir süre durdurmalarını istemiş ve yüzünü gökyüzüne çevirerek Allah'a yalvarıp dua etmiş. Akşam namazına yakın kellesini kesmişler. Ertesi gün bütün organlarını toplayarak, fitne çıkmasından korktukları için yakmışlar. Küllerini rüzgara savurmuşlar ve bir kısmını da Dicle Nehrine dökmüşler.Bütün bu zulüm ve vahşet kendisinin inandığı bir şeyi ısrarla tekrarlamasından yani Ene-l Hak söyleminden vazgeçmemesinden kaynaklanmıştır.Bu olay yobazlığın ve bilgisizliğin nasıl bir vahşete döndüğünün ve dönebileceğinin bir örneğidir.
Aşağı yukarı Hallac-ı Mansur ile aynı dönemde yaşamış olan
•Farabi (D.870 - Ö.950)'nin asıl adı Abû Nasır Muhammad Al - Farabi'dir. Kendisi büyük bir İslam felsefecisi olmanın yanında, bilimle, müzikle ve tıpla da uğraşmıştır. Ayrıca kendisinin büyük Sufilerden biri olduğu söylenir. Farabi, insanı tanımlarken, "Âlem büyük bir insandır, insan küçük âlemdir" ifadesiyle Ene-l Hak kavramını, onun da benimsediği anlaşılmaktadır.
•İbn-i Sina (D.980 - Ö.1037) Farabi'den 30 sene sonra Dünyaya gelmiş olup, o da en büyük felsefecilerden ve tıp adamlarından biridir ve bilimle de uğraşmıştır. Felsefesinde daha ziyade aklı ön plana çıkarmıştır. Vahdet-i Vücut kavramını ilk ortaya atan İbn-i Sina olmuştur. Kendisinin Sufilikle ilişkili olup olmadığı tartışmalıdır.
•İmam Gazali (D.1058 - Ö.1111) İbn-i Sina'dan 21 sene sonra doğmuştur. Devrinin en büyük felsefecilerinden ve bilim adamlarındandır. Ancak İbn-i Sina felsefesinde aklı öne çıkarmış olmasına rağmen İmam Gazali, kalbi yani itikatı öne çıkartmıştır. Aklın meseleleri çözmekte yeterli olacağına güvenmemektedir. Bu nedenle İbn-i Sina ile ters düşüyorlardı.
Fakat Gazali çok üstün yeteneği, kudretli ve tartışma mahareti ile bu görüşünü güçlü bir şekilde ifade ediyordu. Diğer yandan Gazali aynı zamanda büyük bir din bilgini idi. Çalışmaları yüzyıllar boyunca olumlu ve olumsuz yönleriyle hep tartışıldı. Kendisine büyük değer veren Büyük Selçuk Devleti Veziri Nizamülmülk tarafından Nizamiye Medresesi'ne hoca olarak tayin edildi. Burada çok iyi bir mevki ve refah içinde bir yaşamı oldu. Ancak bu medresede birkaç yıl hizmet verdikten sonra bütün şöhreti, serveti ve itibarı bırakarak inzivaya Sufilik hayatına çekildi. Ondan sonra da tasavvufla
ilgili çok ciddi eserler vermeye başladı.
Gazali'den sonra bir çok din bilgini ve Sufi gelmiştir. Bunların en ileri gelenlerinden bazıları;
- Tasavvuf hakkında büyük eserlerden birini yazan Şihâbüdin Sühreverdi'dir. (D.1115 -Ö.1208). 93 yıllık uzun yaşamı süresince tasavvufla ilgili çok ciddi kurallar içeren kitaplar yazmıştır.
•Abdulkadir Geylani (D.1078 - Ö.1165) 87 yıllık ömrü boyunca özellikle fıkıh ilminde ve tefsirlerde o derece başarılı olmuş ki, zamanın bütün fıkıh alimlerini hayretler içinde bırakmıştır. Şöhreti bütün dünyaya yayılmış, daha doğduktan
hemen sonra ramazan ayında annesinin memesini emmemek gibi pek çok keramet gösterilerinde bulunmuştur. Uzun süre evlenmedikten sonra, manevi bir işaretle evlenmiş ve evlendikten sonra da 49 çocuğu olmuştur. Ölümüne kadar hep ilim öğretmekle meşgul olmuş en değerli Sufi'lerden biridir.
•Şeyh Muhyiddin İbn Arabi (D.1164 - Ö.1240) Tasavvuf erbabının en büyüklerinden biridir. 1164 yılında İspanya'nın Mürsiye kentinde doğmuş, çeşitli bilim adamlarından ders alıp, ilim öğrendikten sonra doğuya göç etmiştir. Şam'ı, Bağdat'ı ve Mekke'yi ziyaret ettikten sonra Anadolu'ya geçmiş ve Sivas'a sonra da Konya'ya gitmiştir. Konya'da meşhur mutasavvıflardan Sadrettin Konevi'nin dul annesi ile evlenmiştir. Bir süre Konya'da yaşadıktan sonra tekrar Şam'a
dönmüş ve 1240 yılı ölüm tarihine kadar hep Şam'da yaşamıştır.
Teknik ve diğer yüksek ilimler ve çeşitli bilgiler tahsil etmiş, en önde gelen pek çok bilim adamlarından feyiz almıştır. Abdulkadir Geylani gibi ermişlerden manevi dersler almıştır. 500'e yakın eserlerinin çoğu tasavvuf ilmiyle ilgilidir.
Sufiler Arasında Fikir Ayrılıkları
Burada isimlerini zikretmediğimiz daha pek çok tasavvuf erkanı vardır. Farabi, İbn-i Sina ve Gazali gibi bilim adamlarının yanında diğerlerinin çoğu da tasavvufla beraber, felsefe ve bilimle de meşgul olmakta idiler. Zaman zaman aralarında ve ölümlerinden sonra gıyaplarında sert tartışmalar olmuştur. En çok tartışılan konulardan biri de Vahdet-i Vücut'tur. Peki nedir bu Vahdet-i Vücut'un anlamı?
