Dünyanın Omurgasını Keşfeden Amerikalı Jeolog: Marie Tharp
marie tharp'ın babası haritacı, annesi ise dil öğretmeniydi. tharp, 1943 yılında ohio üniversitesi'nden ingilizce, müzik ve dört yan daldaki çalışmalarını tamamlayarak mezun oldu. daha sonra michigan üniversitesi'nde jeoloji master'ı yaptı. ayrıca daha ileride de standard oil company için jeolog olarak çalışırken bir yandan da tulsa üniversitesi'nin matematik bölümünü bitirdi.
1948 yılında new york'a gitti ve orada bir üniversite jeoloji laboratuvarında çizimci olarak işe başladı. burada ileride kariyerinin en önemli işlerinden birini beraberce yapacağı bruce heezenile tanıştı. heezen ile birlikte havadan çekilmiş fotoğraflardan yararlanarak 2. dünya savaşı'nda denize düşmüş olan uçakları tespit etme çalışmaları yürüttüler. daha sonra ise beraberce okyanus tabanının topografik haritasını çıkarma çalışmasına başladılar. bu çalışmalarının ilk 18 yılında heezen gözlemevinin araştırma gemisi vema'da yaptığı yolculuklarla veri topladı, tharp ise bu verileri işleyerek çizim yaptı, ancak o dönemde kadınların gözlem gemilerinde görev yapmasına izin verilmediğinden kendisi gemi yolculuklarına katılamadı. ancak 1965 yılında böyle bir yolculuğa iştirak edebildi. bu aradaki çalışmalarında başka bir geminin topladığı verilerden ve denizaltı depremlerinde yapılmış kayıtlardan da yararlandı. heezen ile yaptıkları çalışmalar okyanus tabanının tamamını haritalama konusundaki ilk sistematik çalışma idi.
1957 yılında heezen ile birlikte ilk kuzey atlantik okyanus tabanı haritasını yayınladılar. "dünyanın omurgası" da denen "atlantik ortası sırtı"(*) da bu haritayla birlikte açığa çıktı. daha sonra da avusturyalı arazi ressamı heinrich berann ile işbirliği yaparak 1977 yılında tam okyanus tabanı haritasını yayınladılar.
marie hanım 1983 yılına kadar yukarıda andığımız laboratuvarın bağlı olduğu columbia üniversitesi bünyesinde görev yapmaya devam etti. daha sonra emekli oldu ve emekliliğinde bir süre bir harita dağıtım işi yürüttü. 2006 yılında kanserden hayatını kaybetti.
(*) atlantik ortası sırtı: atlas okyanusu'nun ortasında, tüm taban boyunca uzanan, büyük bölümü sular altında bulunan sıradağ kümesi ve okyanus ortası sırtıdır. izlanda, bu sırtın su yüzüne çıkmış bölümünden oluşur.
https://eksiseyler.com/amp/dunyanin-omurgasini-kesfeden-amerikali-jeolog-marie-tharp
❌❌❌❌❌❌❌❌
Kayıp Şehir Atlantis Hakkında Az Bilinen 5 Gerçek
Atlantis Şehri
Kayıp şehir Atlantis’i bilmeyenimiz yoktur. Fakat yine de bu efsanenin detaylarını sizlerle paylaşalım. Aslına bakarsanız Atlantis, geçmiş çağlarda sular altında kalan ve beraberinde koskoca bir medeniyeti de derinliklere götüren efsaneleşmiş bir ada. Peki sizce Atlantis diye bir yer gerçekte var mıdır? Gizemlerle dolu adaya gitmek mümkün müdür? Maalesef elimizde bulunan tüm kanıtlar Atlantis şehrinin aslında var olmadığını bizlere açıkça gösteriyor. Nitekim ünlü Yunan filozof Platon’un da kitabında belirttiği gibi “Tek bir gecede denizin derinliklerinde kaybolan” hayali adadan başka bir şey değildir.
Atlantis Şehri Nerede?
Bizler her ne kadar Atlantis şehrinin olmadığını kabullensek de aklımızda bazı soru işaretleri beliriyor. Efsanelerde adı geçen Atlantis şehri nerededir? Pek çok bilinmez gibi bu hayali şehrin de yeri tam olarak bilinmemektedir. Colombus’tan bu yana yapılan araştırmalar sayısız cevaba bizleri sürükledi. 20. yüzyılda yapılan araştırmalar Atlantis’in M.Ö. 1600’lü yıllarda gerçekleşen Santorini kıyıları açıklarındaki volkanik patlama ile yok olduğunu öne sürdü. 1950 yılına geldiğimizde ise Marie Tharp ve Bruce Heezen tarafından Atlantik Okyanusu tabanının ilk kez detaylı bir haritasını oluşturmak için çalışmalar başladı. Fakat ortaya çıkan bu haritanın hiçbir yerinde herhangi bir kayıp ada görmek mümkün değildi.
Teknolojinin de gelişmesi ile birlikte gerçekleşen araştırmalar sonucu yıllar geçmesine rağmen Atlantis şehrine dair herhangi bir ize rastlanmadı. Hatta tektonik levha düzeni bizlere Atlantis şehrinin var olmasının imkansız olduğunu da ortaya koydu. Tektonik hareketlilik sonucu ülkeler kaydıkça, deniz tabanı da bu süreçte daha geniş alana yayılma fırsatı elde etmiştir. Yani kayıp şehir olarak nitelendirdiğimiz Atlantis’in batması için herhangi bir bağlantı kalmamıştır.
