Tarihteki Salgın 😷 Hastalıklar

 

Bulaşıcı hastalıklar insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. 

Antik çağlardan itibaren değişik bulaşıcı hastalıklar ortaya çıkmış ve hastalık çıktığı yerden tacirler, seyyahlar ya da savaşan ordular tarafından ülkeden ülkeye yayılarak ortak insanlık derdi haline gelmiştir. Salgın hastalıkların en etkili olduğu Orta Çağ’da görülen bulaşıcı hastalıklar; veba, grip, çiçek, tifüs, tüberküloz, epilepsi, uyuz, erizipel, şarbon, trahom, cüzzam, frengi, St. Anthony ateşi (ergotizm), skorbüt, dancing mania (epidemik korea) gibi hastalıklardı. Orta Çağ ve sonrasında bunlardan en yaygın ve yıkıcı olanları veba, grip, kolera ve çiçek hastalıklarıydı.


Bulaşıcı hastalıklardan veba hakkında kayıtlara geçen ilk bilgi, bu salgının MÖ 14. yüzyılda Hitit uygarlığında görüldüğüdür. Tabletlerde salgının 20 yıl boyunca devam ettiği yazılır. Hitit Kralı 1. Şuppililuma Babil seferinden dönerken beraberinde veba hastalığını getirmiş ve bu hastalıktan ölmüştü.  Tahta geçen kralın küçük oğlu II. Murşili’nin döneminde Hatti Krallığı büyük oranda vebadan kırıldı.

Antik dönemlerdeki inanışa göre insanlar kendi elleriyle işledikleri günahlar yüzünden Tanrı tarafından bulaşıcı hastalıkla cezalandırılıyordu. Hitit kralı II. Murşili tablete kazınan ‘veba duası’ nda büyük dedesi Telepinu’nun fermanını çiğneyerek kardeşini öldürüp tahtı ele geçiren babasının günahının bulaşıcı hastalığa sebep olduğunu söylüyordu:


- Circe: Mitolojik bir cadıdır.

- Medea: Mitolojik bir cadıdır.


  • Hz. Ömer’in halifeliği döneminde veba salgını yaşanan yer
    AMVÂS
    Hz. Ömer’in halifeliği döneminde ortaya çıkan veba salgınıyla (tâûn) tanınan ve Filistin’de bulunan tarihî bir yerleşim merkezi.

  • ANTİÇAĞDA GÖRÜLEN SALGIN HASTALIKLAR

    Atina Vebası (M.Ö. 430)

    Salgın hastalıklardan dolayı büyük kayıpların olduğu bilinen ilk büyük salgın ‘Atina vebası’ dır. Peloponez Savaşı'nın ikinci yılı olan M.Ö 430'da Atina ve Sparta arasında dar bir alanda savaş devam ederken ortaya çıkan ve beş yıl etkisi devam eden bu hastalık, tahminlere göre 100.000 kadar insanın ölümüne sebep oldu.


    Antonine Veba (M.S. 165-180)

    Part İmparatorluğu’na karşı bir savaştan (161-166) zaferle dönen Roma İmparatorluk ordusunun üçte biri, askerlerin getirdiği veba hastalığı ile yok oldu. 


    Kıbrıslı Veba: MS 250-270

    Adını Kartaca piskoposu St.Cyprian'dan alan Kıbrıslı Veba'nın günde 5.000 kişiyi öldürdüğü tahmin edilmektedir. 


    ORTA ÇAĞDA GÖRÜLEN SALGIN HASTALIKLAR

    Justinian Veba (541-542) 

    Veba, adını kendisi de hastalıktan etkilenen ama hayatta kalan Bizans İmparatoru Justinian (M.S.527-565)'den almıştır. Hastalık, Mısır'dan gelen tahıl gemilerinde enfekte sıçanlar tarafından imparatorluk merkezi Konstantinopolis'e taşındı. Veba günde Konstantinopolis'te 10.000 kişiyi öldürdü. 


    İranda Veba (627)

    Sasaniler’de, bir önceki Pers devleti Partlar gibi, Roma/Bizans İmparatorluğunun büyük rakibi oldular ve hükümranlıkları süresi içinde (224-651) Roma ile hep savaş halindeydiler. 627 senesinde Ninova Savaşı’nda Bizans’a yenilen Sasani devletinde iç çekişmeler devam ederken aynı yıl toprakları büyük bir veba salgınına uğradı. Hastalıktan dolayı sadece başkent Ctesiphon'da 100.000'den fazla insan öldü. 


    Japon Çiçek Hastalığı (735-737)

    M.S. 735 yılında Tokyo’da ortaya çıkan Japon Çiçek Hastalığı Salgını, komşu ülkelere yayılarak iki yıl içinde yaklaşık bir milyon insanı öldürdü. Mağdurların çoğu çocuktu. Aristokrat ölümleri de üst düzeydeydi. 


    HAÇLI SEFERLERİ VE SALGIN HASTALIKLAR (1096-1291)

    Batı Avrupa’da, 1094 yılında yaşanan sel felâketini ve salgın hastalıkları ertesi yıl kuraklık ve açlığın takip etmesi sonucu halklar yoksulluk ve umutsuzluk içine düşmüştü. Bu sırada, Kilise’nin Kudüs’ü Müslümanların elinden kurtarmak için teşvik ettiği Haçlı Seferleri, İncil’de yazılı ‘sokaklarında süt ve bal akan’ Doğu topraklarına yerleşip zenginliğe kavuşmayı düşleyen yoksul Hristiyanları cezbetti.


    Kara Ölüm (1346-1353)

    Dünya tarihindeki en yıkıcı salgınlardan birine yol açan Yersinia pestis bakterisi (veba), 1346 ve 1353 yılları arasında 75 ila 200 milyon insanın vebadan ölümüne sebep oldu.

    Tarihçilere göre 1330’larda dünya ikliminin değişimi ile sıcak ve kuru rüzgârların bakteri, pire ve hayvanları Moğolların yerleşim alanına sürüklemesiyle hastalık taşıyıcıları Asya’ya ulaşmıştı.


    Meksika'da Cocoliztli hastalığı (1519-1530)

    Avrupa’dan İspanyollar tarafından buraya taşınan çiçek hastalığı (Aztekçe “Cocoliztli"), bu hastalığa karşı bağışıklığı bulunmayan yerli halktan milyonlarca kişinin ölümüne sebep oldu. 


    İkinci ve Üçüncü Cocoliztli Salgını (1545-1576)

    Meksika ve Orta Amerika'da çiçek hastalığı 1545-1548 yılları arasında 15 milyon insanı öldürdü. 


    Çin Vebası (1580-1641)

    1580'de Çin’in kuzeyinde ortaya çıkan veba salgını, kıtlık ve çekirge istilalarıyla birlikte Pekin'e ve Güney Çin'e yayıldı.


    İtalyan Vebası (1629-1631)

    1618’de başlayan Otuz Yıl Savaşı devam ederken Fransız ve Alman birlikleri hastalığı Kuzey İtalya bölgesine taşıdı. Hastalık, Ekim 1629'da Milano'ya girdi ve hızla yayıldı.


    Londra Büyük Vebası (1665-1666)

    Hastalık, Kral II.Charles döneminde Nisan 1665'te Londra’da başladı ve sıcak yaz aylarında hızla yayıldı. Kral ve çevresi şehirden kaçtılar. Veba enfekte kemirgenlerin taşıdığı pirelerden bulaşmıştı. 


    Marsilya Büyük Vebası (1720-1723)

    Fransa'nın Marsilya kentinde başlayan vebaya doğu Akdeniz'den yük taşıyan bir geminin sebep olduğu bilinmektedir. Gemi karantinaya alınmış olmasına rağmen hastalık, veba bulaşmış kemirgenler üzerindeki pireler yoluyla şehre girdi.


    Rus Vebası (1770-1772)

    1770 yılında Moskova’da görülmeye başlayan veba 1771 baharından itibaren bir salgına dönüştü. 


    İran'da Veba (1772-1773)

    Veba, Bağdat'a 1772 yılında yayıldı ve 1773'te Basra'ya ulaştı. Basra'da 250 binden fazla insanı öldürdü. Hastalık, Basra Körfezi, Bombay ve Hindistan'a doğru yayıldı. Basra Körfezi bölgesine ilk kez karantina uygulamaları getirildi.


    Birinci (1817-1824)

    İkinci (1829-1837)

    Üçüncü Kolera Salgını (1846-1860)

    Birinci Kolera Salgını (1817-1824), 1817’de Hindistan’ın Ganj Deltası'ndan ortaya çıktı. 


    Tifüs’ten Ölümler 

    Pire ve bitlerin yaydığı bakterilerin neden olduğu bir hastalık olan tifüs salgını, etkili olarak 1489-1490 İspanyol Granada savaşında görüldü. 


    Üçüncü Veba Salgını (1855)

    Bubonik veba, 1855’te Çin'in Yunnan eyaletinde ortaya çıktı.


    Rus Gribi (1889-1890)

    1890’da baş gösteren Rus gribi sadece birkaç ay içinde dünyayı kapladı ve 1 milyon insanı öldürdü. 


    Dördüncü (1863-1875)

    Dördüncü Kolera salgını (1863-1875), Hindistan’ın Ganj Deltası’ndan yeniden ortaya çıktı ve Mekke'ye Müslüman hacılar ile taşındı. 


    Beşinci Kolera salgını (1881-1896)

    Beşinci Kolera salgını (1881-1896), Hindistan'ın Bengal bölgesinde doğdu


    Hong Kong Vebası (1894-1903)

    Salgın, Mayıs 1894'te ilk olarak İngiliz sömürgesi Hong Kong’da Tai Ping Shan'da görüldü. Hastalık, Hong Kong'dan Hindistan’a İngilizler vasıtasıyla taşındı. Ticarette buharlı gemilerin kullanılmaya başlanması ile veba hızla beş kıtada 77 limana girdi.


    İspanyol Gribi (Ocak 1918-Aralık 1920)

    1918 yılının ilkbaharında Amerika’nın Kansas City şehrinde ortaya çıkan ve İspanyol gribi olarak adlandırılan H1N1 grip salgını ile dünya nüfusunun yaklaşık 1/4'i enfekte oldu. Hastalığa yakalanma ve ölme riski en yüksek olan 20-40 yaş grubundakilerdi. Yaşlı insanların bağışıklık sistemi, belki de daha önce geçirilmiş gripler dolayısıyla bu salgına karşı daha dirençliydi. Daha çok ABD, Avrupa ve sömürgelerinde görülen bu hastalık, I. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca insanın askere alınıp başka coğrafyalara sevk edilmesi, askerin sıkışık ortamlarda bir arada bulunması ve beslenme zayıflığı dolayısı ile hızla yayıldı ve ölümcüllüğünü artırdı.