Bilindiği gibi Vahdet; birlik, bütünlük ve yekparelik demektir. Vahdet-i Vücut ise, bütün mevcudatın Allah'ın zatının (sahipliğinin) tecellisi (görünür olması) olduğudur. Yani her şeyin Allah'ın zuhurundan ibaret olduğudur. Sufilerin bir kısmı Vahdet-i Vücut fikrine katılmayıp, bu tarifi reddetmişlerdir. Diğer büyük bir kısmı ise, Vahdet-i Vücut'u kabul etmiş ve desteklemişlerdir. Desteklemeyenlerin bir kısmı da kesin tavır almayarak tarafsız kalmayı yeğlemişlerdir. Diğer desteklemeyen bir kısım ise, destekleyenlere ve bunların Sufiliklerine karşı kınayıcı ve kötüleyici bir lisanla karşı tavır almışlardır.
Tabi bu tartışmalar çok uzun ve ağdalı cümlelerle Sufi tekniğine göre yapılmış olduğundan bu yazıda onlara yer verilmemiştir. Keza "Ene-l Hak" da, Vahdet-i Vücut kadar yoğun olmasa da Sufi'ler arasında lehte ve aleyhte tartışma
konusu olmuştur.
Kuantum Fiziği Açısından Vahdet-i Vücut
Bilindiği üzere Evren'de var olan canlı ve cansız bedenli ve bedensiz her şey adına Big - Bang dediğimiz sıfırdan, yokluktan başlayan büyük bir enerji genişlemesi ile yaratılmaya başladı. Hesaplamalara ve deneylere göre; 13,7 milyar yıl önce başlamış olan bu genişleme halen büyük bir hızla devam etmektedir. Devam eden bu genişlemenin nereye kadar devam edeceği, devam etmeyip duracaksa ne zaman duracağı, genişlemenin durması ile tekrar Evren'in büzülerek içine kapanıp eski sıfır haline dönüp dönmeyeceği üzerinde araştırma yapan bilim adamları yoğun ve
meşakkatli bir çalışma halindedir.
Bu konuda ileri sürülen teoriler ve hesaplamalar sürekli tartışılmaktadır. Bugünün bilgileri ışığı altında yapılan hesaplamalara göre Evren'in genişlemesinin süreceği hakkında yaygın bir mutabakat vardır. Çünkü henüz Evren'deki madde yoğunluğu Evrenin kritik yoğunluğundan çok küçüktür.(Evrenin En Büyük Sırlarından Birisi" adlı makaleye bakınız.)
Bugünün fizik ve matematik bilimi ile Big-Bang'ın başlangıç anından itibaren yani 10-43 saniye sonrasından itibaren neler olup bittiğinin hesabı fizik kanunlarına göre yapılabilmektedir. Ancak 10-43 saniye ile sıfır saniye arasında neler olduğu, bu genişlemeye neyin sebep olduğu bugünkü fizik kanunlarına göre tespit edilememektedir.
Bu nasıl bir enerjidir ve nasıl bir güçtür ki yoktan, sıfırdan bu uçsuz bucaksız Evren'i ve Evren'deki bütün bu canlı ve cansız dediğimiz tüm maddenin ve anti maddenin ortaya çıkışına neden olmaktadır. Kim nasıl düşünürse düşünsün, nasıl ahkâm keserse kessin bu güç Allah'tır. Tabi bilim adamları ölçüp, biçemedikleri, dokunamadıkları, tartamadıkları veya laboratuvarda deneyemedikleri, matematik olarak hesaplayamadıkları şeyler hakkında yorum yapmazlar. Çoğunluğu bunun böyle olduğunu bildikleri halde Allah ismini telaffuz etmekten imtina ederler. Zira bu yaklaşım
onlar için bilimsel değildir.
Şimdi de Big-Bang'tan yani 10-43 saniyeden sonra neler olmuş ona bir bakalım ve fazla teferruata girmeden kısa bir özet yapalım. 10-43 saniyede, yani Evren'in başlangıcında, sıcaklık 1032 (on üzeri otuziki) Kelvin'dir (272,5ºC). Güneşin kendi sıcaklığı 108 (on üzeri sekiz) Kelvin olduğuna göre, güneşten 1024 kat daha fazla bir sıcaklık vardır. Ortaya çıkan enerji hesaplanamayacak kadar yoğundur. Ortaya çıkan bu enerji yumağı hızla genişlemeye devam ederken, sıcaklık ve
yoğunlukta azalmaya başlar.
10-6 (on üzeri eksi altı) saniyeye gelindiğinde sıcaklık 1012 (on üzeri oniki) Kelvin'e düşer. 10-32 (on üzeri eksi otuziki) saniye ile 10-6 (on üzeri eksi altı) saniye arasındaki dönemde atom altı parçacıklar olan kuarklar, elektronlar ve pozitronlar ortaya çıkar. Ortaya çıkan elektron ve pozitronlar birbirini yok ederek enerjiye dönüşür, bu enerjiden tekrar elektronlar ve pozitronlar yaratılır. Bu kavga elektron sayısı artarak bir dengeye ulaşana kadar devam eder. 10-1 (on üzeri eksi bir) saniyede sıcaklık 30 milyar dereceye düşer, proton ve nötronlar ortaya çıkmaya başlar.
14. saniyeye gelindiğinde sıcaklığı 3 milyar dereceye düşer ve büyük bir hızla genişlemeye devam eden Evren'de proton ve nötronlar birleşerek atom çekirdeklerini oluşturmaya başlar. İlk oluşan atom çekirdekleri helyum ve hidrojen çekirdekleridir.
