“ İnsan nefsi bir evdir. Ona eğer tanrı yerleşmezse şeytan yerleşir.” “Bir insan, kendisini kendi zihninde görebildiği an yeniden doğuşa hazır demektir” “Ancak her akıl gerçeği kavrayamaz. Gücünüz bilim, silahınız inanç, kalkanınız susmak olsun. Bulalım, bilelim, susalım. Büyük sırrı içimizde saklayalım. Ama eylemlerimizle açıklayalım. ( Hermes - “Hermesü’l Hermâise - Âlimlerin Âlimi” ) Ezoterik ( içrek ), batın inançlar: Batıni inanç ve yorumlar insanlık evrenine bir gecede inmemiştir. Batınilik denince bu olgunun tarihin derinliklerindeki köklerini, beslendiği kaynaklara da bir göz atmak gerekir. Genel kabul Batıniliğin beslendiği kaynakların en önemlileri Mu Uygarlığı, Naacal Öğretisi, Mısır Hermetizmi ve Harran Okulu olarak gösterilir. Bu her iki kaynağı makalenin ölçüleri içerisinde ayrı bölümler halinde incelemeye çalışacağım. Ortodoks İslam’a göre kabul gören genel yorumla Kuran’da Batın ve Zahir Allah’ın 99 sıfatı içerisinde sayılmış, birlikte söylenir ve aşağıdaki gibi yorumlanır. Batini yorumcular ise Allah’ın bu simgesel sıfatlarını 1001 olarak yorumlar. EL-BÂTIN (gizli, karın ): gözle algılanmayan, zaman ve mekana nispet edilmeyen, yaratıklara her türlü nimeti veren. “Gözlere O’nu görecek güç verilmemiştir.” Denir. EZ-ZAHİR (aşikâr, açıkta, gündüz, aydınlıkta): Her şeye galip her şeyin üstünde olan, işleriyle aşikâr, delilleriyle zâhir, kudretiyle her şeye hâkim olan. “ Allah görünen ve görünmeyen âlemlerin yaratıcısıdır.” Hermes kimdir? Hermes, Eski Mısır’ın çok ünlü bir varsayımsal bilgini ve düşünürüdür. Tarihte Hermes olarak anılan kişi aslında Eski Mısır’ın varsayımsal bir kişisi, bilgini ve düşünürüdür. Etimolojik kökeni konusunda çeşitli görüşler olmakla beraber Hermes sözcüğünün aslının Süryanice olduğu ve “âlim, bilgin” anlamına geldiği söylenmektedir. Süryanice “Hermesü’l Hermâise” tamlaması “Âlimlerin Âlimi” anlamına gelir. Yunanlılar ona Hermes ya da Ermes, Romalılar ise Merkür derler. Başlangıçta rüzgâr tanrısı sayılmış, sonradan hırsızlarla tüccarların tanrısı olmuştur. İkinci kat gökte bulunan bir delikanlı (ay) ve Zeus ile Atlas’ın kızı Maia’nın oğludur. Ayaklarında kanatlar bulunan ve elinde yılanlı bir sopa tutan, miğferli güzel bir delikanlı olarak temsil edilmiştir. Bazı kaynaklara göre, Eski Mısır inançlarında “Thot” olarak anılan kişidir. Bazı kaynaklarda, Tevrat’ta adı “Hanok” olarak geçen ve Hz. Nuh’tan önceki üçüncü kuşak olan “Enoş” ile bir tutulur. Bazı kaynaklara göre ise, Hermes’in Hanok ile özdeşleştirilmesi yanlıştır çünkü Nuh’tan çok sonra yaşamış olması gerekir. Bazı kaynaklarda da iki ayrı Hermes’ten söz edilmektedir. Bunlardan biri önceki kaynaklardaki Hermes ile özdeşleştirilirken, ikincisinin M.