    Altıncı Kolera Salgını (1899-1923)

    Altıncı kolera salgını 19. yüzyılın sonunda Hindistan'ın Bengal eyaletinde başladı


    OSMANLI’DA SALGIN HASTALIKLAR (1361-1913)

    Osmanlı İmparatorluğunda en etkili ölümcül salgınlar;

     veba ve kolera oldu.


    Veba Hastalığı

    Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar, Kafkaslar, Anadolu, Arap Yarımadası, İran, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’i birbirine bağlayan ticaret yollarının ortasında yer aldığından İmparatorluğu, doğudan batıya, kuzeyden güneye yayılan bütün salgın hastalıkların geçiş güzergahı haline getiriyordu.

    İstanbul’un fethinden önce Osmanlı coğrafyasında veba ilk defa 1361-1362’de büyük şehirlerde görüldü.

    Veba, Anadolu’da 1403’te şiddetli olarak ortaya çıktı. Hastalığı, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Timur ordusu taşımıştı.

    İstanbul’un fethinden sonra veba 1455’te zuhur etti. 1468-1475 arasında İstanbul vebadan kırıldı. 

    18. Yüzyıl, Osmanlı Devleti'nin hükümran olduğu coğrafyada “salgın hastalıklar yüzyılı” olarak tarihe geçti. 


    Kolera

    19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bütün dünyayı etkisi altına alan kolera salgını Osmanlı topraklarında ilk defa 1822 senesinde görüldü. Bir önceki yıl (1821)’da başlayan Osmanlı-İran Savaşı Bu savaş sırasında İran üzerinden gelen salgın Osmanlı topraklarına girdi. 

    Salgın, 1831’de hac mevsiminde Hintli hacıların taşımasıyla Hicaz’da ortaya çıktı. Hacıların neredeyse yarısına yakını salgından dolayı hayatını kaybetti. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nda tifüs, dizanteri ve sıtmadan ölümler en fazla görülen ölüm sebebiydi. 


    1DÜNYA SAVAŞI’NDAN GÜNÜMÜZE BULAŞICI HASTALIKLAR

    Tifüs Salgını (1918-1922)

    Tifüs, insandan insana bitlerle bulaştırılır. Genel olarak, savaş sırasında askerler arasında görülür ve onlardan sivil halka yayılır.

    1. Dünya Savaşı’nın hemen başında (1915) Sırbistan’da oldukça şiddetli tifüs salgını görüldü. Belgrad’ın bombalanması ile Sırplar, Belgrad ve bitişik bölgelere kaçarak mülteci oldular. 


    Asya Gribi (1957-1958)

    Salgın, 20. yüzyılda meydana gelen ikinci grip salgınıydı. Salgının kaynağı, kuş gribi virüslerinin bir karışımı olan H2N2 virüsüydü.


    HIV / AIDS salgını (1960-)

    İmmün yetmezlik virüsü veya HIV, bağışıklık sistemine, özellikle CD4 hücrelerine (veya T hücrelerine) saldıran bir virüstür. HIV enfeksiyonlarının çoğu cinsel aktivite yoluyla bulaşır. 


    Hong Kong Gribi (1968-1969)

    Influenza A virüsünün H3N2 türü olan hastalık, grip virüslerinin neden olduğu bulaşıcı bir solunum hastalığıdır. En duyarlı gruplar; bebekler ve yaşlılar oldu ve bu gruplarda yüksek oranlı ölümler görüldü.


    AIDS salgını (1981-)

    AIDS'e neden olan HIV virüsü, muhtemelen 1920'lerde Batı Afrika'daki insanlara aktarılan bir şempanze virüsünden geçti.


    H1N1 Domuz Gribi salgını (2009-2010)

    H1N1 virüsünün mevsimsel bir grip olduğu kabul edilmektedir. Nisan 2009 yılında yayılmaya başlayan hastalık Meksika’dan dönen Amerikalı üniversite öğrencileri tarafından ABD’ye taşındı ve solunum yoluyla hızla yayıldı. 


    Tüberküloz (TB) Salgını (2012)

    Tüberküloz (verem) Orta Çağ’da akciğerden çok lenf bezlerinde görülüyordu. Sanayi devrimi sırasında akciğerlere geçti. 


    HASTALIKLARIN SİLAH OLARAK KULLANILMASI

    Biyolojik silah terimi; bakteri, virüs, mikrop gibi mikroorganizmaların ya da bunların toksinlerinin, hastalık ya da ölüm amaçlanarak savaşta silah olarak ya da panik ve kargaşa ortamı oluşturmak için sivil halk üzerinde kullanımını ifade etmektedir.

    Salgın hastalıkların düşmana karşı bir silah olarak kullanılmasına ilişkin örnekler tarihte görülmüştür. Önceleri hastalıktan ölmüş insan ya da hayvan cesetlerinin daha çok su kuyularına atılması suretiyle biyolojik silaha dönüştürülmesi, 20’nci yüzyıla gelindiğinde yerini hastalığın laboratuvarda üretilmesine bırakmıştır.

    Salgın hastalıkların düşman üzerine salınmasının bilinen ilk örneği; Hititlilerin Kadeş Savaşı (MÖ 1274) sırasında, veba hastalarını casus olarak düşmanları Mısır’a gönderip, birçok Mısırlının bulaşıcı hastalıktan kırılmasına yol açmaları olmuştur. MÖ 6. Yüzyılda Asurlular düşmanların içme suyu için kullandıkları kuyu ve rezervuarları insan ve hayvan ölüleri ile kirlettiler. Yine Büyük İskender’in de Perslere karşı savaşında (MÖ 332), İran ordularının üzerine ölmekte olan hastalıklı insanları gönderdiği söylenir.

    Orta çağa gelindiğinde, 1346’da Kefe şehrini kuşatan Tatarlar hastalığı biyolojik savaş aracı olarak kullandılar. Direnişi kırmak için vebadan ölenlerin cesetlerini mancınıkla şehre atmaları sonucu, hastalıktan kurtulmak için Kefe’den panik halinde kalyonlarla kaçan Cenevizliler vebayı Avrupa’ya taşıdılar. 

    Biyolojik silah en büyük kıyımını Amerikan Kızılderililerine yaptı. 1763 yılında Kızılderililerin yaşadığı toprakları ele geçirmek isteyen İngiliz Kraliyet Kuvvetleri, çiçek hastalığı bulaştırdıkları battaniyeleri Kızılderililere hediye ettiler. Milyonlarca Kızılderili çiçek hastalığından öldü.

    Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar düşmanlarına karşı biyolojik silah kullandılar. İtalyanlara karşı kolerayı, Rus cephesinde St. Petersburg civarındaki savaşlarda ise vebayı silah olarak kullandılar.  Almanlar 1916'da Romanya ve Irak cephelerinde, düşman birliklerinin lojistik imkanlarını ve süvari birliklerini savaş dışı bırakmak amacıyla hayvanlar üzerinde etkili olan ruam hastalığı ve şarbonu kullandılar.

    İkinci Dünya Savaşı sırasında, bu defa Japonların mikropları silah olarak kullandıkları görüldü. Japonya’nın Çin’i işgal sürecinde, Çin köylerinde binden fazla su kuyusu ve gıda kaynakları kolera ve tifüs mikroplarıyla kirletildi, havadan bakteri taşıyan bombalar atıldı. Japonlar, Mançurya üzerine veba mikrobu taşıyan pirelerle dolu pirinci uçaklardan attılar ve pirinci yiyen fareler veba mikrobunu bölgeye taşıdılar.


    SONUÇ

    İnsanoğlu var olduğundan beri hastalıklar da var olagelmiş, mikrop, bakteri ya da virüsün sebep olduğu hastalıklar zaman zaman salgın halde kitlesel ölümlere neden olmuştur.

    Salgın hastalıklar ve insanlık tarihinde yol açtığı etkiler bir arada değerlendirildiğinde ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Pire, bit ve sivrisinekler karşısında dünyanın muazzam ordularının yenildiğine, onların taşıdığı veba, tifüs ve sıtma hastalıklarının salgın haline dönüşerek gücünün zirvesindeki imparatorlukları yok ettiğine ve tarih sahnesi dışına attığına şahit olunmuştur. Yine bakteriler, kolera, tüberküloz ve dizanteri salgınları ülke nüfuslarını çökertmiş, cansız virüslerin sebep olduğu çiçek hastalığı salgınları, grip salgınları halkları ve devletleri çaresiz bırakmıştır.

    Salgın hastalıklar, devrinin büyük güçlerinin (Roma-Bizans, Sasaniler, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Çin Ming ve Qing Hanedanları, Rus Çarlığı gibi) hakimiyetine son veren zafiyetlere sebep olmuş, yeni güç odaklarının sahne almasının önünü açmıştır.

    Yine, salgınların güçten düşürmesi ile Roma İmparatorluğu’nda paganların baskı ve zulmü altında bulunan Hristiyanlar rahatlamış, Hristiyanlık Roma-Bizans’ın yaygın ve hâkim dini haline gelmiştir. Devrinin süper güçleri Bizans ve Sasani devletlerinin salgın hastalıklardan bîtap düşmesi, İslam fetihlerinin ve İslam’ın yayılmasının önünü açmıştır. Orta Çağ’ın sonunu getiren salgın hastalıklar ise kilisenin itibarı ile gücünü yok etmiş ve yeni Protestan mezheplerin ortaya çıkmasına fırsat vermiştir.

    Salgın hastalıklar, Avrupa’da Orta Çağ’ın feodal düzeninin ortadan kaldırılmasının, ulus devletlerin meydana çıkmasının, tarıma dayalı ilişkilerin yerini ticaretin almasının, salgın hastalıklardan kaçan insanların coğrafi keşiflere yönelmesiyle sömürgeciliğe dayalı yeni bir dünya düzeni kurulmasının yolunu açmıştır.

    30 yıl savaşlarını sona erdiren salgın hastalıklar, Vestfalia Anlaşması ile ulus devletlere dayalı yeni bir dünya düzeni oluşmasını tetiklemiş, Napolyon ordularını yok eden tifüs salgını Viyana Kongresi ile Avrupa’nın yeniden dizayn edilmesini sağlamış, Kırım Savaşı’nda Rusları perişan eden aynı hastalık, savaş sonrasında düzenlenen Paris Kongresi ile uluslararası sorunların büyük devletlerin kararı ile çözülmesine dayalı yeni bir uluslararası nizamın ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

    Birinci Dünya savaşı sırasında ortaya çıkan salgın hastalıklar 20’inci yüzyılı şekillendirmiştir.  Nitekim, Çarlık Rusya’sı üzerinde Sovyetler Birliği’nin kurulmasına ve dünyanın kapitalist-sosyalist olarak iki bloka bölündüğü 80 yıllık bir döneme tifüs salgını yol açmıştır.