Kayıp Şehir Atlantis Efsanesi
Gelin size kayıp şehir Atlantis efsanesinden bahsedelim. Atlantis adı Platon’un ünlü diyaloglarından ikisi Timaeus ve Critias’ta yer almaktadır. Söz konusu diyaloglar ise mükemmel bir toplumun nasıl olması gerektiği ve bu toplumun ortaya çıkaracağı dönüşüm ile ilgilidir. Kitapta Sokrates, çevresindekilere mükemmel bir toplum yaratmanın gerçekleşip, gerçekleşmeyeceğini düşünmelerini söyler. Kendisi ise Atinalıların mükemmel toplum olarak nitelendirdiği tabire yaklaştığını dile getirir. Platon’a göre Atlantis, Herkül Sütunları’nın ötesinde yer alan, Batı Avrupa ve Afrika’nın birçok kısmını fetheden ve Solon’un zamanından 9.000 yıl önce Atina’yı fethetmeye çalışan, bir uygarlıktır. M.Ö. 9500 yılında her ne kadar Atina’yı fethedecek güce sahip olan bu medeniyet başarılı olamaz.
Bir gecede okyanusa batan bir bu uygarlık Atlantis’in ta kendisidir. Atlantis’in nerede olduğu, gerçekten var olup olmadığı ve gizemleri günümüzde dahi pek çok bilim insanının, yazarın ve düşünürün araştırma konusu olmuştur. Platon’un anlattığı hikâyede ise Atlantis birbiri içine geçmiş birkaç adadan meydana gelmiştir. Su kanalıyla çevrili bir alanda bulunan ada, iç içe geçmiş dokuz su ve dokuz kara çemberiyle çevrilmiştir. Atlantis hükümdarı, Yunan mitolojisinde de sık sık adı geçen ve deniz tanrısı olarak bildiğimiz Poseidon yani Neptün’dür. Neptün’ün Atlantis’te eşi Cleito ve beş ikiz olmak üzere toplam on oğlu ile birlikte yaşadığı düşünülmektedir.
Bu on erkek çocuktan biri olan Atlas’ın ortadaki adanın kralı olduğu da söylentiler arasında yer almaktadır. Poseidon’un diğer dokuz oğlu ise çember şeklindeki dokuz adanın hükümdarları olmuşlardır. Peki Atlantis’te şehir hayatı nasıldı? Kayıp şehir Atlantis’te evler belirli bir düzene sahip ve uyum içinde dizayn edilmişti. Tüm evlerin çatıları kırmızı bakırdan yapılmıştı. Böylece güneş vurduğunda pırıl pırıl parlamaya başlıyordu. Nitekim ortada yer alan ada yani Atlantis kusursuz bir şekilde inşa edilmiştir.
Kayıp Şehir Atlantis Hakkında Az Bilinen 5 Gerçek
Kayıp şehir Atlantis hakkında az bilinen 5 gerçek listemizi inceleyelim.
- Atlas Okyanusu’nda sıklıkla gerçekleşen volkanik hareketler 1900’lü yıllarda dikkatleri bu bölgeye çekti. Özellikle Paul ve Pauline Vayntsveyga Zalittski adında Kanadalı çiftin araştırmaları oldukça çarpıcıydı. O yıllarda okyanus dibinde gerçekleşen araştırmalar sonucu “Bermuda Şeytan Üçgeni” olarak adlandırılan bölgede batık bir şehir bulundu. Küba kıyılarına sadece 700 metre uzaklıkta yer alan bu batık şehirde yollar, tüneller ve piramitler dahi yer alıyordu. Bu sebeple kayıp şehir Atlantis hakkında az bilinen 5 gerçekten en dikkat çeken; hatta tüylerimizi ürperten maddelerden biridir.
- Mısır’ın önemli hükümdarlarından biri olan III.Ramses de kayıp şehir Atlantis’ten bahsetmiştir. Hatta yazdığı yazılarında Atlantislerin büyük su dairesi üzerindeki kara parçasından ve adalardan, dünyanın ucundan; dokuzuncu kuşaktan geldiklerini anlatmıştır. Nitekim dokuzuncu kuşak olarak nitelendirdiği bölge Antik Mısır, Yunan ve Roma arasında yer alan bir coğrafi konuma denk gelmektedir.
- Kayıp şehir Atlantis hakkında az bilinen 5 gerçekten bir diğeri ise Atlantislilerin atası. Atlantisliler’in soyunun Aryan ırkına dönüştüğü yer alan iddialar arasındadır. Aryan ırkı size tarihten tanıdık gelmiş olabilir. Hitler başta olmak üzere tüm dünyayı etkisi altına alan saf ırk yani aryan ırkının çıkış noktası Atlantisliler’e kadar uzanmaktadır.
- Efsane bu ya kayıp şehre ait pek çok sıradışı bilgi ile karşılaşıyoruz. Bunlardan biri ise Moritanya’da gerçekleşen gizemli doğal yapı olarak bilinen “Sahra’nın Gözü” nün Atlantis’e açılan bir kapı olduğunun düşünülmesidir.