Ö. 1100 yılı dolaylarında yaşamış olduğu söylenir. İkincisi Antik Yunan’da “Ermis Trigmegiste”, Antik Roma’da ise “Mercure Trigmegistus” (Üç Kez Bilgin) olarak anılmıştır. HERMETİZMİN BİLİNEN TARİHİ Günümüzden 16.000 yıl öncesine kadar geriletilen ilk Mısır’lıların Nil vadisine çıkışları ile birlikte Osiris dininin uygulandığı yeni bir uygarlığın temelleri atılmıştır. Osiris’in müritlerinden olan Hermes 42 ayrı kitapta topladığı dinsel, yönetimsel, astronomik, astrolojik, coğrafi, geometrik ve matematik bilgileri içeren kitapları ışığında Nil vadisine yerleşen Beyaz Afrikalıların ileri Mısır uygarlığının oluşumuna öncülük etmiştir. Hermes Eski Mısır tarihinde, Antik Yunan Mitolojisinde, Musevilik ve İslamiyet dinlerinde kendini gösterir. Bazı kaynaklara göre yaklaşık M.Ö 3000 yıllarında Eski Mısır inançlarında “Thoth” olarak yer alan kişidir. Eski Mısır’ın Heliopolis, Hermopolis, Memfis ve Teb gibi önemli kentlerinden Hermopolis’in bilgelik tanrısı Thoth olmuştur. Antik Mısır mitolojisinde Thoth, tanrı Osiris’in katibi olarak bilinir. Osiris, ölümlerden ve insanlığın geleceğinden sorumlu Nil Deltası’nın tanrısıdır. Thoth yazının ve yazıya dayalı bütün bilim ve sanatların mucidi olarak kabul edilir. Bu bilim ve sanatlar büyücülük, tıp, astroloji ve kehanet gibi mabetlerde icra edilen bilim ve sanatlardır. Tanrı Thoth, zamanla ilahlık basamaklarında yavaş, yavaş ilerlemiş ve mitolojiye göre dünya onun sesinden yaratılmıştır. Çünkü Thoth ses ve sözün etkileme gücüne sahipti. Mısır Mitolojisi, onun sesinin kendi kendine yoğunlaşarak maddeye dönüştüğüne inanır. Sonuçta onun gücü sesinde yani nefesinde yatmaktaydı. Her şey bu nefesten yaratılmıştı ve o yaratıcı ve öğretici Tanrı (? ! ?) idi. Hermetik öğretinin simgesel yöntemi dil ile bütünleşmiştir. Yirmi iki harften oluşan Mısır alfabesinin, her harfi bir sırrın simgesi olarak kodlanmıştı. Ayrıca her harf bir sayıya karşılık gelmekteydi. Mısır’da Mezepotamya uygarlığı ile gelişen “tanrının seçimi” gibi mistik bir seçkincilik anlayışına yer yoktu. Zamanla gerçekleri elinde tutan bir bilgi toplumunun ortak adı olan Hermetizm’de bilgili ve güçlü olanın inisiyatörlüğünün güçsüz ve zayıf olana kabul ettirilmesine dayanan deneysel olarak güçlü inisiyatörlerin seçimi ve ayıklanması sürecini içeren bir anlayış teokratik ve ataerkil seçkinciliğin yerini almıştır. Antik Yunan Mitolojisinde Hermesi’in M.Ö 1100 dolaylarında yaşamış olduğundan bahsedilir. Kanatlı sandaletleri olan, yılanlı bir asa taşıyan bir tanrı olarak tasvir edilen Hermes Zeus ve Mania’nın oğludur ve rüzgar tanrısı olarak anılmıştır. Öte yandan Grekler Hermes’ten “Ermis Trigmegiste” yani “Üç kez güçlü” olarak bahsederler. Çünkü o kral, yasa koyucu ve aynı zamanda rahiptir. Benzer şekilde Antik Roma’da Hermes, “Mercure Trismegistus” olarak anılmıştır. Yazının yanı sıra, müzik, astroloji, ölçü ve tartıların keşfi de ona dayandırılmıştır. Platon bazı eserlerinde aritmetiğin, cebrin, geometrinin yazının ve diğer kimi bilimlerin kurucusu olarak eski Mısır’ın Thoth adındaki ilahi kişisini gösterir ki bu durum tarihçilerce Antik Yunan’ın öğretilerinin Eski Mısır