3 dakika 2 saniyeye gelindiğinde, sıcaklık 1 milyar dereceye düşmüş ve elektron, pozitron kavgası sonunda elektron sayıları çoğalmaya başlamıştır. Keza proton ve nötronlarda çoğalmaya devam etmektedir. 34 dakika 40 saniyeye gelindiğinde sıcaklık 300 milyon dereceye düşmüş, proton ve nötronlar birleşerek çeşitli atom çekirdeklerini oluşturmaya başlamışlardır. Oluşan atom çekirdekleri de ağır kütlelerinin çekim gücüyle yeteri kadar çoğalmış olan elektronları
yakalayarak atomları oluşturmaya başlamıştır. İlk oluşan atomlar hidrojen atomu olup, 1 proton + 1 elektrondan ibarettir.
Daha sonraları sırasıyla diğer atomlar oluşmaya başlamıştır. Ancak evren daha çok sıcak olduğu ve enerji fotonları fazla olduğu için, bu fotonlar sürekli olarak atomları bombardıman ederek elektronların bir kısmını serbest bıraktıkları için atomlar bir türlü kararlı hale gelemez. Taki evren daha çok genişleyip sıcaklık belli bir dereceye düşüp, fotonların atomlara uyguladığı güç azalana kadar. Bu durum ve foton, atom kavgası başlangıçtan 380.000 yıl sonra Evren'in sıcaklığı 3000 dereceye düşene kadar devam eder. Bu noktadan sonra fotonlar artık, atomlardan elektronları söküp onları iyonize edecek enerjiye sahip olmadıkları için kararlı atomlar oluşmaya başlar.
Kararlı hale gelen atomlar birleşerek molekülleri ve moleküllerde birleşerek maddeleri oluşturur. Madde olan yıldızlar, galaksiler, gezegenler, gezegenlerde yaşayan bizlerin bedenleri de bu şekilde oluşur. Tabi bu arada evrende yaşanan karanlık dönemler, aydınlık dönemler ve bunların oluşumu ile ilgili bir çok detaya burada temas etmeyeceğiz. Demek ki, maddeyi ve madde olan bedenlerimizi var eden atomlar, başlangıçtaki o büyük enerjinin yarattığı parçacıklardan meydana gelmektedir. Bu parçacıklarda başlangıcı tek bir olan o enerjinin çoğalmış şekilleridir. Yani o enerjinin tezahürüdür.
Holografik sisteme göre, tek birden çoğalan sonsuz sayıya yakın birlerdir. Halen bilimin sırrını çözemediği sıfır noktasındaki o enerji yoğunluğunu Allah olarak ifade edersek, bizim bedenlerimizi oluşturan trilyonlarca parçacıkta Allah olarak ifade ettiğimiz o büyük enerjinin çoğalmışı olduğuna göre, bu durum yüzlerce yıl önce Sufilerin ifade ettiği
Vadet-i Vücut değil de nedir?
Kuantum Fiziğinin yaklaşık 80 yıllık bir geçmişi vardır. Ancak son yıllarda gelişebilmiştir. Daha önünde kat edeceği uzun bir yol vardır. Bugün CERN ve benzeri araştırma istasyonlarında her yıl yeni bir şey bulunmakta, bilinmeyenlerin çoğu bilinir hale gelmektedir. Astronomi ilminde de uzayda bilinmeyen pek çok şey bilinir hale gelmektedir. Ümit edilir ki, belli bir süre sonra sıfır noktasının ne olduğu ve her şeyin nasıl başladığı da bilimsel olarak aydınlatılsın.
Yüzlerce sene önce 8. - 10. asırda Sufilerin akıl yürüterek Vahdet-i Vücut'tan bahsettiği dönemde ortada bugün olduğu gibi bilimsel veri yoktur. Bu iddiada bulunanlar bunu ya iç güdüleri ile ya Kuran'ın yorumlaması ile yahutta keramet diye tarif edilen duyu dışı bazı temaslar sonucu söylemiş olsalar gerek. Nasıl söylemiş olurlarsa olsunlar kuantum fiziğinin bugünkü göstergeleri ile çok da doğru söylemişlerdir.
Eğer bugünün bilim seviyesi, o zamanlarda olsa idi belki de Sufiler bu bilimsel verileri kullanarak Vahdet-i Vücut tabirini daha net, anlaşılır bir şekilde gerekçeleri ile birlikte ortaya koyarlardı, diye düşünüyorum. Kuantum fiziği yönünden bakarsak burada Vahdet Big-Bang'daki sıfır noktasındaki tüm evreni yaratan enerjinin kaynağı olan güçtür, tekliktir. Bunun inançta karşılığı Allah'tır. Vücut ise, bu tek gücün genişlemesi sonunda bu güçten ortaya çıkan sonsuza yakın
parçacıklar, atomlar, moleküller, madde ve anti maddelerdir. Yani o tek birin devamı enerjiler veya enerjilerin yoğunlaşmış halidir. Dolayısıyla hepsi bir bütündür.
Bugün kuantum fiziğinin ortaya koyduğu bu tabloyu yaklaşık bin küsür sene evvel bu bilimden yoksun olan Sufiler sezinleyerek sanki bugünkü tabloyu özetleyerek Vahdet-i Vücut demişlerdir. Bana göre pek de doğru demişlerdir.
Kuantum Fiziği Yönünden Ene-l Hak
Evrende olan biten ve evrenin yapısı hakkında yukarıdan beri özetlemeye çalıştığım bilgilere ilaveten birde atomun iç yapısına bakalım.