- Kayıp şehir Atlantis hakkında az bilinen 5 gerçek listemizin son maddesi ise oldukça etkileyici. Platon’un diyaloglarında yer alan hikayelerde çoğunlukla Atlantis şehri, politik bir teori olarak bahsedilmiştir. Yani Kendi politik teorilerini halka anlatmak için yarattığı bir efsane olarak görülmektedir. Hatta bazı akademisyenler bu öngörüyü daha da ileriye götürmüştür. Yani Platon’un anlatmış olduğu bu hikayeyi Truva Savaşı’ndaki bazı ögelerden yararlanarak oluşturduğunu da savunmaktadırlar.
Tarih öncesi çağlardan Homeros dönemine kadar eski yunanlilar
Για την Ελληνική έκδοση του κειμένου πατήστε εδώ
Tarih Öncesi Yunanlılar
Yunan mitolojisi başta daha yazı bulunmadan sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarıldı. Siyasal ve toplumsal fermantasyonlar yansıttı. Ruhaniliğini ve Yunan ırkının ahlakını biçimlendirdi. Yeni araştırmalar ve kazılar gösteriyor ki mitolojiler yani Herkül ve Theseus’un yiğitlikleri, Argonot Askeri Harekâtı, Truva Savaşı ve Odisseus’un maceraları gibi olayların mitolojilerden ve yeni yapılan kazılardan da anlaşıldığı üzere gerçek olaylarla büyük bir bağlantısı var. Şöyle tamamlıyoruz, sonuç olarak Yunanlılar Avrupa’nın yerlileri ve ilk sakinleriydi.
M.Ö. 3000-7000 yılları olan Cilalı Taş dönemi süresince daimi beldenin sakinlerinin tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları belirlenmiştir. Bakır çağında, 3000 yılları başında, M.Ö. 1100’lerde, Yunan anakarasında kültürel gelişme pek birleşik değildi.
Bu dönemde, gelişmiş uygarlıklardan biri kuzey-doğu Egesiydi. Buranın merkezi adaları, Limni, Midilli, Tasoz ve Semendirek adalarıydı. Trakya’da ve Doğu Makedonya’da beldeleri vardı. Bu uygarlığın kuzeybatı Anadolu’da olan Truva uygarlığı ile benzerlikleri vardı. Tarım ve hayvancılık yönünden artan üretim yedek bir ticaretin temellerini oluşturdu.
Limni Adası Asya’dan kolay bir şekilde gümüş, bakır taşınması için önemli bir taşıma istasyonu oldu. Limni adasının Poliohnisin’de kanıtlar bulundu, bu kanıtlar kentsel planlama, savunma duvarı, kanalizasyon ve topluluk kurma yerleriydi, yani düzenli bir şehri niteleyen her şey bulunuyordu.
Bu dönemdeki uygarlıklardan bir diğeri de Kilkad Uygarlığıydı. M. Ö. 3000 yıllarında Kilkad adalarında oluştu. Adaların aralarındaki küçük mesafeler ve coğrafi yapıları, Ege’nin merkezi ile kıyıları arasında olan haberleşmeyi ve iletişimi kolaylaştırıyordu. Ekonomileri tarıma, hayvancılığa, balıkçılığa ve özellikle de ticarete ve el sanatları olan küçük sanayiye dayanıyordu.
Kilkadlıların uğraşmaları sonucu zengin maden yataklarını metal işlemeye, mermerden kap yapımına ve araçlar opsiyonuna dönüştürdüler. Açık denizlerde gezebilen gemiler yaptılar. Güçlü transit taşıma ticareti vardı. Sadece küçük sanayi ürün değiş tokuşları yapmayıp ayrıca diğer bölgelerden mal da alıyorlardı. Geçinmek için korsanlık yaptıkları da görülmüştür. Mermer ve seramik, çömlekçilik, mermer heykelcikler, mimarisi ve metal işlemesi gösteriyor ki kalkınmış bir toplum örgütüydüler ve günlük yaşamları kaliteliydi.
M. Ö. 2000 yılları başında, Kilkad Uygarlığı’nın özgünlüğü kültürel unsurların girişinden, Yunanistan kıtasından ve Girit’ten etkileniyor. Kilkadlıların Ege’de liderlikleri Minos gücünün yükselmesinden kaynaklanıyordu. Kilkadlılar denizcilik bilgilerinden dolayı bağımsızlıklarını koruyabildiler.
Daha sonra kademeli olarak Ege’nin durumu değişiyor. Muhtemelen M. Ö. 1500 yıllarında Santorini yanardağının patlaması bu durumu etkiliyor. Dolayısıyla M. Ö. 10-14. yüzyıllarda Mikenliler hakimiyet kuruyorlar. Bakır çağı döneminde, Girit’te gelişen uygarlığın adı Minos’tu, adı efsanevi kral olan Minos’tan geliyordu. Aşağı yukarı cilalı taş dönemi yıllarında, uygarlık Girit’te gelişmişti. Bu duruma katkıda bulunan faktörler şunlardı; toprakların biçimi, büyük dağlar arasında ki küçük verimli ovalar, sıcak iklim ve aşağı yukarı üç kıta arasında olan doğu Akdeniz’in merkezi coğrafi konumuydu.