    Bugünlerde dünyanın her yerinde eş zamanlı olarak insanları evine hapseden, ülkeleri sınırlarını kapatmaya mecbur eden, seyahati ve ticareti neredeyse sıfırlayan, gökyüzünde uçacak uçak bırakmayan koronovirüs, muhtemelen daha önceki salgın hastalıklar kadar ölümcül olmayacaktır. Ancak, tarih boyu yaşanmış büyük salgın hastalıklardan ders alınmadığının ortaya çıkması, teknolojide zirveyi yakalamış günümüz ulus devletlerinin ve süper güçlerin halklarını korumada hazırlıksız ve başarısız oluşu, kendisini önemsiz ve değersiz hisseden halkların devletlerine güvenlerini yitirmesi, salgın hastalık sırasında devletler arasında umulan iş birliğinin olmayışı, muhtemelen modern uluslararası sistemin sonunu getirecek toplumsal hareketlere neden olacak ve yine bir salgın hastalık yeni bir dünya düzeninin kurulmasının yolunu açacaktır.


    https://www.sde.org.tr/sinan-tavukcu/genel/salgin-hastaliklarin-tetikledigi-dunya-tarihindeki-guc-ve-duzen-degisiklikleri-kose-yazisi-16688


    Tarihte Salgın Hastalıklar ve Toplumsal Etkileri- Heval Bozdağ

    Mikroorganizmalar insanların deri ve bağırsaklarında, otçulların midesinde, toprakta çürütücü besleyici olarak, şarabı ve sütü mayalayıp, atmosferin havasını dengeleyerek tüm yaşam alanlarında dönüştürücü güçleriyle gezegenimizdeki yaşamı ustalıkla organize ederler. Bugün klimalar, hastaneler, tuvaletler, çöp yığınları, kullandığımız eşyalar, gıda pazarları mikropların yeni yaşam alanları arasındadır. 20.Yy da antibiyotiklerin keşfi ve ilaç endüstrisi tekellerinin de kışkırtıcılığı ile mikroorganizmalarla savaşmak enfeksiyonlardan kurtulmayı kolaylaştırıyor gibi görünse de yeryüzünde yaşamış olan canlı türlerin yüzde 99’u fosil olmuşken, bakteriler yok olmaya antibiyotiklere karşı yaptıkları gibi, inatla direnmektedirler.

    Tarih yazan salgın hastalıklar toplumla birlikte ortaya çıkmışlardır. Küçük ve dağınık gruplar halinde yaşayan avcı ve toplayıcıların evcil hayvanları yoktu, su kaynaklarını ve yaşam alanlarını kirletecek kadar uzun konaklamıyor ve çöp birikimine neden olmuyorlardı. Yerleşik yaşama geçiş, tarım ve hayvancılık ile artan yiyecek üretimi ve daha sık doğum nüfusun giderek artmasını sağladı. Tarım için ormanlar yok edilirken, oluşan göletlere sivrisinekler doluştu. Yabani hayat bozuldu ve bitki örtüsü değişti. Doğanın içinde yaşamdan, doğaya müdahale eden bir yaşama geçilmiş oldu. Hayvanlarla daha mesafeli, eşitlikçi bir yaşamdan onları nesneleştiren ve sömüren türcülük gelişti. Tabi bunun bir bedeli olacaktı. Önceleri yalnızca hayvanlarda görülen tüberküloz, çiçek, grip gibi pek çok hastalık uzun ve karmaşık evrimsel süreçler sonucunda insanlara geçti. Doğal yaşam alanlarının yok edilmesi, fareleri, keneleri, pireleri ve sivrisinekleri insanlara daha yakın yaşamaya zorladı. Veba, tularemi, tifüs ve sıtma gibi hastalıklar ortaya çıktı. Özcesi Tarım devrimi ile yerleşik hayatta birçok virüs, mantar ve bakteri insanların bahçelerinde, evlerinde ve köylerinde bir hastalık riski olarak var oldu. Kentlerdeki salgınlar olağanlaşmış, tanrılarca yayıldığı sonucuna varılmıştı.

    19.yy’da modern salgın hastalıklar biliminin öncüsü Dr. Rudolf Virchow da yeme alışkanlıkları, ticaret, seyahat, ev yaşamı, giysiler ve hava durumu, kısaca “yaşamdaki değişikliklerin’’ ve ‘’yaşama müdahalenin’’ salgın hastalıklara neden olabileceğini söylüyordu. İnsanlar, yaşam yerlerini sürekli değiştirerek ve diğer türleri yurtlarından ederek farkında olmadan birbiri ardına “anormal koşullar” yaratıyorlardı. 1848 yılında, Almanya Yukarı Silezya’da, yoksul pamuk işçileri arasında çıkan tifüs salgınını incelediği ünlü raporda, tifüs mikrobundan çok, şiddetli yağmurları, kötü yaşam koşullarını ve yoksulluğu sorumlu tutmuştu. Virchow’un Yukarı Silezya’ya önerdiği reçetede hekimlere ya da ilaçlara yer yoktu; tarım reformu, özerk yönetim, demokrasi, sanayi kooperatifleri… Virchow’a göre tıbbın işi, mikropları avlamak değil, hastalıkları besleyen çevresel ve toplumsal etkileri ortaya çıkartmaktı.

    Tarihte yer alan büyük salgınlara bakacak olursak; bu salgınlardan biri Roma’ya dert olmuş, bugün Afrika’nın kanını emen ve hala önemini koruyan salgın hastalıklardan biri olan sıtmadır.

    MÖ 323. Büyük İskender Hindistan seferini tamamlayamadan Babil’de sıtmadan ölmüştü. Ardından imparatorluğu komutanları arasında pay edilmiş, Yunan ve Makedonya’da taht kavgaları baş göstermişti.

    Sıtma hastalığının Afrika’da yağmur ormanlarının tarım yapmak için yok edilmesi ile başladığı Anadolu’dan ya da Nil vadisi yoluyla Avrupa’ya geçtiği düşünülmekte. Hastalıktan Asurbanipal’in kütüphanesindeki kil tabletlerde (MÖ 650) periyodik ateş, üşüme, titreme baş ağrısı ve büyük dalak şeklinde bahsedilmektedir. Hipokrat (MÖ460-370) Salgın Hastalıklar adlı eserinde üç günde ve dört günde gelen ateş olarak tanımlamıştır.

    Bilinen ilk salgın 1.yy’da, Romalı yurttaşları besleyen verimli ve bataklık bir tarla olan Campagna Romana’da meydana geldi. Yazları bataklıklardan çıkan buhara bağlı ortaya çıktığına inanıldığı için de İtalyanca kötü hava anlamına gelen ‘’mal’ aria’’denilmiş. Roma’da kent zenginliği kanal ağlarına, su yollarına ve tarıma dayanıyordu. Köylüler savaşa gittiğinde sulama duruyor ve sivrisinekler durgun sularda kolaylıkla ürüyor ve bunu bir sıtma salgını izliyordu. Sıtma, Romalıların yaşamını asırlarca   etkilemiş, ateşli hastalığa saygın, dinsel bir statü bile kazandırmıştır. Zengin yoksul herkes, Tanrıça Febris’e (ateş tanrıçası) hep birlikte dua etmişler, din adamları Roma’da görev yapmak istememişlerdir.

    Sıtma Yeni Dünya’ya kaşifler istilacılar, sömürgeciler ve Afrikalı köleler tarafından getirildi. Latin Amerika ve Karayip yerlileri sıtmadan kırıma uğrarken, Orak hücre taşıyıcılığı (kalıtsal bir kan hastalığı, sıtmaya karşı kısmi bir koruma sağladığı düşünülmekte) Afrika kölelerini sıtmaya dirençli kılmıştı. Siyahların “ateşli hastalıklara” dayanıklı olmaları, biyolojik olarak kölelerin “insandan aşağı” olduklarının kanıtıydı. Onlar tarımda madende çalışmalı, efendilerine hizmet etmeliydiler. Irkçılık, köle-efendi ilişkisini tahkim etmek için köle sahibinin gözünde haklı biyolojik bir nedendi. 17.ve 18.yy’da Karayipler’e yelken açan Avrupalıların %30-40’ı sıtmadan ölmüş, tarım yapma, yerleşip büyümeye karşı, sıtma kolonicilere bir direnç noktası olmuştu. Beyazlar yeni dünyaya yerleşmekten vazgeçmiş, yerleşenlerse genç yaşta hastalıktan ölme korkusu nedeniyle hızla sömürüp zenginleşerek terk etmişlerdi. Talancı Avrupa emperyalizmi arkasında dağınık bir siyasal kültür, ağaçsız topraklar, kaynakları tüketilmiş adalar bırakmışlardı.

    Sıtma Amerikan iç savaşında, 1. Dünya savaşında ve 2. Dünya savaşında salgınlara neden olmuş, 1943’te Sir William Slim “Tahliye ettiğimiz her yaralıya karşılık 120 hasta tahliye edildi’’ diyerek durumun vahametini anlatmıştır. Vietnam’da bin ABD askerinden 53’ü sıtmadan ölüyordu. Sıtmaya karşı savaşı kazanmak önemli bir zaferdi.

    Ronald Ross 1898’de Anofel cinsi dişi sivrisineklerin parazitin (plasmodium) bulaşmasında aracı olduğunu ispatladı. DDT’nin (böcek ilacı 1940) sivrisineklere karşı etkinliği keşfedilince bolca kullanıldı. DDT, DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından 1946’da sıtma savaş kampanyasında kullanılıyor fakat ekolojik yaşama zarar verdiği gibi sivrisineğe de etki etmemeye başlıyor. Rastgele serpilen galonlarca DDT, birçok böcek türünü yok etmiş anne sütünde dahi tespit edilmiştir. Borneo’nun Saravak bölgesinde DDT sivrisinekler ve hamamböceklerini öldürürken veba ve tifüs taşıyan Malezya tarla sıçanı, köyleri istila etmişti. Veba salgınından korkan DSÖ’nün önerisi ile, Kraliyet Hava Kuvvetleri, ulaşılamayan köylere paraşütle kediler indirmek zorunda kalmıştı.

    Sıtma paraziti de eski-yeni ilaçlara karşı (kinin, klorakin, artemisin vb.) direnç kazanmayı bildi. Ülkeler ormanlarını yok ederek açtıkları bataklıkları kurutarak çözüm arayışı içinde oldular. Sıtma tropikal bölgelerde sorun olmaya devam ediyor. Hem sivrisinek hem de parazit bu savaşta galip çıkmışa benziyor. CDC  2018 verilerine göre çoğunluğu Güney Asya ve Sahra altı Afrikalı 5 yaş altı çocuk olmak üzere 405.000 civarında insan sıtmadan ölmüş, %10’u Afrika dışında olmak üzere toplam 228 milyon civarında sıtma vakası olduğu tahmin edilmektedir. Afrika’da her 2 dakikada bir çocuk sıtmadan ölmektedir.

    Mısırlılar ona “ölümden önce ölüm” adını vermişlerdi ve cüzamlılarını Çamur Şehri dedikleri bir yere gönderirlerdi.