Bilindiği üzere, bütün maddenin madde olan bedenlerimizin yapı taşları atomlardır. Bizler ve evrendeki yıldızlar, galaksiler, gezegenler, tüm madde bu atomlardan oluşur. Atom olmasa madde olmaz, madde olmazsa yaşam olmaz, yıldızlar, galaksiler, gezegenler ve evren olmaz. Atom olmazsa, anti madde dışında hiçbir şey olmaz.
Atomun merkezinde çok ağır kütleli bir çekirdek ve çekirdek etrafında çok yüksek hızlarda dönen elektronlar bulunur. Çekirdek ise, proton ve nötronlardan oluşur. Çekirdekteki proton ve nötron sayıları maddenin cinsine göre değişkendir. Nötron sayısı çoğu atomlarda proton sayısından fazladır.
Proton artı elektrik yükü taşır. Nötronun ise, elektrik yükü yoktur, yani nötrdür. Atomun var olabilmesi için bu çekirdeğin mutlaka dağılmadan topluca bir arada olması gerekir. Aksi halde çekirdek dağılırsa atom olmayacağından ne madde, ne yaşam ve ne de evren olur. Her şey bu çekirdeğin birlikteliğine bağlıdır.
Protonlar artı elektrik yüklü olduğu için birbirlerini iter. Ancak güçlü kuvvet dediğimiz bir enerji bu itmeyi önler ve protonların bir arada kalmasını ve atomun var olmasını sağlar yani maddenin ve yaşamın oluşmasına imkan verir. eğer böyle güçlü bir kuvvet olmasaydı, protonların birbirinden uzaklaşıp atomun dağılmasını önleyecek hiçbir imkan
olmayacaktı.
Bu güçlü kuvvet nükleer güç diye de adlandırılır. Atom bombasında ve nükleer santrallerinde kullanılan güçtür. Bu öyle bir güç ki atomun içinde sakin kalması halinde atomun dolayısıyla tüm evrenin ve yaşamın doğmasına neden olmakta, eğer bu gücü atom çekirdeğinden ayırdığımızda kimi zaman atom bombası gibi bir yıkıcı güce ve insanlığın mahvolmasına sebep olmaktadır.
İşin enteresan tarafı bu nükleer gücün doğada atom çekirdeği dışında hiçbir yerde olmayışıdır. Bu güç Big-Bang' ı doğuran ana kaynağın enerjisinin uzantısıdır. Tabir caizse o enerjinin kendisidir. Maddenin ve yaşamın var olması için orada bulunmaktadır. Bütün uzuvlarımız atomlardan oluştuğuna göre, o güç bütün uzuvlarımızın içinde bulunmaktadır.
Kuran' da Kaf suresi 16 Ayetinde; "And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız." demiyor mu?
Çünkü diğer tüm uzuvlar gibi şah damarı da atomlardan yapılmıştır. O güç Hakk'ın gücüdür. Yani insanın var oluşu o güç sayesinde olmakta ve o güç trilyonlarca atomun içine yerleşerek insanı yaratmaktadır. İnsan o güçle doludur. İşte Hallacı Mansur, Ene-l Hak derken bunu anlatmaya çalışmıştır. Ancak o zamanın bilimsel verileri ile bu kavramı bilimsel olarak anlatmak mümkün değildir. Hatta bugün bile bunu kavrayabilecek insan sayısı ne kadardır; tartışılır. Bunu böyle ifade ettiğim için belki bazı bağnaz gruplar tarafından tenkit edileceğim. Ama güneş balçıkla sıvanmıyor. Hallac-ı Mansur gibi büyük bir Sufi'nin ve ermiş bir insanın söylediklerini elimden geldikçe ispatlamaya çalıştıysam ne mutlu bana. Ama her şeyin doğrusunu bizi yaratan Allah bilir.Eğer yanlış bir değerlendirme yapmışsam affola.
VAHDET-i VÜCÛD
Vahdet-i vücûd düşüncesi varlığı (vücûd), mümkün ve zorunlu kısımlarına ayrılmadan önce kendinde bir hakikat şeklinde ele alıp zorunlu ve mümkünü onun iki kutbu saymak suretiyle Hak ile halkı (yaratılmışlar) izâfet ilişkisiyle birbirine bağlar. Böylece Tanrı-insan ilişkileri başta olmak üzere birlik-çokluk sorunu, insan iradesi ve özgürlüğü, âlemdeki kötülük problemi, sebeplilik vb. metafizik konularla iman ve akîdenin anlamı, ahlâk konuları ve çeşitli dinî bahisler hakkında kapsamlı ve sistematik bir düşünce ortaya koyar. Bu düşünceyi kabul edenlere vahdet-i vücûd ehli, vücûdiyye denir.
Vahdet-i vücûd terimini meydana getiren kelimelerden vahdet (birlik), bazı metinlerde ahadiyyet yahut vahdâniyyetle birlikte zikredilerek “ahadiyyetü’l-vücûd” (vahdâniyyetü’l-vücûd) şeklinde yer alır. Bulmak, bilmek anlamındaki vcd (وجد) kökünden gelen “vücûd” terim olarak “varlık” anlamında kullanılır. Vücûd aynı kökten vecd ve tevâcüd ile bağlantılıdır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin en ulvî makamlara ulaşanlara atıf yaparken kullandığı “ehlü’l-keşf ve’l-vücud” (ehlü’l-cem‘ ve’l-vücûd) tabiri de (Fütûhât-ı Mekkiyye, I, 99, 320, 347)
Terimin İbnü’l-Arabî tarafından kullanılmamış olduğu hususunda neredeyse aynı görüşü paylaşan araştırmacılara göre vahdet-i vücûdu İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini anlatmak üzere onun takipçileri ve şârihleri tarafından geliştirilmiştir. Şârihler bu yaklaşımla birlikte terimin yetersiz ve hatalı bir terimleştirme olabileceği imasıyla yöneltilen eleştirilere karşı İbnü’l-Arabî’yi savunmak istemişlerdir. Bazı araştırmalarda terimin ilk defa Sadreddin Konevî tarafından kullanıldığı ileri sürülmüşken (Suâd el-Hakîm, s. 641) başka isimlere de atıf yapanlar olmuştur (Tahralı, I, 47). Terimi ilk defa Konevî’nin kullandığını ileri süren araştırmacıların ilgili metinleri yanlış yorumladığı söylenebilir. Söz konusu metinlerde iki yerde vahdet-i vücûd tabiri geçse de (Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s. 22) bunlar bir metafizik terimi olarak vahdet-i vücûd anlamında yorumlanmaya uygun değildir.
https://islamansiklopedisi.org.tr/vahdet-i-vucud
Tasavvuf Felsefesinin Öncüsü: İbnü’l-Arabi
“Bilinmez bir hazineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım ki onunla bilineyim.”