Erken bakır çağı döneminde ki beldelerde, ortadoğu sahilleri ve Mısır’la aralarında olan kırsal organizasyon verileri ve ticari ilişkilerinde gelişmeler görüldü. Ege’nin adalarıyla toplumsal gruplar iş bölümünden ayırt ediliyorlardı. Ürünler yapan tecrübeli ustalar vardı. Bu ustalar; seramik, taş, dokuma, tekstil ve metal ustalarıydılar. Aşağı yukarı M. Ö. 1900’lerde Knoso’da, Festo’da, Malia’da ve Zakro’da saraylar inşa ettiler. Durum şunu belirtiyor ki oranın sakinleri çok fazla toprak sahibiydi ve bu nedenle depolama alanları fazlaydı.
Bu dönemin önemli eseri yazı yazma başarısıydı. Yavaş yavaş ilerleyen hiyeroglif (Şemalar ve resimlerden oluşan yazı tipi) yazımıydı. Birinci çizgisel yazı olarak bilinen sembolik çizgi yazılarıydı. Girit yavaş yavaş Ege’ye hakim oldu. Saraylarda sağlamlık olmaması barışçıl bir galibiyet kazanılmasını sağladı.
Saraylar M. Ö. 1700 yıllarında tahrip edildiler ve yerlerine yenileri dikildiler. Bu saraylar eskiye göre daha büyük ve lükstüler. Bu dönemde Minos toplumu sarayın etrafına yerleşti. Sarayların önemli olanı egemen olanıydı, oradan tüm yetkiler çıkıyordu. Yakın doğuda olduğu gibi otoriter bir egemenlik yoktu.
Yüksek rütbeli aristokratlar, çok sayıda insanlar ve ekonomik yönden saraya bağlı olan tarımcılar ve ustalar ile saray çevrelenmişti. Saray düzenlemesi ile paralel olarak bir de merkez vardı. Kamu çalışanları, tüccarlar ve küçük sanayiciler oldukça zengindiler ve daha küçük binalarda kalıyorlardı. Bu binalar şehirden bile daha düzenliydiler, saraylar gibi modern görünümlü ama onlardan farklıydılar.
Görülüyor ki bu toplumda kadınların yeri erkeklerle eş değerdeydi. Dinde lider rolündeydiler ve erkeklerle beraber avlanıyorlardı. Eşlik ettikleri diğer durumlar boğa sporları, din törenleri, boğa savaşlarında öncülüktü (Boğaları öldürmüyorlardı). Bakımlıydılar, vücutlarına özen gösteriyorlardı ve hatta günümüzde ki giyim gibi ustalıkla ve cesur bir şekilde giyiniyorlardı.
Giritliler bu dönemde Ege’ye doğru genişledikleri için görülüyor ki Kıbrıs’la, Suriye’yle ve Mısır’la sürekli bir ilişki içerisindeydiler. Sarayların ikinci tahribatında egemenlikleri sona erdi. Buna olasılıkla M. Ö. 1500’lü yıllarda Santorini yanardağının tekrar patlaması neden oldu. Merkez saraylardan sadece Knossos kurtulmayı başardı. Bu yıkımdan sonra uygarlığını 1 yüzyıl daha koruyabildi. Devamında Girit, aşağı yukarı M. Ö. 1100 yıllarında Miken egemenliğine geçiyor.
Giritlilerin “kadın tanrısı” adında bir kadınları vardı ve bereket tanrısı ile özdeşleşmişti. Kutsal hayvan boğaydı ve boğanın kutsal sembolleri boynuzlarıydı. Diğer kutsal sembol ise çift balta sembolüydü. Tapınaklar ve ilahlar için olan ibadethaneler normal yerler yerine dağın başında ve sarayın özel yerlerinde oluyordu.
Saraylar hacimleri yerine çok biçimlilikleriyle dikkat çekiyorlardı. Ana kısmı büyük bir avluydu, çevresinde karmaşık sistemden oluşan odalar, koridorlar ve yüzeyler bulunuyordu. Teraslar, depo alanları ve ışıklandırmalar estetik yönden olduğu kadar pratik ihtiyaçlar yönünden de destekleniyorlardı. Sarayda ki duvar resimleri doğa ve saray törenlerinde olan olaylardan etkilenmişti.
Minos sanatı hayal gücünden, incelikten, doğa sevgisinden, insan eylemlerini uyarlamalarından ve kalıntıları sevmemelerinden oluşuyordu. Minyatür sanat eserlerinin duvar resimleriyle kıyaslanabilir görünümleri vardı. Sanatçılar günlük sahnelerinde, hayatı ve törenleri, insanların ve hayvanların biçimini betimleyerek vermeye çalıştılar. Bu sahnelerlin renkliliği bize huzurlu ve mutlu bir hayatın olduğunu hissettiriyor. Minos sanatının amacı sarayın ihtiyaçlarını karşılamaktı, ama bu amaç doğu imparatorluklarında olduğu gibi sadece saraya özel değildi.