    Cüzzam (Lepra) tecrit ve stigmatizasyonu sosyal yaşamımıza miras bırakan bir hastalıktır. Orta Çağ’da Avrupa’da cüzzamlılar kendi kaderlerine terk edilir, sokakta üzeri L harfi (Lepra) işlemeli beyaz bir elbise giyerlerdi. Eski Çin ile Hindistan’da cüzamlılar hemen öldürülür ya da yakılırdı. Günümüzde bile dışlanma karşısında “ben cüzzamlı değilim” savunusu yapılır. Katolik kilisesine göre günahkarlığı ve kirliliği temsil eden cinsel yolla bulaşan bir hastalıktı. Hasta ailesini ve arkadaşlarını bir daha göremez, zile (insanları uyarmak için), sadaka çanağına ve cüzzama mahkûm yaşardı. Kronik, yavaş seyirli bu lanetten muzdarip hastalar dışlandıkları için acı çeker, aksi davranır, asabi ve ağzı bozuk bilinirlerdi. Kiliseye gidemez, çocuklara dokunamaz, halka açık kuyulardan su içemez, sevişemez ve cüzamlı eşyaları olmadan seyahat edemezlerdi. Tek tesellileri ise Lazarustu (Toplum cüzamlıları dışlasa da tanrı onları seviyordu. Cüzzama yakalanıp yüreklilikle bunu itiraf eden kişi Lazarus gibi tanrının cennetine hak kazanırdı).

    Cüzzamlıların görünüşü pek çok Hıristiyan’ı korkuturdu. Cüzzam yaygınlaşıp sokaklar dilencilerden geçilmez olunca iktidarlar ve kilise cüzzamlı evi yapımını teşvik etmiş, cüzamlıyı izole edip toplumdan soyutlamak için kurulan cüzzam evlerinin yerini bugün hastaneler almıştır. Fransa, İtalya ve İngiltere’deki ünlü revirler eski cüzzamlı evleridir. Avrupa’da ilk cüzzamlı hastanesini 4. Yy’da Konstantinapol’de Zodiac isimli zengin bir cüzzamlı yapmıştır. Zamanla kazanç kapısına dönüşen cüzamlı evlerinden biriken paralarla diğer hastalara da bakılmış, 13.yy İngiltere ve Fransa’da sayıları binleri bulmuştur. Cüzamlı evi aslında zorunlu bir tecrit eviydi. Kaçanlar cezalandırılırlardı. Zenginlerin, rahip ve rahibelerin ise ayrı cüzamlı evleri vardı. Bu durum sınıf farkını görünür kılmış toplumdaki eşitsizlikleri yüzeye vurmuştu. Giyim ve temizlik konusunda ilerlemelerle Avrupa’da 14 yy’dan sonra cüzzam görülmezken, İskandinav ülkelerinde 18 Yy’da kayboldu. Bugün 2019 DSÖ verilerine göre çoğunluğu Afrika, Hindistan, Endonezya ve Brezilya olmak üzere bir önceki yıla oranla %1,2 azalarak 127 ülkede toplam 208.619 yeni vaka tespit edilmiştir.

    Cüzamlılar Çin’de, Mezopotamya’da ve Hindistan’da da aynı akıbete uğradılar. Bugün de kronik hastalığı olanları, engellileri, yaşlıları gözden uzak tutmak, onlara huzur evleri, yaşlı bakım evleri, deli evleri, hastaneler yapmak, bunun için paralar harcamak, hastane ve bakım evi gibi isimlerle olağan görülen kurumsallaşmalara gitmek, dönemin egemenleri tarafından cüzam evlerinin stratejik konumlanışının başarısının bugüne varan ifadesidir.

    Yine Veba tarihte dalgalar halinde gelen ve uzun yıllar devam eden, toplumsal ve demografik değişimlere sebep olmuş önemli salgın hastalıklardan olmuştur.

    MS 165-180’de görülen milyonlarca ölüme neden olan Antonius vebası Roma ordusunu çökertmiş, kölelerin ölümü ve üretimin etkilenmesi ile pek çok soylu aile ortadan kaybolmuş ve imparatorluk ekonomisi büyük bir krize girmiştir. Umutsuzluğun ve ölümlerin hızla artması nedeniyle eski pagan dinler önemini kaybetmiş, Doğu’nun gizemli dinleri ve Hristiyanlık pek çok kesimce ilgi görmüş ve sonuç olarak imparatorluk önemli bir buhrana sürüklenmiştir. 541 Justinien vebası ise İskenderiye’den İstanbul’a tahıl ve mısır ithal edilirken farelerin de sevkiyata karışmasıyla Bizans İstanbul’da ortaya çıkmış buradan dünyaya yayılmış ve 8.yy’a kadar sürmüştür. İstanbul’da 240 bin civarı ölüm, dünyada milyonlarca ölüm olmuştur.

    Kara ölüm 1347-1352 yılları arasında, Avrupa’nın üçte birini etkilemiş, dünyada 50 milyondan fazla ölüm olmuştur. Bu veba salgının başlangıç hikayesi dünyadaki ilk biyolojik savaş örneğidir. Kırım Kefe’de Cenevizliler ve Tatarların savaşında vebalı ölülerini surlardan atan Tatarlar Cenevizlilerin vebayı Avrupa’ya taşımasını sağlamıştı. Avrupa’da salgın patlak vermesiyle suyu zehirleyip, havayı kirleterek hastalığı musallat ettikleri suçlamasıyla tefecilik ve rehinecilik dışında meslek edinemeyen Yahudilerin militan ve dışlayıcı Hristiyanlık anlayışı ile kıyımı başladı. Veba soykırımı perde arkasındaki bir çeşit egemenler arası iktidar savaşının su yüzüne çıkması idi. 1351’de, Büyük Ölümden yalnızca iki yıl sonra, Avrupa nüfusu üçte ikisine indiği gibi Orta Avrupa’da neredeyse hiç Yahudi kalmamıştı. Yahudiler Rusya ve Polonya’ya kaçmışlardı.

    Veba 1362 -1369’da ölümlerle geri geldi ve yüzyıl boyunca, her yeni neslin yüzde 10 ya da 15’ini kırdı. Kilise ve din adamları çaresizdi. Orta Çağ’da kilise otoritesine, patriyarkaya tehdit oluşturan öteki kadın “cadı”, iblisin fısıltılarıyla baştan çıkmış, günahkâr geceleri dışarı çıkıyor kötülüğü şehveti ve vebayı yayıyordu. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı söylenerek birçok kadın yakıldı, kamçı cezasına çarptırıldı. Kedilerin parlayan gözleri ve gece dışarda dolaşmaları onların cadıların büyülü hayvanları olduğu inanışıyla binlerce kedinin katledilmesine neden oldu. Daha da özgürleşen fareler salgınında dozunu arttırdı. Çünkü veba mikrobu (Yersinia Pestis) yaygın bir fare biti tarafından taşınır. Orta çağda her yer fare doluydu. Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Yanan tütsü koklama ve mendilleri aromatik yağlara daldırma (vebanın kötü havadan geldiğine inanılıyordu) zil çanlarını çalmak ve topları ateşlemek, muska takmak, cerrahların hastaların boyun koltuk altındaki şişliklerini temizlemeye çalışması maalesef ölümleri durduramamıştı. Avrupa 13. yüzyıldaki nüfusuna bir daha ancak 16. yüzyılda ulaştı. Yoksul ölüleri on metre derinliğindeki isimsiz çukurlara gömme geleneği 18. yüzyıla kadar sürdü.

    Köylü ölümleri 13.yy işsizliğine son verirken toprak sahipleri, düzeni korumak için ücretleri iki katına çıkardılar, topraklarını böldüler ve daha önce ömür boyu emeğine sahip oldukları insanlara kiraladılar. İlk darbeyi yiyen kurum feodalizm olmuştu. Köylüler, ekonomik özgürlük, daha iyi çalışma koşulları için ayaklanacak, emek pazarı köylüler ile toprak sahipleri arasında yeni sömürü kurallarını belirleyecek, kapitalizminde koşulları tanımlanmaya başlayacaktı. İngiliz Hollandalı ve İspanyol tüccarlar seyahatin önemini anlamış yünlerini, şaraplarını ve peynirlerini satmak için Afrika, Asya ve Yeni Dünya’da yeni müşteriler aramaya çıkmışlardı. Bu da uluslararası ticaretin artmasına ve keşiflere yol açacaktı. Sömürgeciliğin ve koloniciliğin daha güçlü bir ivme kazanması doğacak emperyalizmin nüveleriydi. Büyük Ölümden sonra bazı iş kollarında çalışan işçi sayısının azalması ve sanayi mallarına talebin artması, saatlere ve programlara yepyeni bir önem kazandırdı. İşçi sayısının azalması işverenin işçiyi zamana bağlayarak çalıştırması mesai kavramını tanımlıyordu. Kırsalda köylülerin azalması ot ve otçulların artmasına neden oldu. Koyun bolluğu yün sanayini arttırdı. Toprak dinlendi ve Avrupa eski ormanlarına yeniden kavuştu. Salgın ekolojik dengenin tahribatına mola verdirmişti.

    Veba kiliselere de sıçrayınca birçok din adamı öldü ve yerlerine atanan din adamlarının (Kiliseden muhalif oldukları için daha önce ayrılmış olan) birçoğu Latinceye hakim değildi. Latincenin eğitimdeki gücü azaldı. Mahkemelerde, kiliselerde ve üniversitelerde küçük bir grubun tekelinde olan öğrenim, artık sıradan insanlara ulaşmıştı. Hatta entelektüel iletişimde İngilizceyi ortak dil haline getirdi. Hekimlerin hastalık kapma korkusu yüzünden sivri gagalı tuhaf maskeler takmaları ve bazen hastaları tedavi etmekten kaçınmaları, çare olamamaları itibarlarını yitirmelerine sebep olmuştur.

    Halk sağlığı kavramının da temelleri atıldı. Tüccarlar ve soylular sağlık heyetleri ve veba evleri kurdular, karantina uyguladılar.1348’de Venedik’te gemiler limana yanaştırılmayarak insanları ve malları bir adada tutmak üzere Karantina merkezleri oluşturuldu. Gemilerin quaranti giomi (kırk gün) boyunca alıkonması geleneği kısa sürede Avrupa denizciliğinin standart uygulamaları arasında yerini aldı.

    İlk halk sağlığı otoritelerinin, (belediye hekimleri, ölü kaldırıcılar, mezar kazıcılar, ev bekçileri ve tütsücüler) ticareti yasaklama, hastaları tecrit etme, ölüleri gömme, evleri ilaçlama, özel mülkü yakma, fuarları ve sokakları kapatma, iş birliği etmeyenleri tutuklayıp işkence etme gibi yetkileri vardı. En berbat halk sağlığı kurumu veba eviydi. Zenginler villalarına sığınıp kır evlerine kaçarken, alt sınıflardan hastalar büyük ve kalabalık hastanelerde yirmi ile seksen gün arasında değişen sürelerle tecrit ediliyordu. Seçkinler daha çok hastalıklı alt sınıflardan hastalık kapmamak için önlemler alıyorlardı.