„“Tanrı-insan irtibatını ilahi isimleri ve sıfatları dikkate alarak açıklanmasını hedefler.“
„Özellikle dua, ibadet, vahiy, ilham gibi hususlar doğrudan ilişkiyle anlam kazanır.“
İbnü’l Arabi öncelikle bir sufidir. Ama eserleri felsefi bir terminoloji kullanması nedeniyle felsefe açısından ilginç ve önemli olmak durumundadır. İnsanın manevi yönden gerçekleşmesinin nihai amacını, çokluğunun gerisindeki birliğin bilincine varması gerektiği ile açıklar. Bu ise benlikten mutlak bir vazgeçişle olur.
İbnü’l Arabî (ö.638/1240)
İslam felsefesinin son döneminin önemli filozoflarından biri de Gazali’nin (ö.505/111) açtığı yoldan yürüyen Endülüslü İbnü’l Arabi’dir. “Vahdet-i Vücut” teorisini ilk kez ve açık bir biçimde ifade eden İbnü’l Arabi’nin, İmam Gazali’nin attığı adımdan da yararlanarak İslam düşüncesini son derece olumlu bir yola soktuğu söylenir.
İbnü’l Arabi öncelikle bir sufidir. Ama eserleri felsefi bir terminoloji kullanması nedeniyle felsefe açısından ilginç ve önemli olmak durumundadır. İnsanın manevi yönden gerçekleşmesinin nihai amacını, çokluğunun gerisindeki birliğin bilincine varması gerektiği ile açıklar. Bu ise benlikten mutlak bir vazgeçişle olur.
İbnü’l Arabî’nin Metafizik Görüşleri
İbnü’l Arabi, Tanrı-Evren ilişkisini “Allah’ın bilinme isteği” ile açıklar. Evrenin varlık nedeni olarak Tanrı’nın bilinme isteğini gösteren İbnü’l Arabi, “Bilinmez bir hazineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım ki onunla bilineyim.” anlamındaki kudsi hadisten yola çıkar.
Vahdet-i Vücut Nazariyesi
İbnü’l-Arabi tarafından kullanılmamış olduğu hususunda neredeyse aynı görüşü paylaşan araştırmacılara göre Vahdet-i vücut, İbnü’l-Arabi’nin düşüncelerini anlatmak üzere onun takipçileri ve şârihleri tarafından geliştirilmiştir.
İbnü’l-Arabi yorumcularından Abdürrezzak el-Kâşâni(ö.736/1335), “Vahdet-i vücut, varlığın zorunlu ve mümkün diye bölünmeden ele alınmasıdır.” der. Bu tanım, Vahdet-i vücudun varlığı, zorunlu ve mümkün diye iki kısma ayıran filozofların görüşlerine karşı ortaya çıkan bir varlık düşüncesi olduğunu gösterir.
Vahdet-i vücut kavramı altında dile getirilen düşünceler deizmin çürütülmesini, tenzihin yanında teşbihin savunulmasını, Tanrı-insan irtibatını ilahi isimleri ve sıfatları dikkate alarak açıklanmasını hedefler. Bu sebeple Vahdet-i vücut, mutlak tenzihçiliği benimseyen deist Tanrı anlayışını reddederek vahyin öngördüğü şekilde teşbih ve tenzih arasında bir Tanrı anlayışı ortaya koymaya çalışır.
Vahdet-i vücut anlayışının asıl meselesi Tanrı-âlem irtibatını açıklamaktır. Sufiler, filozofların sudur anlayışıyla kelamcıların cevher–araz teorilerinden yararlanarak yeni bir yaratılış teorisi geliştirmeye çalışmışlardır. Teorinin temel hedefi birlikle çelişmeden çokluğu açıklamaktır.
İbnü’l-Arabi, birlikten çokluğun nasıl çıktığını açıklarkenEşariler’in ilahi sıfatlar teorisini yeniden yorumlar. Ona göre Tanrı-âlem irtibatı ancak ilahi sıfatları kabul etmekle açıklanabilir. Bu tavrıyla İbnü’l-Arabi ve takipçileri metafizikte akılcı yaklaşımı esas alan filozoflardan ayrılır ve bilgi kaynağı olarak vahyi savunurlar. Çünkü Tanrı’nın birbirine zıt sıfatlara sahip olduğu bilgisini getiren kaynak vahiydir.
Vahdet-i vücut anlayışını benimseyen sufilere göre sudur teorisinin en önemli hatası teorinin özünü teşkil eden “zorunlu nedensellik” fikridir. Bu nedensellik, “Bir’den bir çıkar.” ilkesinden hareketle önce akılların, sonra âlemdeki diğer varlıkların zorunlu bir nedensellik bağıyla birbirinden çıkmaları demektir. İbnü’l-Arabi böyle bir nedensellik anlayışını Tanrı’nın irade ve kudretini etkisiz kılacağını, bunun neticesinde insanı zorunlu olarak deizme götüreceğini hesaba katarak reddeder.