Bakır çağında Yunanistan anakarasında Yunan uygarlığı oluştu. Bu dönemin başında nüfus göçleri görülüyor. Yeni beldeler denize yakın ya da alçak yerlerde kuruldular. İşte ustalaşma, sanatta gelişme, alışverişte genişleme ve merkez teşkilatında yenilikler belirlendi. Ege’nin beldeleriyle iletişim saptandı. Bu dönemde eskiden kalma dillerini korudular, hatta günümüzde bile bu Yunan diline rastlıyoruz.
Bakır çağı dönemi ortalarında M. Ö. 2 binli yılların ilk yüzyıllarında kültürel devamlılık aniden duruyor ve kuruluşun yönteminde hiçbir önemli gelişme görülmüyor. Bu durum taşınmaları, Yunan ırkını tekrar yerleştirmeyi ve iç çatışmayı yansıtıyor.
Bu beldelerde bayındırlık planlaması ve hayatta kalmak için lazım olan tarım ürünlerinin yokluğu gözlemleniyor. Bu durum sonuç olarak değiş tokuş ticaretinin çok olmadığı anlamına geliyordu. Bu dönemin sonraki evresinde Girit’le ilişkileri olduğu saptandı.
MİKEN UYGARLIĞI
M. Ö. 1100-1600 yıllarında Bakır çağının diğer döneminde, 1. Büyük Yunan Uygarlığı biçimlendi ve gelişti. Uygarlığın adı Miken oldu çünkü önemli şehir Miken şehriydi. Bu uygarlık Ege uygarlığı ve özellikle Mikenliler ile etkileşimi kabul eden Yunan ırkından oluşuyordu. Ege’nin sınırları büyük bir refah dönemine geçti. Kıbrıs ile Doğu Akdeniz sahillerine yerleştiler ve daha sonra da Batı Akdeniz’e yerleştiler.
Önemli şehirleri şunlardı; Miken, Argoliadaki, Titintha ve Argos, Messinia’daki Pilos, Lakomia’daki Amikles, Orhomenos, Biotia’daki Glas ve Thiva, Atina, Attiki’d ki Elefsis ve Maraton, Theselya’daki İolkos’tu.
Genellikle saray yapılarına ve güçlü, sağlam yerlere yerleşiyorlardı. Seçmiş oldukları yerler onların geniş bölgelerini denetlemelerini kolaylaştırıyordu. Kaynaklarda Miken uygarlığı Homeros destanlarından geliyordu. Bunları arkeolojik kazılardan ve ikinci çizgisel yazının şifresinin çözülmesinden öğreniyoruz. Bu şifrenin çözülmesiyle hecelerden oluşan yazı, uygarlığın Yunan oluşunu ve Yunan dili ile uyumluluğunu gösteriyor. Okunan işaret levhaları özellikle muhasebe bilgilerinden, Homeros destanında olan insanların ve tanrıların isimlerinden oluşuyordu. Ancak devamı olan bir metin bulunamamıştı.
Uygarlığın gelişimi için önemli olan ekonomik ilişkiler ticarete dayanıyordu. M. Ö. 1500 yıllarında ve sonrasında ticari gelişmenin sonucu Mikenlilerin Ege’ye çıkması ve konakların yapılması oldu. Konaklar ticaret faaliyetlerinin merkezi ve tahkimat hisarlarıydılar. Vatandaşların çoğu tarım ve hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Tecrübeli ustalar. tüccarlar ve denizciler büyük gruplar oluşturdular.
Toplumsal hiyerarşide rahiplerin ve meslek olarak edinilmiş askerlerden oluşan ordunun önemli yeri vardı. Her sarayın hükümdarlarının siyasi, askeri, yargısal ve dinsel gücü vardı ve egemen olduğu zengin bölgeyi yönetiyordu. Sarayın boyunduruğu altında olanlar yerel liderler ve bölgesel komutanlardı, onları asiller takip ediyordu. Toplumsal piramidin tabanında hizmetçi olan köleler vardı, bu köleler hükümdarlara, yüksek rütbeli kişilere, rahiplere ve sıradan insanlara hizmet ediyorlardı.
M. Ö. 12. yüzyılın başında doğu ile olan hayati önem taşıyan ticari ilişkiler sınırlandırılıyor ve sonlandırılıyor. Bu durumda, devamlılık gösteren baskınları kabul eden Hitit krallığı, Kıbrıs, Akdeniz’in doğu sahilleri ve Mısır, sonuç olarak ekonomik yönden zayıflıyorlar. Ancak kanıtlanmıştır ki bu baskınlara Aheolular (Akhalılar) da katıldılar, muhtemelen onları davet etmiş olmalıydılar. Efsanevi Truva savaşında olduğu kadar ganimetlere baskın yapılmamıştı. Miken dünyasını istikrarlı bir şekilde dağıtmadan durmayı ertelemediler.
Mikenlilerin kültürel uyumu ortak dil özelliğine, dini inançlarına, tek düze kıyafetlerine ve sanatlarına dayanıyordu. Ustalar ve sanatçılar Minosluların aksine çoğunluk olarak saraya bağlıydılar, sarayın ideolojik ve estetik ihtiyaçlarına hizmet ediyorlardı. Saraylar yapıları bakımından sadeydi, ana konakları üç bölüme ayrılan dikdörtgen bir yapıdaydı. Bunlar, büyük avlusu olan bir açık alan, tahtın bulunduğu malikanede bir bekleme odası, avluyu ve konağı sağlı-sollu çevreleyen çok dairelerdi.