    Londra’da 1666’daki Büyük Yangında 13.200 ahşap ev yanınca Londralılar eski fare yuvası saman damlı evlerinin yerine, kiremitli tuğla evler inşa ediyorlar ve yangınla veba da yok oluyor. Geniş caddeleri olan Avrupa Şehirlerinin konut mimarisi gelişiyor. Uygun barınma koşullarını yitiren veba en son Avrupa’da 1720’de 80 bin ölümün olduğu Marsilya bölgesinde görülüyor. 1894’te Çin’de başlayan veba salgını, sonra bütün Güneydoğu Asya ve Hindistan’a yayılmış, 16 yılda 11 milyon insan ölmüş. İngilizler soylu nüfuslarını koruma adına sömürge halkına halk sağlığı uygulaması adı altında gaddarca yaklaşmış, zorla evlerini dezenfekte etmiş bazen de yakıp kül etmiştir.

    Çiçek, hastalığının tarihteki en büyük rolü Yeni Dünyanın istilasında Avrupalı kâşif ve askerlere destek vererek, biyolojik bir silah etkisi yaratmış olması ve kıta Amerika’sının yerli halklarını yok ederken işgalinde de kolaylaştırıcı bir rol oynamasıdır.

    Aşı kampanyaları ile 1970’te Dünya Sağlık Örgütü Afrika’da virüsü yok ettiğini ilan etti. Bugün yeryüzünden silindiği düşünülen tek hastalıktır.

    MÖ 10 000 de, Ortadoğu’da Asya ve Afrika’da görülen kovpoks (evcil hayvanlardaki çiçeğe benzer hastalık) insanlarda çiçek hastalığı olarak özellik kazandı. Bilinen ilk salgın Antoninus salgını MS 100 Mezopotamya’dadır. Askerlerle Roma’ya ve yine 13. yy da haçlı seferleriyle yeniden Avrupa’ya taşınan virus,16-17.yy’a kadar kalabalıklaşan Avrupa’da şiddetli ve sık salgınlara neden olmuş ve Avrupalılar hastalığa karşı tolerans ve bağışıklık kazanmışlar daha az ölümcül atlatmaya başlamışlardır.

    İspanyol, İngiliz ve Fransız gemilerinin keşfe çıktığı Yeni dünyanın nüfusu Avrupa’nın 2 katıydı, sağlıklı ve iyi yaşıyorlardı. Temizlik kutsaldı. Veba, çiçek nedir bilmiyorlardı. Amazonlarda ölüm ya yaşlılıktan ya da Galler hastalığındandı (Frengi). Büyük Kıyım, 100 yıldan kısa sürede Aztek, Maya ve İnka uygarlıklarını, yüz milyon Amerikan yerlisini ve kültürü yok etti. Hernando Cortez (1521) ve Pizarro nun (1532) sayıları yüzlerle ifade edilen orduları kıtanın savaşçı yerlilerinin karşısında zafer kazanmakta güçlük çekmemişlerdi. Hristiyan yüce ruha sahip beyaz insanın etkilenmediği anlaşılmaz ve korkunç bu durum, yerlilerin geleneksel, hayvanlara saygılı doğa inanç ve maneviyatını derinden sarstı. Tanrıları onları terk etmişti. Ruhsal yabancılaşma Hristiyanlığın benimsenmesine ve doğa karşıtlığına neden oldu. Kuzey Amerika vaşakları, geyikleri ve kunduzları kürk ticareti için yok edildi. Kıtada yaşanan iş gücü kaybı İspanyolların şeker tarlası altın ve gümüş madeni için köle ticaretine yönelmelerine neden oldu. 1530-1540 arası köle tacirleri 500 bin Nikaragualıyı taşıdı ve direnen 50 bin yerliyi öldürdü. Siyah köle ticareti Colomb’dan sonra milyonlarca Afrikalıyı yeni dünyaya taşımış yolculuk sırasında Atlantik Okyanusu’nda savaş ve hastalıktan 15 milyon Afrikalı ölmüştür.

    Bir Kanada şirketi ‘’Hudson’s Bay Company’’ doğayı sömürerek servet birikimine öncülük etmiş, ’’Bir nehirdeki kunduzlar tükendiğinde, bir sonrakine geç’’ talan anlayışı ticaretin ve ulusların ahlakı olmuş kürkten sonra Kanadalılar ağaçları, mineralleri, su kaynaklarını tüketmişlerdir. Amerikan emperyalizmi bugün yok ederek yeniden yaratarak kimlik bulmaya çalışıyor. Teknoloji, hız ve sürekli bir değişim modernite adına dayatılıyor, pazarlanıyor ve bir virüs gibi yayılan kapitalizm pandemisi, dünyalıların ve gezegenin   bağışıklık sistemini gün be gün çürütüyor.

    Frengi, koloniciliğin yağma, talan ve tecavüz kültürünün bir sonucu olarak önce Avrupa’ya 16.yy’ın ortalarına kadar ise tüm dünyaya yayılmıştır.

    Frengi döküntüler, ağız içi yaraları, saçların dökülmesi, eklem ağrıları ve ölümle seyreden bir hastalık tablosu ile korkunç, ızdırap verici ve iğrenç bir hastalık olarak tanımlanmıştır. 15.yy frengisi bugüne kıyasla daha hızlı insanı ölüme götürürdü.

    Yaygın görüş; Frenginin Kristof Kolomb’un (1451-1506) Amerika seyahati sırasında yerlilerden alındığı, mürettebattan bazılarının İtalya seferi için (1494 Napoli kuşatması) Fransa Kralı VIII. Charles’ın ordusuna katılmasıyla hızla Avrupa’ya yayıldığıdır. Voltaire kitaplarında İspanyol donanmasının çiçeği yeni dünyaya bırakırken frengiyi Avrupa’ya taşıdığından bahseder. Fransızlar bu hastalıktan İtalyanları sorumlu tutmuş “Napoli hastalığı” derken, İtalyanlar Fransız hastalığı diye adlandırmışlardır. Hastalık bundan sonra sevilmeyen insanların milliyetlerine göre adlandırılmıştır. Bir çeşit milliyetçiliğe söz konusu olduğu söylenebilir.  Ruslara göre Leh, Japonlara göre Çinli hastalığıdır.

    Yakın temas ve cinsel yolla bulaştığı anlaşılan hastalık, Tanrının cinsel aşırılıkları için insanları cezalandırdığı inancını getirmiş, hamamlar kapatılmış, sevgililer arası güven ilişkisi zedelenmiştir. Frengili olanlar eve kapatılmış ve dışarı çıkmaları halinde cezalandırılmışlardır. Özellikle fuhuş yapan kadınların yaydığı düşünülerek, kadınlar kamçılanmış, şehir dışına sürülmüş, zorla tedavi ettirilmiş ve evlere kapatılmışalardır. El ve yüz yaraları, kaş ve saç dökülmesi nedeniyle eldiven ve peruk modası sosyal yaşama girerken zamanla da soyluluğun simgesi haline gelmiştir. Soylular frengiden kırılırken yeni oluşmaya başlamış orta sınıfların frengiye karşı ahlaki bir yozlaşmanın ürünü olarak bakmaları onları erdemli bir seçenek kılmış, bugüne dair etkileri olmuştur. 18.yy’da korunmak için kondom cinsel yaşama girmiş ve İngilizlerin ürettikleri bu koruyucu kılıflar “İngiliz ceketleri” olarak adlandırılmışlardır.

    1905 de Almanya’da Fritz ve Hoffman tarafından bakteri (Treponema Pallidum) keşfedildi. 1.Dünya savaşında askerlerin %13’ünde frengi veya bel soğukluğu vardı. Frengiye karşı aynı zamanda cinsel ve sosyal davranışları değiştirmeyi amaçlayan bir kampanya başlatıldı. Temiz ahlaklı bir hayat sürülmeli, evlilik dışı cinsel ilişkiden kaçınılarak cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunulmalıydı. Lateks kondomlar o dönem var olmasına rağmen askeri yetkililer ahlaki zayıflık yaratacağı ve cinselliğe teşvik edeceği nedeniyle kullanılmasına izin vermediler. Enfekte olan personel maaş alamadı ve genel tavır cezalandırıcıydı ve sonuç, kampanya başarısız oldu.

    1930’da Amerika Sağlık Bakanı Parran, Sifiliz hastalarına evlenme yasağı getirdi. Hastalığın tespiti ve tedavisi için evlilik öncesi test zorunlu kılındı. Muhafazakâr toplumun bir tabu olarak gördüğü cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda itiraz seslerine rağmen bir eğitim kampanyası başlatıldı. 1938’de cinsel yolla bulaşan hastalıklar kontrol yasası kabul edildi ve çalışmalara maddi olanaklar tanındı. 2. Dünya savaşında askerler arasındaki oran %5 idi ve bu sefer frengi mücadelesinde kondom dağıtıldı, hastalar hızla tedavi edildiler ve frengi olduğunu saklayan asker cezalandırıldı.

    19.Yy sonu ve 20. Yy ortalarına kadar Frengi ile ilgili kapsamlı araştırmalar yapılmış bugün hastalığın tüm aşamaları aydınlatılmıştır. Bu dönemde Avrupa’nın %10’unda, akıl hastanesinde yatan hastalarında 1/3’ünde frengi olduğu tahmin ediliyor. 1932 ile 1972 arası Alabama Macon County’de hastalık oranı %36 gibi yüksek oranlardaydı ve burada yürütülen Tuskegee frengi araştırması tıp etiği açısından kötü bir şöhrete sahiptir. 399 yoksul siyahi erkek hasta öldükten sonra otopsi yapılması kaydıyla cenaze masrafları karşılanmak üzere kötü kan hastalığı (frengi oldukları söylenmemiş) nedeniyle takibe alınmış, 1943 de penisilin bulunmasına rağmen tedavi edilmeyip frenginin etkileri araştırılmak üzere takip edilmişlerdir. Hastaların 28’i frengiden, 100’ü bazı komplikasyonlardan ölmüş, 40’ının eşine de frengi bulaşmış, 19 çocuk da hastalıklı olarak dünyaya gelmiştir. Tuskegee çalışması, tıp tarihinde ırkçılığın, paternalizmin, hükümetin yoksul ve savunmasızları suistimal etmesinin bir sembol etik dışı uygulaması olarak tarihte yerini almıştır.

    DSÖ raporlarına göre her yıl yaklaşık 6 milyon yeni vaka görülmekte, 1 milyondan fazla gebe kadın etkilenmekte ve 300.000 civarında sifilise bağlı ölü doğum olmaktadır. Salgın devam etmektedir. Frengi tarihte farklı yaşam anlayışı olan ve ötekileştirilene karşı ayrımcılıklarla doludur. Toplum sağlığı açısından sağlık bilgisinin, ahlaki yargılardan ve damgalamadan uzak toplum anlayışının tedavide başarıyı sağlayacağı bugün daha iyi anlaşılmıştır. Etkenin hala ucuz, kolay bir tedavi seçeneği olarak penisiline duyarlı olması, cinselliğin ve cinsel yolla bulaşan hastalıkların tabu olmadığı bir demokratik toplumda, evrensel demokratik halk sağlığı anlayışı değerlendirmesi ile toplumsal sağlık yaklaşımı, hastalığın dünya üzerinden kalkması için fırsatlar sunmaktadır

    MÖ 668-626 Asurbanipal’in kütüphanesindeki kil tabletlerde derisi soluk ve soğuk, sık sık ve kanlı öksüren, flüt gibi soluyan hastalardan bahsedilir.  