kökenli olduğuna bir kanıt olarak yorumlanır. Musevilikte, Tevrat’ta ise Yared’in oğlu Hanok olarak bilinir. İbrani inançlarında Hermes ile özdeşleştirilen Enoch (Enoş) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelir ve hem aydınlatıcı hem öğretici hem de insanoğlu anlamını taşır. Hermetizm Arap-İslam kaynaklarında yaygın olarak “hikmet üçgeni” veya “Nubuvvet - Hikmet ve Mülk” üçgeni olarak bilinir. Hermes İslamiyet’te İdris Peygamber olarak kendini gösterir. Sünni inanışa göre Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında yaşamıştır. Söylenceye göre İdris ölmemiş sonsuza değin Tanrı ile beraber yaşayabilmesi için cennete alınmıştır. İdris peygamber dikiş dikmeyi, terziliği, yazıyı, astrolojiyi, sanatı, tıp ve büyüyü öğreten ilk kişi olarak kabul görür. Başka kültürlerde örneğin Keldaniler ( Kaldeliler ) Hermes’e “Utarid” denmiştir. Utarid “Merkür” gezegenidir. Bu gezegen tezliği, çabukluğu nedeni ile “ok” anlamına gelen Farsça “tir” adını almıştır. Utarid, anlatıda düzgünlük ve açıklıkla birlikte amaca uygunluk ve retorik sembolü olduğundan bu yıldıza Farsça “Gök Katibi” anlamına gelen “Debir-i Felek” adı verilmiştir. Hermes Trismegistus hem peygamber, hem filozof, hem de hükümdar olduğu için kendisine “üç defa nimetlendirilmiş” (Trismegistus) denmiştir. Hermes’e otuz kitap ( kimi kaynaklara göre de 42 ) indirilmiştir. Hermes, matematik, felsefe, geometri, tıp, astronomi ve astroloji alanlarında ilk defa kitap yazmış olan kişidir. Yine ilk defa kalem ile yazı yazan odur. Bir başka deyişle Hermes bütün bu bilimlerin mucididir. Hermes’in üç önemli eserinden söz edilir. Bunlar Uzunlukla ilgili kitabı Kitabu’l Tul ![]() Simya ile ilgili kitabı Kitabu’l-Kasb az - Zahab (Altın Elde Etmenin Yolları) Bu son eser bize Hermes ya da Hermesçilik ile Simyacılar arasındaki ilişkiye de ışık tutmaktadır. Nitekim modern tarih yazıcıları Arap Simyasının aslında Antik Yunan gizemciliği ile Hermetik kaynaklardan etkilendiğine dikkati çekmektedirler. Hermes’in varlığı, kimliği, kim olduğu konusundaki başka bir kuram daha bulunmaktadır. Bu kurama göre aslında Hermes diye tek bir kişi yoktur. Hermes bir kişiden, varlıktan yani bir ad olmaktan çok bir sıfattır. Gaibi ve sırrî bilimlerde yetkinleşmiş, otorite olabilmiş kişilere verilen ortak bir unvandır. Öyle ki Eski Mısır tarihi boyunca hermetik kurumların önderi olan birçok kişinin hep “Hermes” adı ile anıldığı söylenegelmiştir. Eski el yazması belgelerin bazılarında Hermes ile ilgili bir efsanesel öykü anlatılır. Bu efsanesel öyküde diğerlerinde olduğu gibi Tevrat’ın ilk bölümünden esinlenilmiştir. Ama bu Tevrat’ta anlatılan öykülerden biri değildir. Üstelik bu öyküde “Hermes” adı geçmez fakat sözü edilen kişi Hermes’tir. Buna göre Hz. Nuh’un dört üvey kardeşi vardır. Erkek kardeşlerinin adları Yabal (Jabal), Yubal (Jubal) ve Tubal-Kain, kız kardeşinin adı ise Naama’dır. Bu üç erkek kardeş tufandan önce