Miken mimarisinin önemli başarısı höyüklerdi (yığma tepe şeklindeki mezar). Kovan şeklinde tamamen bir oda inşaatından oluşturdular. Mikenlilerin tipik bir örneği Arteos’un hazineleriydi. Sarayları süsleyen duvar resimleri ve çanak çömlek resim temsilleri tecrübeli sanatçıların işlerini ortaya koyuyordu. Baştaki Minos etkileri sınırlandı ve bu durum doğal olaylardan özellikle savaşlardan ve avlanmadan dolayı oluştu. M. Ö. 12. yüzyılda doğa ve hayvansal temalar oluşturuldu, varlıklarını kaybettiler ve onlar sıradan süslemeler oldu.
HOMEROS DÖNEMİ (M.Ö.750-1100 YILLARI)
Miken merkezinin düşüşü, bir geçiş dönemi oluşturdu, 3 yüzyıl sürdü, özellikle Yunan halkının yer değiştirmesine neden oldu. Bu dönem şu koşulları oluşturdu; onlarda, yeniden yapılanma ve sonradan Yunan uygarlığı temellerini atan örgüt kurulması şeklindeydi. Bu dönemin en önemli bilgi kaynakları Homeros destanlarıydı, bu destanlarda Homeros dönemi olarak adlandırıldı.
İlk yer değiştirme Theselyalılar’da oldu, Thesprotia’dan ayrılarak Theselya’ya yerleştiler, Viotları güneye doğru Thiva’nın çevresine yerleşmeye zorladılar. En büyük göç akımı Dorların inişi veya dönüşü oldu. Muhtemelen Pindo’dan, Ftiotida’dan, Olimpos’un güney bölgelerinden ve Ossas’tan gelerek Dor bölgesine ilk olarak yerleşenlerdi. Devamında Etoluslarla müttefik oldular ve Argoliada’da, Messinia’da, Lakonia’da olan Mikenlilerin nüfuslarına göz kulak oldular.
Dorlar tarafından işgal edilen Mora Yarımadası, Herkül’ün dönüşü yani Herkül soyunun Mora yarımadasına, vatanına yerleşmesi efsanesiyle yorumlandı. Dönemimizde hakim olan bilimsel görüş Dorların oduncu ve hayvan bakıcıcısı olduklarını ve dağlık bölgelerde yaşadıklarını destekliyor. Muhtemelen muhalif Mikenlilerin yardımlarıyla, teşvikleriyle veya Mikenliler tarafından sınır dışı edilen topluluklar sayesinde, onları anlamaları için Miken düşüşünü kötüye kullandılar ve onları ovalara indirdiler. Dorların egemen olması ilk Yunan kolonizasyonu olarak bilinen Yunan nüfusunun yer değiştirmesine neden oldu.
Eoller, Thessalia’dan ayrılarak kuzeydoğu Egesi’nde olan Teredos’a (Bozcada), Lesvos’a (Midilli adası) ve Anadolu’nun karşı sahili olan Eolas’a yerleştiler. İyonlar (Driopesler, Molossuslar, Arkadesler, Fokeysler ve Magniteslerle birlikte), kuzeydoğu Mora yarımadasından ayrılarak Kilkadların köprüleriyle Samos’a (Sisam adası), Hio’ya (Sakız adası) ve Anadolu’nun kıyısı olan İyonya’ya yerleştiler.
Devamında Dorlar göç etti ve olasılıkla denizi ilk tanıyan Dorlar oldular. Lakonia ve Argolia’dan ayrılarak Milos adasına, Santorini adasına, Girit’e ve devamında Rodos adasına, Kos adasına ve Anadolu’nun güneybatı kıyılarına yerleştiler. Altı önemli şehir Dori’nin altı şehrinden oluşuyordu. Knidu’nun Triopio burnunda dini birlik merkezi olan Apollon tapınağı vardı. Tüm Yunan ırkları yeni yerlerinde devamlılık göstererek ve ülke içine doğru ilerleyerek yerleştiler. Bazı durumlarda kendi aralarında ve yerli nüfusla karıştılar.
Ekonomik gelişmenin en önemli kaynağı tarım üretimiydi. Kapalı, kırsal ekonomi biçiminde düzenlenmişti ve bunu evlerinde yapıyorlardı. Her ailenin üyeleriyle evlerinde onlarla birlikte olan insanlar vardı. Evin bireyleri verimli ürünler elde ettiler ve o ürünleri tükettiler. Nitelikli iş gücü eksikliği küçük endüstrinin gelişmiş olmamasına neden oluyordu. Malların olmaması evler arası değiş tokuş ticareti olmasından, hediye edilmesinden, savaştan ve korsancılık olmasından kaynaklanıyordu.
Mal değiş tokuşunun bir ölçütü, parası yoktu. Genellikle malın karşılığı bir öküz, hayvan derileri ve metaller oluyordu. Bazen ise bu değiş tokuşta mal karşılığı hizmetçi verme oluyordu. Dış ticarette özellikle metallerin ve hizmetçilerin tedarik edilmesi Finikeliler tarafından sağlanıyordu.