    Tüberkülozun MÖ 8000-4000 yılları arasında evcilleştirilen sığırlardan geldiği düşünülmektedir. Mısır’ın Teb şehrinde bulunan mumyalarda (MÖ 1000) pott hastalığı (omurga tüberkülozu) izleri görülmüştür. Hipokrat hastalığı kötü havaya bağlarken, Aristo hastalığın bulaşıcı olduğunu düşünüyordu. Orta çağ boyunca (MS 500-1500) feodaller hükmetme yeteneklerinin ilahi kaynağı olduğunu söyleyerek skrofulayı (tüberküloza bağlı boyun, koltuk altı gibi bölgeler de görülen lenf bezi iltihabı) dokunarak iyileştirdiklerini iddia ettiler. Oysaki bazı hastalar kendiliğinden iyileşirken bazıları da ölüyordu.

    İlk salgın dalgası 18.Yy’da İngiltere’de başladı. 1780’lerde en yüksek seviyeye ulaştı. Nüfusun %20’si veremden ölüyordu. Şehir yaşamına geçişin artması, kötü yaşam ve hijyen koşulları, yoğun nüfus, özellikle kışın yetersiz ısınan ve kapalı kalabalık evler, beslenme yetersizliği, mandıraların şehir merkezlerine taşınması tüberkülozun hayvandan insana geçmesi (zoonoz) için ideal koşullar yaratıyordu. Sanayileşme ile proleterleşen, is ve duman püsküren kentlerde kötü koşullarda yaşayıp çalışan işçi sınıfı en çok etkilenen kesimdi. Sanayinin getirdiği sosyal yapının ve ekolojik tahribatın, insanlar üzerindeki etkisini ilk fark eden çevrebilimci mikrobiyolog Rene Dubos olmuştu. Verem erken kapitalizmin insafsız emek sömürüsünün bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştı.

    Victoria döneminde (1837-1901) hastalık ve ölüm tuhaf bir şekilde erotizm ve doğum ile kaynaştırılmış, tükürükteki kan ile menstrüasyon kanı arasında mecazi romantik bir ilişki kurulmuştu. Birçok ünlü tüberküloz kurbanıydı. Fyodor Dostoyevski, Anton Çehov, Baruch Spinoza, George Orwel, Franz Kafka ve birçokları. İnsanlar tüberkülozun dehayı ateşlediği ve sanatsal yetenekle bir bağının olduğunu düşünüyorlardı.

    1800 yılı başlarında New York ve Boston’daki tüm ölümlerin dörtte biri vereme bağlıydı. 1840’lı yıllarda göçmenler havalandırmasız binalarda kalabalık bir şekilde kalmak zorunda kalıyorlardı. New York ve Boston’da hastalık “Yahudi hastalığı”, “Terzi hastalığı” (Yahudi göçmenler dikiş nakış ile geçiniyordu) olarak adlandırılıyor, verem taşıyıcısı olarak damgalanıyorlardı. Yahudilerin zayıf kırılgan ve aşağı ırktan oldukları bu yüzden hastalandıkları ileri sürülmüş ve antisemitizmin aracı haline getirilmiştir. 1911-1920 arası Amerikan Kızılderililerinin %35’i tüberkülozdan dolayı ölmüştür.

    1800’lü yıllarda açık hava hastaneleri diyebileceğimiz sanatoryumlar tedavi merkezleri oldu. Reçete güneşli temiz hava, iyi beslenme ve istirahat. İsviçre’de, New York’ta üst üste sanatoryumlar açıldı. Fakat antitüberküloz ilaçlar henüz yoktu ve maalesef sanatoryumdaki ölüm oranları toplumdaki ile aynıydı. Sanatoryum yoksullar için, aşırı gözetime tabi tutuldukları bir hapishaneyi aratmazken, zenginler için orta sınıf tatil yeri konforundaydı. Verem tehdidi azaldığında, hastaların dinlendiği yerler kayak merkezlerine tatil yerlerine dönüştü. 1890’da New York halk sağlığı dairesinden Herman Bigs toplum sağlığını tehdit eden hastaların kapatılmalıları için Riverside hastanesini kurdu. Tüberküloz hastaları tembel, pis, bayağı insanlardı. Toplumu enfekte etmeye hakları yoktu. Bir zamanların romantik hastalığı artık yoksul alt sınıflara mal olmuştu.

    1882’de Robert Koch tüberküloz basilini (Mycobacterium tuberculosis), 1895’te Wilhelm Röntgen X ışınlarını keşfetti. Hastalık artık laboratuvarda tanımlanabiliyor ve röntgenle görüntülenebiliyordu. 20. Yy. başlarında hastalık ve bulaşma konusunda yapılan eğitimler, hastalığın getirdiği utancın kalkması, vereme karşı mücadelede ilerleme sağladı. Sanayi Devrimi, göçmenlerin yaşama uyum sağlamaları, işçilerin barınma beslenme koşullarını düzeltecek bir ücret elde etmeleri, ışık ve hava alan pencereli evlerin yapılması, hastane ve hapishanelerin havalandırılması ile zamanla hastalığın görünürlüğü azaldı. Antitüberküloz ilaçların keşfi (1940-1965) sanatoryumları da devre dışı bıraktı.

    Afrika’da HIV’li hastalarda tüberküloz duyarlılığının artmış olması ve çoklu ilaca direnç sorunu tedaviyi güçleştirmektedir. Sahra Altı Afrika’da tüberküloz HIV enfeksiyonun ilk belirtisi ve başlıca ölüm nedenidir. Afrika’da tüberküloz hastalarında HIV prevelansı %38dir.

    Geçmişte önyargılar, izolasyon ve zorunlu muayene hastalık korkusu yaratmış, göçmenler ve farklı yaşam biçimlerinin ötekileştirilmesi, damgalanması gibi toplumsal tepkilere neden olmuştur. Tüberküloz basili asırlardır bizimledir ve harekete geçmesine neden olan koşullar bugün detaylarıyla bilinmektedir. Tüberküloz ile toplum arasındaki etkileşimde Kapitalist Modernite’nin zaafları açıktır. Tüberküloz basili yoksulluk ve sömürünün turnusolü gibidir, aynı zamanda HIV’in de.

    Kolera, tüm salgınların belki de en dehşet vericisidir: O kadar hızlı seyredebilir ki sağlıklı bir insan bir gün içinde ölebilir ve akşam karanlığında gömülebilir. (Harold Scott,1939)

    Kolera Halk sağlığı önlemlerine rağmen günümüze taşan 7. pandemisi ile 200 yıldır devam etmektedir. Ateş, akut bulantı ve kusma sonrası “pirinç suyu” biçiminde diyare, halsizlik ve ciddi sıvı kaybı ile 24 saatte hasta yarı kilosuna düşüp buruşmuş çökmüş bir yüzle ölüme gidebilir. Diğer salgınlarda olduğu gibi kolera da ahlaki bir çöküntü içinde olan günahkarlara tanrının bir cezasıydı, ama böyle olması önleme çalışmaları ve sebebinin bulunması için çaba sarf etmemek anlamına gelmiyordu. Ruhban sınıfının düşünme biçimi değişmişti.

    İlk salgın 1817-23 Hindistan’da başlayıp İngilizlerle Kalküta’ya taşınıyor. Asya’da çıkıp Avrupa’ya yayıldığı için Asya kolerası deniyor. Ganj deltasının muson yağmurlarıyla taşması ile oluşan salgında 100 bin üzerinde insan ölüyor. İkinci salgın 1829’da yine Hindistan’da başlayıp bu sefer Mısır ve Kuzey Afrika, Rusya ve Avrupa yayılıp on binlerin ölümüne neden oluyor. Salgın 1832’de Londra’da 7.000 kişinin ölümüne yol açıp Amerika’ ya geçti. 1830’da Paris’te yoksul semtler daha çok etkilenip ölümler artınca zenginlerin onların ölmesi için şaraplarına zehir kattığı fikri üzerinden ayaklanan yoksul halk mahzenleri basıp şarap fıçılarını Sen Nehri’ne atmıştı. Sınıf fikri ve mücadelesi 40 yıl sonra Paris komününde eşitlik ve özgürlük talepleriyle yeniden sahne alacaktı.

    Londralı hekim John Snow hastalık yapan zehrin sulardan geldiğine ve yine dışkıyla atılarak suya karışıp içme sularını kirlettiğine inanıyordu. 1849’da Londra’da salgını araştırırken Broad sokağındaki tulumba suyuna kanalizasyon karıştığını tespit etti. Daha sonra Londra’ya su sağlayan iki şirketin sularını Londra kanalizasyonuyla kirlenen Thames nehrinden aldıklarını öğrendi. Snow koleranın suyla taşınan bulaşıcı bir hastalık olduğunu saptarken epidemiyoloji bilimi ve koruyucu hekimliğin de temelini atmıştı (1854).

    Max Von Pettenkofer Almanya’da, Edwin Chadwick İngiltere’de kötü kokuyu önlemek için (miasmaya inanıyorlardı) suyun şehirlere demir su şebekeleriyle getirilmesi, sokakların temizlenmesi, sifonlu tuvaletlerin keşfine kadar birçok yeniliğe, sonuç olarak halk sağlığının geliştirilmesine doğrudan katkı sunmuşlardı.  Chadwick sağlıklı bir toplumun daha üretken ve daha az masraflı olacağına inanıyordu. Chadwick’in takipçilerinden Florence Nightingale hastaların temiz ve nitelikli bakım alınca iyileştiklerini fark etmişti. Chadwick’in yaptıklarını 1854 -1856 Kırım savaşı nedeniyle atandığı ordu askeri hemşireliği sırasında Selimiye’deki hastanenin fiziki yapısında ve işleyişinde uygulayarak, enfeksiyon kontrolü, hastane epidemiyolojisi, hasta bakımı alanlarında günümüzün temelleri olan bir dizi yeniliğe imza atmıştı. 1832’de Dr. Thomas Latta koleraya bağlı sıvı kayıplarını önlemek için damardan ve ağızdan tuzlu su verilmesini sağlayarak modern tıp açısından önemli bir gelişmeye adım atmıştı.