“Vech-i hâs” Vahdet-i vücudun ana kavramlarından birini oluşturur. Konevi (ö.673/1274) tarafından ayrıntılı biçimde ele alınan vech-i hâs, Tanrı ile âlem arasındaki doğrudan ilişkiyi ifade eder.
Sudur teorisindeki nedenselliğin kaynağı BİR’den silsile halinde varlıkların çıkmasıdır. Bu durum Tanrı ile âlem arasındaki bütün irtibatı dolaylı bir ilişkiye çevirmek demektir. İbnü’l-Arabi ve takipçileri, Tanrı ile âlem arasında doğrudan bir ilişki bulunduğunu kabul ederler. Doğrudan ilişki Tanrı’nın âleme her an müdahalesine imkân verirken aynı zamanda insanın Tanrı ile doğrudan ilişki kurmasına imkân verir. Özellikle dua, ibadet, vahiy, ilham gibi hususlar doğrudan ilişkiyle anlam kazanır. Bu durumda vech-i hâs ile ilgili olarak dile getirilen düşünceleri benimsemek deist bir varlık anlayışına karşı etkin ve fâil bir Tanrı anlayışını benimsemek demektir.
İbnü’l-Arabi, Tanrı’yı süreklilik ilkesi ve âlemi sürekli yenilenen arazların toplamı saymıştır. Bu durumda Tanrı karşısında âlem sürekliliği olmayan ve her an Tanrı tarafından var edilen arazlara dönüşür. İbnü’l-Arabi ve Konevi bu düşünceyi açıklarken Vahdet-i vücut ile eş anlamda kullandıkları bir terime ulaşırlar. O da “Maiyyetü’l-Hak”tır. (Hakk’ın eşya ile beraberliği) Hakk’ın eşya ile doğrudan ilişkisi ve eşya ile beraberliği Vahdet-i vücut anlayışının en önemli mantıksal sonucudur.
İbnü’l-Arabi insanla birlikte her şeyin sadece bir mazhar olduğunu, her şeyin Hakk’ın tecelli ettiği bir ayna mesabesinde bulunduğunu söyler. Bu noktada İbnü’l-Arabi, “Her şey Hak’tır.” veya “Hak her şeyin aynıdır.” dediği için eleştirilmiştir.
Akıl, Tanrı hakkında tenzihçi iken hayal gücü teşbihçidir. Biri tenzihçi bir anlayış geliştirip Tanrı-âlem irtibatını ortadan kaldırırken diğeri Tanrı’yı her şeye benzetir. Vahdet-i vücut ise vahyin her iki gücü sınırlamasıyla ortaya çıkan bir Tanrı tasavvurudur. Bu tasavvur tenzihle teşbih arasında bir Tanrı anlayışı demektir. Şu halde Vahdet-i vücut bir yandan tenzihçiliğe karşı teşbihi savunurken öte yandan teşbihçiliğe karşı tenzihi savunur. Buna göre Vahdet-i vücudun ulaştığı Tanrı anlayışı her durumda, “O’dur ve O değildir.” şeklinde ifade edilen paradoksal bir anlayıştır.
Referanslar
[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/gazzali
[2] https://islamansiklopedisi.org.tr/ibnul-arabi-muhyiddin
[3] https://islamansiklopedisi.org.tr/vahdet-i-vucud
[4] https://sorularlaislamiyet.com/ben-gizli-bir-hazine-idim-bilinmek-istedim-bilinmeye-muhabbet-ettim-ve-kainati-yarattim-mealindeki-1
[5] https://islamansiklopedisi.org.tr/kasani-abdurrezzak
[6] https://tr.wikipedia.org/wiki/Deizm
[7] https://islamansiklopedisi.org.tr/tenzih
[8] https://islamansiklopedisi.org.tr/cevher
[9] https://islamansiklopedisi.org.tr/araz
[10] https://islamansiklopedisi.org.tr/esariyye
[11] https://islamansiklopedisi.org.tr/metafizikv
[12] https://islamansiklopedisi.org.tr/vahiy
[13] https://islamansiklopedisi.org.tr/sudur
[14] https://islamansiklopedisi.org.tr/sadreddin-konevi
[15] https://islamansiklopedisi.org.tr/alem
[16] https://islamansiklopedisi.org.tr/dua
[17] https://islamansiklopedisi.org.tr/ibadet
[18] https://islamansiklopedisi.org.tr/ilham
[19] https://islamansiklopedisi.org.tr/vechul-hak
[20] https://islamansiklopedisi.org.tr/tenzih
[21] https://islamansiklopedisi.org.tr/tesbih–kelam

KUDSÎ HADİS
Sözlükte “temiz olmak, bir şeyi mukaddes kılmak, tenzih etmek” anlamlarına gelen kuds kökünden ism-i mensub olan kudsî kelimesi “her türlü noksanlıktan uzak yüce bir varlığa ait olan şey” demektir. Kudsî hadis (hadîs-i kudsî, el-hadîsü’l-kudsî) “ilâhî hadis, rabbânî hadis” diye de adlandırılır. el-Hadîsü’l-kudsî ifadesi bir terim olarak VI. (XII.) yüzyıldan itibaren bu konuda yazılmaya başlanan derleme çalışmalarından sonra ortaya çıkmış, ancak tanımını ilk defa Şerefeddin et-Tîbî (ö. 743/1343) yapmış (Ebü’l-Bekā, s. 288), ardından Seyyid Şerîf el-Cürcânî, İbn Hacer el-Heytemî, Ali el-Kārî, Tehânevî gibi âlimler çeşitli tarifler ortaya koymuştur (bk. bibl.).