Ev, sosyal anayasa birimi gibi çalışıyordu. Ev bireyleriyle aralarında akraba bağlantısı olanlar, yeryüzünün sakinleri olup ekonomik güç sahipleri de oluyorlardı. Onlar en iyiler veya soylular diye adlandırılıyorlardı. Soylular ile doğrudan akrabalık bağı olan ev üyeleri ise çoğunluğu yani toplumsal grup çoğunluğunu oluşturuyordu.
Sanatçılar bir eve bağlı değillerdi ama bir geniş bölgenin evlerine ekonomik yönden bağlıydılar. İşleri marangozcular, çömlekçiler, bakırcılar v.b. meslekler gibi uzmanlık olarak öngörülüyordu. Hizmetçiler evin varlıklarıydılar ve özellikle savaşlardan ve korsanlıktan temin ediliyorlardı.
Dönemin toplumları kabile devletleri oluşturuyorlardı. Çünkü akraba bağları temeli ile birbirlerine örgütlüydüler. Sorunları çözme ihtiyacı kabile topluluklarını aşamalı olarak siyasi örgüt kurmaya yönlendirdi. Kabileler kalıcı olarak yerleştiklerinde, kabilelerin önderleri krallıklarının mirasçıları oldular. Kral savaş zamanında ordunun önderiydi ve barış döneminde de dini ve yargı gücü vardı.
Kralın yanında soylulardan olan bir konsey vardı. Bu konsey güçlü soyların başlarından oluşuyordu ve kademeli olarak kraliyet gücünü oluşturuyordu. Kral önemli bir karar alacağı zaman onların fikirlerini almak için bu topluluğu toplantı için çağırıyordu, özellikle de savaşçıları istiyordu.
Miken uygarlığının düşüşü, ikinci çizgisel yazının zor olmasından ve az kişi tarafından bilinmesinden terk edilme ve unutulma sonucunu yaşadı. M. Ö. 8. yüzyılın başlarında veya 9. yüzyılın sonlarında alfabe tekrar görülüyor. Bu dönemde Yunanlılar Fenike alfabesini benimsediler. Bu alfabenin heceleri yoktu ama seslerden oluşuyordu, bu sesleri ses bilgisi değeri şeklinde uyarladılar ve Fenike alfabesinde olmayan sesli harfleri alfabeye eklediler. Böylece Yunan alfabesi olan ilk gerçek alfabeyi oluşturdular.
Homeros döneminde ayrıca ilk tapınaklar oluşturuldu ve 12 Olimpus Tanrılarına karşı olan dini inançlarını sabitlediler. Aynı dönemde ilk Yunan şiir biçimi yani epik şiir oluştu. Miken döneminin kahramanlık şarkıları kuşaktan kuşağa aktarıldı. İki önemli konuyla kuruldular, bu konular Homeros destanları olan İlayda ve Odisseus destanlarıydı. Kurucuları Homeros olarak kabul edildi. İlyada’nın hikayesi, M. Ö. 8. yüzyıl ortalarında oldu, Odisseus’un ki ise M. Ö. 7. yüzyılın başında veya 8. Yüzyılın sonlarında oldu.
Homeros dönemindeki sanatlar geometrik olarak adlandırılıyordu, çünkü sanatları olan çanak çömlek ve eser süslemeleri geometrik şekillere hakimdi.
Yazar: Athanasios Patrinos – Eğitimci – Tariharaştırmacıs
KAYNAKÇA
Chadwick J., Miken Dünyası, (Çeviri, K. Petropoulos), Gutenberg, Atina 1997.
Milonas G., Zengin Mikenliler, A.E. Atina Yayınları, Atina 1983.
Treuil R., Darcque P., Pursat J.-Cl., Touchais G., Ege Kültürleri (Çeviri: Olga Polichronopoulou, Anna Philippa-Touchais), Kardamitsa, Atina 1996.
Bury J., Meiggs R., Büyük İskender’in Ölümüne Kadar Yunanistan Tarihi, (Çeviri grubu: R. Tataki, K.N. Petropoulos, A. Papadimitriou-Grammenou, K. Mpourazelis, Ang. Mathaiou), Kardamitsa, Atina 1978.
Andrews A., Antik Yunan Toplumu (Çeviri: And. Panagopoulos), MIET, Atina 1983.
Andrews A., Antik Yunanda Zulüm (Çeviri: M. Kasou), Kardamitsa, Atina 1982.
Vidal-Naquet P., Antik Yunanistan’da Toplum ve Ekonomi (Çeviri: Tasos Koukoulios), Daidalos, Atina 1998.
Boardman J., Antik Yunan Sanatı (Çeviri: And. Pappas), Ypodomi, Atina 1980./
Bonnard A., Antik Yunan Kültürü (Çeviri: D. Thoividopoulos), cilt 1-3, Themelio, Atina 1983-1985.
Glotz G., Yunan “Şehri” (Çeviri: Agni Sakellariou), MIET, Atina 1978.