    1892’de Amerikalılar koleraya karşı ırk ayrımcılığı yaptıkları karantina hastaneleri açtılar, hastalığın yetersiz karantina uygulamaları ile pis göçmenler tarafından getirildiğini düşünüyorlardı. Birçok göçmen Yahudi karantina hastanelerinde öldü veya hastalık kaptı. Robert Koch ‘un 1884’te kolera basilini (Vibrio cholerae) izole etmesi ile kolera genel sağlık önlemleriyle daha kontrol edilebilir oldu. İki asır boyunca devam eden salgınların sonuncusu 7.kolera salgını1961 yılında Endonezya’da başladı. Ortadoğu’da görüldü, 1970 ‘de Afrika’ya yayıldı, 1991 de yüz yıl sonra Amerika’da tekrar görüldü. Vaka sayısı 400 000 ‘e ölüm ise 4000’e ulaşmıştı. 1994’te Zaire Goma’da sadece 21 gün süren salgında isyancı Tutsiler’den kaçan çoğu Hutu olan yarım milyon Ruandalı hastalandı ve 50binin üzerinde insan öldü. Angola ‘da 2006 yılında 43000 kişi hastalanmış ve 1600 kişi yaşamını yitirmiştir.

    Son zamanlardaysa Asya ve Afrika’nın bazı bölgeleri dışında, özellikle Latin Amerika’da koleranın geri döndüğü görülüyor. Oysaki içilebilir suyun sağlanması, uygun alt yapı ve barınma koşulları, doğa ve birbirleriyle savaşmaktan vazgeçmiş sömürüsüz dünya insanları bir daha kolera adını anmayacaklardır.

    Dünyanın bir ucundaki hapşırık bütün dünyayı etkisi altına alacak sonuçlar doğurabilir!

    Hipokrat MÖ 412’de grip salgınından bahsetmiştir. 15.yy’da İtalya’da soğuk bir rüzgârın salgını başlattığına inanıldığından hastalık influenza di fredo (soğuğun etkisi) diye adlandırılmıştır. Bilinen ilk salgın ise 1580 Asya’da başlamış Avrupa ve Afrika’yı etkilemiştir. O dönemlerde salgından önce, atların ve sığırların öldüğünden bahsedilirken, domuzlar ve ördekler bugün salgın habercisi olmuşlardır. Buharlı taşıma ile kara ve deniz ulaşımında büyük ilerleme kaydedildiği ve ticaret ağlarının genişlediği, şehirlerin kalabalıklaştığı 19.Yy sonlarına kadar grip geniş coğrafyalara yayılmamıştı. 1918 İspanyol gribinin etkisi kimilerine göre bir kitle imha silahı felaketi kadar büyük olmuştur. 1918’de kıtalar arası hareket eden 100 binlerce asker virüsün küresel yayılımını hızlandırmışlardır.2 yıl süren pandemi de 50 milyon insanın öldüğü dünyanın yaklaşık üçte birinin enfekte olduğu tahmin edilmektedir. 1957 Asya gribi (H2N2), 1968 Hong Kong gribi (H3N2) de arkasında yaklaşık 1 milyon ölü bırakmıştır.

    Uluslararası alanda halk sağlığı konusunda iş birliği bulaşıcı ve salgın hastalıkların farklı ülkelere ve farklı kıtalara yayılmasıyla başlamıştır. 1918 (H1N1) gribi patlak verdiğinde hekimlerin çoğu serbest ya da vakıflara bağlı çalışıyordu ve çaresizdiler, kamu sağlığı korunamıyor, salgın süreci yönetilemiyordu. Birçok ülke ücretsiz kamusal sağlık hizmeti sunma yönünde girişimlerde bulunup, sağlık bakanlıkları oluşturdu. 1920’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ilk merkezi ücretsiz sağlık sistemini kuran ülke oldu. Salgın ve savaşın ardında bıraktığı yetim, dul ve engelliler için devletler sosyal yardım politikaları geliştirdiler.  Özellikle gençler ve çoğunlukla erkekler etkilendiği için toplumsal cinsiyet rollerinde de değişimler yaşandı. ABD’de açığa çıkan iş gücü sıkıntısı kadınlara çalışma hayatının yolunu açmış, 1920’de kadınlar toplam iş gücünün %21’ini oluşturmuşlardı. İş gücü sıkıntısı sendikal hareketlerin gücünü arttırmış, bu da ücretlerin artmasını sağlamıştı.

    Pandemi 3 dalga halinde görülmüş, 2. dalgada virüsün Fransa’da mutasyona uğrayarak daha patojen bir hal aldıktan sonra oradan tekrar Amerika ve Afrika’ya yayılımı, 3. dalgada ise Avustralya’ya yayılımı olmuştur. Limanlar kadar demiryolları da virüsün yayılımında etkili olmuş, İngilizlerin geniş bir demiryolu ağı döşediği Hindistan’da yaklaşık 18 milyon kişi ölmüştür. Birçok cephede İngilizler adına çarpışan Hintliler salgına bir de ağır vergiler ve sıkıyönetim eklenince isyan edecek bağımsızlık hareketinin önü açılacak, İngiliz emperyalizminin sonu da hızlanacaktır. Her 7 Hintliye karşın yalnızca bir Avrupalının öldüğü salgında Mahatma Gandi’nin ‘’Young İndia’’ (Genç Hindistan) dergisi İngiliz sömürge yönetimini salgını iyi yönetememekle suçlayacak sömürge karşıtı hareket hız kazanacaktı.

    İspanyol gribi ilk olarak Kansas’taki ordu kamplarından tüm Amerika’ya yayıldı. 1. Dünya Savaşına dahil olan Amerika’da tüm ordu seferber edilmiş, binlerce işçi fabrikalara sürülmüş virüsün bulaşı ve yayılımı için tüm olağan koşullar oluşmuştu. Fransa Brest’te karaya çıkan Amerikan askerleri sayesinde Avrupa ve İngiltere’ye taşındı. İngiliz kömür ikmal merkezi Sierra Leone üzerinden Afrika’ya ulaştı. Emperyalizmin olanakları ile virüs kolayca yayılırken bir yandan da emperyalist paylaşım savaşının sonlanmasını hızlanmış, halk sağlığı önlemleri etkisiz kalmış, devletlerin salgını küçümseyerek bilgileri çarpıttıkları, doktorlara güvenin kalmadığı panik içinde bir toplum etkisi yaratmıştır. Almanların Paris’e saldıracağı sırada grip salgını baş gösterince savaşın seyri değişmişti. Amerikalıların da desteğiyle Almanlar Fransız topraklarından geri çekilmenin yanında tazminat, kömür madenlerinin işletilmesi ve ordunun sınırlandırılmasını da içeren çok ağır koşulları olan bir barış antlaşması imzalamak zorunda kalmışlardı. Barış antlaşmasındaki acımasız tutum, ekonomik zorluklarla birlikte, milliyetçi tepkilerin ve Nazi partisinin yükselmesi ile 2. Dünya Savaşına zemin hazırlamıştır.

    İlk kuş gribi 1878 yılında İtalya’da kümes hayvanları arasında ortaya çıkmış ve Tavuk vebası olarak adlandırılmıştır. 1997’deki Hong Kong salgını (H5N1) kümes hayvanları pazarında bir arada tutulan kaz, tatlı su ördeği ve bıldırcınlardaki genlerin yeniden karılması sonucu oluşan kuş gribi virüsüydü. 18 kişi enfekte olmuş (enfekte kuşların dışkıları ile), insandan insana bulaş özelliği kazanmadan milyonlarca kanatlı katledilerek önlenmişti. Bu salgınların bazılarında insana bulaş söz konusu iken hastalık insandan insana geçme kabiliyeti göstermemiş ve kuş gribi olarak kalmış hayvanları katletmek yoluyla salgınlar sınırlandırılabilmiştir.

    Grip virüsü (İnfluenza A, B, C) insan, kuş, deniz memelileri ve domuzlarda hastalık yapar. İnfluenza A’nın pandemi den sorumlu genetik değiş tokuşu (shift) daha çok domuzlar, kuşlar ve insanlar yakın temastayken olur. İnsan da hastalık yapan virüslerin hayvanlardan geçtiği düşünülürse bir yeni virüsle veya influenzanın farklı bir varyantı ile karşılaşmak an meselesi gibi durmaktadır. Pandemiye neden olan koşulların oluşmasına karşı yürütülen mücadelenin esası onca canlıyı katletmek olmamalı, ekolojik hayata ve yaban hayatına tahribata neden olan politikalardan vazgeçmek, virüsü harekete geçiren endüstriyel tarım ve hayvancılık gibi üretim biçimlerine karşı doğayla uyumlu alternatif seçeneklerin arayışında olmak gerekmektedir.  Kapitalist üretim tarzı doğayı, canlıları sömürmeden, sınıflar arası eşitsizlikleri derinleştirmeden varlık gösteremez. İnsanlar tüketim alışkanlıklarını değiştirip, dünya dümeni bu siyasetten daha adil, eşitlikçi, demokratik ve ekolojik bir topluma doğru kırmazsa yeni bir grip pandemisi kapıda.

    AIDS yoksullara karşı bir soykırımdır, suçlusu ise kârı sorumluluklarına tercih eden ilaç şirketleridir. 13. Dünya AIDS Konferansı, Zachia Achmat

    HIV insan bağışıklık sistemi hücrelerini (CD4 T Lenfosit) hedef alır ve tüberküloz, mantar enfeksiyonları viral enfeksiyonlar gibi birçok fırsatçı enfeksiyona karşı vücudunuzu savunmasız bırakır. HIV’e karşı henüz bir aşı geliştirilememiştir.

    Salgının 1981 yılında New York ve San Francisco şehirlerinde homoseksüel topluluklarda başlayıp Avrupa’ya geçtiği düşünülse de Avrupa’da ve Amerika’da virüsün daha önce bulunduğuna dair iddialar da mevcuttur. İlk çıkış noktası ise Afrika’da şempanzelerden insana atlamış olacağı yönündedir.  DSÖ 2018 verilerine göre Dünya’da 40 milyona yakın insan HIV pozitif olup bunlara her gün yaklaşık 5000 yeni hasta eklenmektedir.

    ABD’de dini, politik ve kültürel önyargılar nedeniyle AIDS hastaları hor görülmüş, iş bulmakta ve günlük yaşamlarında ayrımcılığa maruz kalmışlardır. AIDS hastalarının profili de orta sınıf beyaz homoseksüel erkeklerden, kırsal bölgede yaşayan yoksul siyahlar, Latin kökenlilere kaymıştır. Bu hastaların ¼ ‘inin hastalığından haberdar olmadığı düşünülmekte bu da endişe yaratmaktadır.