Bu tariflerde belirtilen unsurları göz önünde bulundurarak kudsî hadisi “Allah tarafından vahiy, ilham, rüya gibi değişik bilgi edinme yolları ile anlamı Hz. Peygamber’e bildirilen, onun tarafından kendi ifade ve üslûbu ile Allah’a nisbet edilerek rivayet edilen, Kur’an’la herhangi bir ilgisi bulunmadığı gibi i‘câz vasfı da olmayan hadis” şeklinde tanımlamak mümkündür.
https://islamansiklopedisi.org.tr/kudsi-hadis

İmam Gazâli’de ve Abdulkâdir Geylânî’de Vahdet
Vahdet-i vücud görüşünü Muhyiddini Arabîortaya atmıştır, Onun icat ettiği bir görüştür, diyor birçok tasavvufu derinlemesine bilmeyen kişi, etraftan duyduklarıyla!.. Oysa, Vahdet-i vücud, Muhyiddini Arabî’den çok önceye dayanır...
Cahil olan birçok kişinin, zâhir âlimi olarak bildiği İmam Gazâli, gerçekte hem zâhir, hem de bâtın ilmi yönünden birçok gerçeklere vâkıf olmuş bir Zâttır!..
İmam Gazâli, “Mişkâtül Envâr” isimli bir eser yazmıştır.
“Mişkâtül Envâr” yani “Nurlar Feneri” isimli kitabı 1966 yılında Bedir Yayınevi tarafından neşredilmiştir. Süleyman Ateş isimli zâtın tercüme ettiği eserden, İmam Gazâli’nin bazı cümlelerini size nakledelim, siz de İmam Gazâli’nin, vahdet konusunda neler düşündüğünü böylece görün.
İmam Gazâli bakın bu kitabında ne diyor:
“Gerçek varlık, Allâhû Teâlâ’dır. Ârifler, buradan, mecaz çukurundan, hakikatin zirvesine yükselir, mi’râclarını tamamlar, açık bir müşahede ile görürler ki, varlıkta Allâh’tan başka bir şey yoktur.
O hâlde, mevcut olan yalnız Allâh’ın Vechi’dir. Bu takdirde, Allâh’tan ve O’nun Vechi’nden başka mevcut yoktur.
Bunların, Allâh’ın “Bugün mülk kimindir?.. Tek ve kahredici olan Allâh’ın” hitabını işitmeleri için kıyametin kopmasına lüzum yoktur.
O hâlde, mevcut olan yalnız O’nun Vechi’dir!..
Ârifler, gerçeklik semâsına çıktıktan sonra, Tek Gerçekten başka bir varlık görmediklerinde ittifak etmişlerdir.
Şu var ki; bunların bazıları bu hakikati, ilm-u irfanla bulmuş; kimi bunu bir zevk ve hâl olarak yaşamış; çokluk kavramı onlardan tamamen gitmiş, sırf TEK’liğe dalarak mest olmuşlar.
O hâl içinde akılları zâil olmuş, o zevk içersinde sanki bayılmışlar, artık kendileri de dahil herşey yokluğa dönmüş, Allâh’tan başka hiçbir şey kalmamış!..
Öyle sarhoş olmuşlar ki, akıllarının otoritesi hükmü aşağı düşmüş, bazıları, “Enel Hak!..”; bazıları, “Subhani maazami şâni” = “Subhanım, şânım ne kadar yücedir” demiş.
Bir diğeri ise, “Ma fiy cübbeti sivAllâh = Cübbemin içinde Allâh’tan gayrısı yoktur” demiştir!..
Tek olan Allâh’tır. O’nun ortağı yoktur.
Bütün diğer nûrlar O’ndan istiaredir. Hakiki olan yalnız, O’nun nûrudur. Hepsi O’nun “Nûr”undandır... Belki, hepsi O’dur!..
Doğrusu, var olan O’dur!.. Gayrın varlığı, ancak mecaz yolu iledir. Her şeyin vechi, O’na yönelmiştir. Ne zaman bir işaret etsek, hakikatte bu iş, O’nadır. Varlıkta olan her şeyin, O’na nispeti, görünüştedir. Gerçekte kendisinden ibarettir.
Kesret kalkınca, Bir’lik gerçekleşir!.. İzafet bâtıl olur, işaret kalkar!.. Yüksek, alçak, inen, çıkan kalmaz. Terakki muhal olur, urûc muhal olur!.. Âlâ’nın ötesinde, Uluv yoktur!..
Vahdetle beraber kesret yoktur!..
Kesretin kalkması ile, urûc da kalkar!..
Eğer, bir hâlden diğer bir hâle değişme olursa bu urûc ile değil, dünya semâsına inmekle, yani yüksekten, alçağa doğmak sureti ile olur.
Bunu bilen bilir, bilmeyen inkâr eder!..
Bu ilim ancak, Allâh’ı bilenlere verilmiş olan hususi mahiyetteki gizli bir ilimdir.
Onlar bunları söyledikleri zaman, Allâh’a karşı mağrur olanlardan başkası inkâra kalkmaz...
Basîret sahipleri, gördükleri her “şey”de Allâh’ı beraber gördüler. Bir kısmı, bundan da ileri gitti:
“Hiçbir şey görmedim ki, ondan önce Allâh’ı görmüş olmayayım”... dedi.
Ehlullâh’tan kimi, eşya’yı O’nunla görür; kimi de eşya’yı görür, O’nu da eşya ile görür.
O, kendisinden meydana gelen hiçbir “şey”den ayrılmaz... O, şey ile beraberdir!..
Şehâdet âlemi, Melekût âlemine yükselme yeridir. O hâlde, Sırat-ı Müstakim’e girmek, bu terakkiden ibarettir...”
Diyor İmam Gazâli, “Mişkâtül Envâr” isimli bu eserinin 41. sayfasında... Bütün bunları bilenin, Din’in emrettiği hususlarda lakayt olmaması önemine de dokunan İmam Gazâli, bakın bu konuda şöyle diyor:
“Kâmil insan O’dur ki, bilgisinin nûru, takvasının nûrunu söndürmez. Kâmil insan, basîretinin kemâliyle beraber şer’i huduttan hiçbirisini terk etmek hususunda “nefs”ine müsamaha göstermez...”