TROYA VE İLKÇAĞ ŞEHİR DEVLETLERİNİN ÇÖKÜŞÜ
Deniz Kavimleri Göçü ve Tunç çağı Şehir Devletlerinin Yıkılışı
Troya (Truva) Ne zaman nasıl yıkıldı
Troya’nın (Truva) Önemi
Şehir devletleri ve aralarındaki ticari bağlar
Kuraklık, Depremler ve doğa olayları sonucu terk edilen ve yıkılan şehir devletleri
İklim değişikliği
Çoklu Etkiler
İlyada da anlatılan Troya Savaşı Gerçekmi kurgumu?
Homerosun Kehaneti
Hititler, Suriye şehir devletleri, Asuriler ve Babiller de çöktü. Sadece Mısır ayakta kaldı. Denizci kavimlerin göç ve istila dönemini atlatsa da onların sonunu yüzyıllar sonra, o döneme kadar tarihin gördüğü en düzenli ordulara sahip olan bir imparatorluk, Roma’lılar getirecekti.
Yeni Mısır Krallığı döneminde (MÖ 1570-1069) Sfenks Mısırlılar tarafından Horemakhet (Ufuktaki Horus) olarak biliniyordu ve heykelin etrafında onu tanrı Horus ile ilişkilendiren bir kült büyüdü. Eski Mısır’da bir ‘kült’, günümüzdeki bir dini hareketin mezhebi çizgisinde anlaşılmalıdır; Modern bir okuyucunun bu terimi anladığı gibi bir kült değil. Bu, Horus’a gök tanrısı rolünde saygı gösteren bir güneş kültüydü. II. Amenhotep (MÖ 1425-1400) bu kültü koruyarak Sfenks’i bir tapınakla onurlandırdı.
Sfenks’in piramitlerden sonra yapıldığına dair daha fazla kanıt, heykelin sol pençesindeki MS 166 tarihli bir yazıttan geliyor. Yazıt, o dönemde heykeli çevreleyen duvarların Romalılar tarafından bir restorasyon projesini içeriyor. Yazıt ilk olarak 1817’de Caviglia (1770-1845) tarafından Giza’daki kazılarında keşfedildi ve İngiliz bilgin ve Champollion’un ara sıra rakibi Thomas Young (1773-1829) tarafından Quarterly Review, Cilt’te tercüme edildi ve yayınlandı

Tüm Mısır piramitleri, Mısır mitolojisinde ölüler alemi ile ilişkilendirilen Nil Nehri'nin batı kıyısına inşa edilmiştir.
Soylu insanlar değerli eşyaları ve mücevherleri öbür dünyada kullanacaklarına inandıkları için eşyalarıyla birlikte gömülürlerdi.

Eski Mısırlı bir bilge, mühendis ve doktor olan Imhotep bilinen ilk piramit mimarıdır. Djoser Piramidi'nin sahibi olarak kabul edilir.
Keops Piramitleri, Orion takımyıldızı ile tam olarak hizalanmıştır ve bunun bir tesadüf olduğuna inanmak zordur çünkü Orion yıldızları, Eski Mısırlılar tarafından yeniden doğuş ve öbür dünya tanrısı Osiris ile ilişkilendirildi.

- Büyük Giza Sfenksi Bir aslan gövdesi ve bir insan kaf ile bir yaratığın muazzam taş heykel. Antik dünyadaki en büyük anıtsal heykel, uzun bir kireçtaşı 240 ayak (73 metre) uzunluğunda ve 66 ayak (20 metre) yüksekliğindeki tek bir sırttan oyulmuştur.
- Sfenks, Kahire kenti yakınlarındaki Nil Nehri'nin batı yakasında, Firavun Khafre piramidinin (Chephren olarak da bilinir) piramitinin güneyinde, sığ bir çöküntü içindedir.
Aslan gövdeli ve kadın başlı olarak tasvir edilen Sfenks, hem Mısır hem Yunan mitolojisinde önemli bir yere sahip.
Sfenks kelimesi “sıkmak, büzmek, (ağzını) kapatmak” anlamına gelen Yunanca “Sphingen” fiilinden türetilmiş. Yunan mitolojisinde Orthus’un kızı olan bir kadın olarak tasvir edilen Sfenks’in adının anlamı ile gerçek bir bağlantısı ise bulunmuyor.

Sfenks’in patilerinin arasında bir tapınak ve bir dikilitaş bulunmaktaydı.
Tapınakta, Güneş Tanrısı’nı öven yazıtlar yer alıyordu. Dikilitaşta ise Sfenks’i kumdan kurtarmakla ilgili konuştuğunu ve Mısır’ın kralı olacağına dair bir rüya gören 4. Thutmose’nin hikâyesi yazılıydı.
Mark Lehner tarafından yürütülen bir araştırmayagöre, Sfenks’in inşası 100 işçiyle yaklaşık 3 yılda tamamlanmıştı.
18. yüzyıla ait eskizlerde Sfenks’in burnunun kayıp olduğu görülebiliyor. Tarihin derinliklerine indiğimizde, kutsal yazıların Sufi Müslüman lider olan Muhammed Sa’im Al Dahr’ı Sfenks’in yüzüne verilen zararın nedeni olarak gördüğünü görebiliyoruz. Hükümdarın putperestlik yapan bir mezhebi görünce öfkeden burnu parçaladığı düşünülüyor.
X





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️