    Afrika’da ise durum farklıdır. Sağlıklı genç yetişkinler en çok etkilenirken, bebeklere annelerden HIV geçişi olmaktadır. 5 yaş altı 1 milyon HIV enfeksiyonlu çocuk vardır. 13 milyon çocuk AIDS nedeniyle ebeveynlerini kaybetmiştir. 2. Dünya savaşından sonra tarım alanları çöle dönen Afrika iç savaşlar, kıtlık, hızlı bir şehirleşme ve zorunlu göçlere maruz kalmıştır. Aşırı yoksulluk, suç ve fuhuşa sürüklenen insanlar ve toplumsal huzursuzluğun artması, yaftalamalar, AIDS’e karşı genel bir duyarsızlıkla ölümler de artmaktadır. Afrika’da AIDS seks işçiliğine bağlı bir kadın hastalığı olmuştur. Birçok Afrika ülkesinde kadın hasta oranı ve ölüm erkeklerden fazladır. Kıta politik kargaşalıklar yaşamakta, ilaç tedavisi pahalı olduğu için yeterince karşılanmamakta, etkili bir sağlık sistemi olmadığı içinde epidemi tüm Afrika’da durmaksızın yayılmaya devam etmektedir. Çok uluslu ilaç tekelleri ticaret ve patent hakkı gibi kuralların arkasına sığınarak ilaçların üretilmesini ucuzlayıp yaygınlaşmasını engellemektedirler. HIV kapitalizmin kirli yüzünü ortaya dökmüştür. Hastalığın Afrika’da bu boyuta gelmesinde batı devletleri doğrudan pay sahibidirler. Emperyalist güçlerin körüklediği iç savaşlara ve sömürüye ve yine mevcut patriarkal geleneklere son verilmeden bu salgının durması beklenmemelidir.

    Tarihte salgın hastalıkların ardından gelen bilimsel gelişmeler ve toplumsal değişimlerin arka perdesinde soylu sınıfın, zenginlerin hastalık korkusu ile kendilerini ve kamusal düzeni koruma çabaları gerçekliği yadsınmamalıdır. Hastalıklardan korunmanın en kolay yolu en çok etkilenen kesimleri (daha çok ezilenler, yoksullar olmuştur) tecrit etmek, kendilerinden uzak tutmanın yol ve yöntemlerinin arayışı içinde olmak olmuştur. Frengi gibi cinsel yolla bulaşan hastalıklar ise tersine soylulara ahlaki bir yozlaşma, orta sınıfa ise erdemlilik rolünü biçmiş, bilimsel gelişmelerin faydasını görme öncelikli olarak zenginlerin tekelinde olunca zamanla bu hastalıkların, daha çok toplumun alt sınıfının sorunu olarak nitelik kazanmasını sağlamıştır. 19.Yy Sanayi Devriminden sonra emek mücadelesinin kazanımları ve 1918 İspanyol gribi ile daha da beliren, bulaşıcı hastalıkların bireyin ve mikrobun salgındaki rolünden çok halk sağlığı sorunu olduğu anlayışının yerleşmesiyle, toplum sağlığı açısından bir devrim olmuştur. Covid 19 pandemisi ile bugün tarihten en çok ders alacağımız dönem 1918 grip pandemisi ve sonrasında meydana gelen değişimler olması gerekirken, günümüz kapitalizminin küresel oyununun toplum sağlığını dışladığı gerçekliği ile yüzleşmiş durumdayız. Bugünün soyluları bir yandan kır evlerinde karantina seçeneklerini yaratırken, öte yandan kendi imtiyazlarının sahiplenilmesi için üretici emekçi sınıfı sömürmeyi de bilmişlerdir. Salgınların nedenselliğinde yatan ekolojik tahribatı ve toplumsal yapıyı göz ardı edip, milyonlarca yılda oluşturdukları özerk yaşam alanlarını tahrip ederek davet ettiğimiz mikropları suçlamak ve sonra da bilimin modern kurşunları ve kalkanları ile teyakkuza geçmek egemen anlayışın sömürü düzeninin devam ısrarıdır. Kapitalist Modernite’nin bize sunduğu seçenekler, Andrew Nikiforuk’un 4. atlısının nal seslerini işitmeye devam edeceğimiz, hatta şahlanışının zamanlarını daha sık göreceğimizi düşündürmektedir.

    Kaynaklar 

    1- Görünmez Güçler / Bernard DİXON

    2- Kan Revan İçinde / Roy PORTER

    3- Mahşerin Dördüncü Atlısı / ANDREW NIKIFORUK

    4- Dünyamızı Değiştiren On iki Hastalık / Irwın W. Sherman

    5- https://www.who.int/hiv/data/en/  erişim 20.06.2020

    6-Tüfek Mikrop ve Çelik / Jared DİAMOND

    Cordoba Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılan Barok tarzında bir yapı meydana bakıyor.

    Endülüs İspanya

    Cordoba Endülüs İspanya

    18. Yüzyılda inşa edilen bu yapı Akut Hastalıklar Hastanesi olarak kullanılmış uzun yıllar. Rehberimizin açıklamalarına göre, 1704 yılında Cordoba korkunç bir veba salgını etkisinde kalmış. Öyle ki bu salgında Kardinal Salazar bile ölmüş. Sağlık tesislerinin eksikliğini gidermek için ilk kurulan hastane bu binada hizmete girmiş.


    Abulcasis (Abul Qasim ibn Khalaf al-Abbas al-Zahrawi (MS 936 - 1013) 1000 yıllarında İspanya'da hasta bir kişiye bakıyor. Louis Figuier'in “La Ciencia y sus Hombres” kitabına göre. Barselona 1881

    Al-Zahrawi'nin başlıca eseri , tıbbi uygulamalara ilişkin otuz ciltlik bir ansiklopedi olan Kitab al-Tasrif'tir . [5] Bu eserin cerrahi bölümü daha sonra Latinceye çevrilerek popülerlik kazandı ve sonraki beş yüz yıl boyunca Avrupa'da standart ders kitabı haline geldi. [6] Al-Zahrawi'nin cerrahi prosedürler ve aletler alanına öncü katkıları, bazı keşiflerinin bugüne kadar tıpta hala uygulandığı modern dönemde Doğu ve Batı'da büyük bir etki yarattı.

    💢💢

    Tuleytula 711 yılında Tarık b. Ziyad tarafından fethedilmiştir. X. yüzyılda Tuleytula bölgesi müstakil bir Müslüman devlet hüviyetine bürünmüş, iktisadi kalkınma sağlanmıştır. Böylece şehir kültürel olarak gelişme kaydetmiş ve bayındırlık yönünden mamur hâle gelmiştir. Kurtuba merkezli hilafet yönetimi zayıflayınca İspanyolların bölgeye müdahalesi gecikmedi.Leon ve Castilla Kralı VI. Alfonso fırsattan istifade ederek 1085'te Tuleytula’yı ele geçirerek Müslüman hâkimiyetine son verdi. Siyasi ve toplumsal açıdan Kastilya'nın en önemli merkezi hâline gelen Toledo, XIII. yüzyılda, X. Alfonso döneminde kurulan tercüme kurumuyla Endülüs'teki kültürel ve bilimsel eserleri kendi dillerine çevirdi. Böylece İslami dönemde ortaya çıkan bilimsel çalışmalarla bu çalışmaların bir kısmına bazı noktalarda kaynaklık eden Yunan felsefesinin Avrupa ilim âlemine tanıtılmasına katkıda bulunulmuştur. Kral II. Felipe 1560'ta Madrid'i başkent yaptıktan sonra Toledo'nun önemi azalmıştır. 

    Toledo sokakları.

    Günümüzde Toledo yüksek surları, tarihi yapıları korunmuş temiz, düzenli ve şirin 80 bin nüfuslu bir şehir. Müslüman medeniyetinden şehirde kalan bir mescit duvarı dışında şehirde hiçbir iz yok. Tamamı yok edilmiş. Zaten İspanyol Katolikleri tüm Endülüs'te bir elin parmakları kadar yapının dışında tüm camileri, minareleri, medreseleri ve de bütün nüfusu yok etmiş, âdeta tarihten silmişler. 

    ❗️İslam hakimiyetinde Kurtuba’da 200.000 ev, 600 cami ve medrese, 800 hamam, 50 hastane ve çeşitli sanayi tesisleri vardı. Bu şehir öyle bir kültür merkeziydi ki Sultan II. Hakem’in (961-976) yaptırdığı kütüphanede 400.000’e yakın kitap bulunduğu rivayet edilir. Kurtuba, tarih boyu çeşitli ilim dallarında ve özellikle edebiyatta temayüz etmiş pek çok ünlü kişi yetiştirmiştir. Romalılar döneminde ünlü Hatip Seneca ile oğlu Filozof Seneca, İslami dönemde, aşk üzerine yazdığı Tavku’l-hamâme adlı eseriyle tanınan ve aynı zamanda Batı Avrupa’daki ilk ciddi karşılaştırmalı dinler tarihi kitabının yazarı İbn Hazm ilk akla gelenlerdir. 12. yüzyılda yazılan Hay b. Yakzân’ın müellifi İbn Tufeyl de bu şehirdendir. Spinoza’ya ilham veren Yahudi filozof-tabib İbn Meymûn, Mâlikî fakihi İbn Rüşd, tarihçi, fıkıh ve hadis âlimi İbn Beşküvâl, hadisçi Ahmed b. Ömer el-Kurtubî, hadisçi ve kıraat-nahiv âlimi İbn Sa‘dûn el-Kurtubî ile muhaddis-müfessir Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî yine bu şehrin meşhurlarındandır.

    Endülüs ve Kurtuba Camii 

    Endülüs ve Kurtuba Camii

    ⚠️Tarihçi Reinhart Dozy, İspanya Müslümanları Tarihi’nde bu hadise için özetle “Arapların İspanya fethi bir iyilik oldu. Çünkü bu fetih önemli bir sosyal devrim meydana getirdi; ülkeyi yüzyıllardır inim inim inleten dertlerin büyük bir kısmı ortadan kaldırıldı.” der.

    İspanyol yazar Blasco Ibanez ise “…Bu yabancılarla birlikte Doğu’dan ipek, pamuk, kahve, limon, portakal ve nar geliyordu. Yanı sıra halılar, dokumalar, tüller, telkâri kakmalı metaller ve barut… Yine onlarla birlikte ondalık sistem, cebir, simya, kimya, tıp, kozmoloji ve kafiyeli şiir… Unutulmak üzere olan Grek filozofları, Arapların fetihleri sayesinde selamete erdiler; Aristo Kurtuba’nın meşhur üniversitesinde saltanat sürüyordu…” (1) demektedir.

    800’lü yıllarda Kurtuba yavaş yavaş oturmuş, her sahada da gelişim göstermişti. Her işi sanat, her sanatı da iş haline getirmiş olan Müslümanlar, bu şehri adeta harikalar diyarına çevirmiş, İslam’ın ruhunu estetik biçimde hal, tavır, söz ve eşyalara yansıtmışlardı. “Böylece Kurtuba’da Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve Irak kökenli tanınmış kişilerden oluşan güzide bir topluluk ortaya çıkmıştı. Kurtuba milletlerarası bir başşehir haline gelmişti.” (2)


    Vnlgjj

    Yorumlar

    Bu blogdaki popüler yayınlar

    Yunan miteolojisi de Truva Savas&Kades Savasi

    Amazonlar; Atlı-Savaşçı Kadınlar

    7 BELDEYE 7 MUSHAF=Farkli lehçe’den kaynaklanır.