Bütün bunlardan, ortaya çıkan bir gerçek vardır...
Demek ki Vahdet, yani “Allâh’ın Tekliği” ve “Allâh’ın varlığı dışında hiçbir şeyin var olmadığı gerçeği”, Muhyiddini Arabîtarafından ilk defa ortaya atılmış bir görüş değil. O’ndan çok önce İmam Gazâli tarafından “Mişkâtül Envâr” isimli kitabında açıklanmış olan bir gerçektir.
İmam Gazâli böyle demiş de, acaba bir Abdulkâdir Geylânî Hazretleri daha mı değişik demiş?..
Buyrun, Abdulkâdir Geylânî Hazretlerinin, “Risâle-i Gavsiye” isimli eserinden birkaç satır:
“Yâ Gavs-ı Â’zâm, insan, sırrımdır ve ben O’nun sırrıyım. Eğer insan, indîmdeki menziline ârif olsaydı, derdi ki; ‘Bütün nefislerdeki ‘nefs’im!.. Bu anda Mülk yoktur, Benden başka...’”
Evet, Gavs-ı Â’zâm Abdulkâdir Geylânî hazretlerinin “VAHDET” sırlarını açıkladığı“GAVSİYE AÇIKLAMASI” isimli kitapçığımızda bu sırların geniş açıklamasını yaptığımız için, burada üzerinde fazla durmuyoruz.
Ancak, yorumsuz olarak, Gavs-ı Â’zâm Abdulkâdir Geylânî Hazretleri’nin beyanlarını naklediyorum size:
“Yâ Gavs-ı Â’zâm, insanın cismi ve ‘nefs’i ve kalbi ve ruhu ve işitişi ve görüşü ve eli, ayağı ve tamamını ‘nefs’imle izhar ettim. O, yok’tur, ancak, ‘Ben’ varım ve ‘Ben’ de O’nun gayrı değilim.”
Bu bölümü, Nakşıbendî silsilesindeki Hâce Ubeydullâh Ahrar’ın şu cümlesi ile bitirmeye çalışalım:
“Günümüzün geçerli din ilimlerinin özü; tefsir, hadis ve fıkıhtır. Bunların da özü, tasavvuf ilmidir. Tasavvuf ilminin de hülâsası ve mevzu, VÜCUD bahsidir. Derler ki, bütün mertebelerde bir TEK VÜCUD vardır; ki o vücud, kendi ilmî sûretleriyle görünmüştür...”
Görüldüğü üzere Nakşibendî sisteminin, yolunun gereği de keşif, kerâmet gibi birtakım olağanüstülükler değil, ilim yollu “NEFS”i tanımak, “ALLÂH’ı bilmek” ve de “ermek”tir!
https://www.ahmedhulusi.org/tr/kitap/kendini-tani/imam-gazalide-ve-abdulkadir-geylanide-vahdet
İNSAN TANIMA SANATI: ENNEAGRAM NEDİR?
Yüzlerce yıl önce, sufi bilgeliğinin bir parçası olarak ortaya çıkan enneagramı; kısaca insanın kendini tanıma sanatı olarak tanımlayabiliriz.
Enneagram gelenek olarak sufilerin ve eski bilgeliklerin temelini attığı ama bu hale gelmesinde, öncelikle George Gurdjieff’in ardından da Güney Amerikalı Oscar Ichazo’nun önemli payının bulunduğu uzun süreli bir deneme-yanılma ve çalışmalar bütünüdür.
Enneagram sembolünün kökeni ilk çağlara kadar gitmektedir. Ichazo enneagramı Pisagor’un dokuzuncu damgası olarak adlandırmıştır. Bu sembol günümüze Gurdjieff tarafından taşınmıştır. Fakat semboldeki noktaları Gurdjief kişilik tiplemelerinde kullanmamıştır. Dokuz noktayı kişilik tiplerine uyarlayan ve enneagramı bugünkü haline getiren kişi ise Oscar Ichazo’dur.
Enneagram Stanford Üniversitesi M.B.A. programında ders olarak yer alıyor. Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde kişilik analizi olarak uygulamalı ders şeklinde işlenmektedir. Amerikan ağırlıklı olmak üzere pek çok üniversitenin işletme, psikoloji, tıp, eğitim bölümlerinde ders olarak okutulmaktadır.
Enneagram orduların ve gizli servislerin de eğitimlerinin bir parçasıdır. CIA, FBI ve Alman ordusunun özel görevli personellerinin yetiştirilmesinde enneagram eğitimi yer almaktadır. Aralarında Apple, Motorola, Google gibi pek çok Amerikan şirketinin de bulunduğu dünyanın en gelişmiş şirketleri personel seçiminde ve satış-pazarlama çalışmalarında enneagram metodunu kullanmaktadır. Çatışma yönetimi konularında da enneagram oldukça başarılı bir metot olarak şirketlerin her geçen gün daha çok başvurdukları bir kaynak haline gelmiştir.
Enneagrama göre ikiler, üçler ve dörtler duygu merkezini yönetirken, beşler, altılar ve yediler düşünme merkezlidir. Sekizler, dokuzlar ve birler ise içgüdüsel merkezlidir. Bedenimizdeki duygusal merkezimiz kalp, düşünsel merkezimiz baş ve içgüdüsel merkezimiz midedir. Buna göre duygusal gruba giren bir “üç”ün geçirmesi muhtemel hastalıklar kalp hastalıkları iken, içgüdüsel gruptan bir “dokuz”un midesinden şikâyetçi olması çok olasıdır.
XXXXX
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️