tüm bilimlerin temelini oluşturan “Yedi Bağımsız Bilim ve Sanat”ı bulmuşlardır. Kız kardeşleri ise dokumacılık sanatını bulmuş olan kişidir. Sözü edilen “Yedi Bağımsız Bilim ve Sanat” şunlardır: - Trivium: Üç yol ağzı (söz ve düşünceye bağlı olanlar): Dilbilgisi (gramer), mantık, konuşma sanatı (hitabet) - Quadrivium: Dört yol ağzı (ölçü ve uygulamaya yönelik olanlar): Aritmetik, geometri, müzik ve astronomi. Bu bilimler eski çağlarda, diğer tüm bilimlerin ve sanatların temelleri ve kaynakları sayılmışlardır. Bu üç kardeş yakında geleceğini bildikleri tufandan sonra yitirilmemeleri için tüm bildiklerini iki sütun üzerine işlemişlerdir. Bahsi geçen bu iki sütundan Jabal ateşte yanmayan mermerden, olanını, Tubal-Kain ise suda batmayan bir hafif taştan (kimilerine göre içi boş olmak üzere madenden) olanını yapmıştır. Yüzyıllarca sonra Hermes bu iki sütundan birini bularak “Yedi Bağımsız Bilim ve Sanat”ı öğrenir. Böylelikle çağında bu bilim ve sanatların üstadı olur. Gerek bilimsel gerekse töresel nitelikler taşıyan öğretisini de bu bilgiler üzerine kurar. Elbette gerçekten var olduğu, yaşayıp yaşamadığı bilinmeyen Hermes’in kurduğu öğreti olan Hermetizmin de başlangıç tarihini tespit etmek mümkün değildir. Eski Mısır’da Hermes’in ardından kurulmuş olan öğreti sistemine Hermetizm denildiği gibi daha sonraki devirlerde benzer öğretilerin verildiği benzer amaç ve yolların izlendiği tüm ezoterik nitelikteki ekollerin çalışma sistemlerine de aynı isim verilmiştir. Bu öğretilerin merkezi insan – doğa – evren arasındaki ilişkileri incelemektir. Hermetik öğretinin simgesel yöntemi dil ile bütünleşmiştir. Yirmi iki harften oluşan Mısır alfabesinin her harfi bir sırrın simgesi olarak kodlanmıştır. Ayrıca her harf bir sayıya karşılık gelmektedir. Hermetizm kökü tarihte kaybolmuş gizemli bir öğretidir. Ezoterik sistemde çalışmayı zorunlu tutan antik öğretiler arasında öncelikli hatta ayrıcalıklı bir yer tutmuştur. Kimilerine göre tarihteki tüm ezoterik öğretilerin en eskisi olduğu bile söylenmektedir. Hermes’e göre insanca ölümlü olmak ta tanrıca ölümsüz olmak ta kişinin kendisine kalmıştı. Hermetizme göre insanlar ölümlü tanrılar ve tanrılar ölümsüz insanlardır. Eşyanın dışı, içi gibidir ve içle dış arasında hiçbir ayrılık yoktur. Hermes bu düşüncesine açıklık getirmek istemiş, öğrencilerine söylediği şu sözlerle özgür düşünceye giden yolu açmıştı: “Ben anlatarak sizler ise dinleyerek bazı şeyler öğrendik. Şimdi gerçeği arayacağız. Gerçeği bulmak için gerçeğin kendisi sen, kendin ol.” Hermes bu öğüdü verdikten sonra bir de uyarıda bulunarak şöyle demişti: “Ancak her akıl gerçeği kavrayamaz. Gücünüz bilim, silahınız inanç, kalkanınız susmak olsun. Bulalım, bilelim, susalım. Büyük sırrı içimizde saklayalım. Ama eylemlerimizle açıklayalım. Üç kez Yüce Hermes’e atfedilen pek çok öğüt vardır. Bu öğütler, çoğunlukla insanların kendilerini aşabilmelerine yöneliktir. Üç Kez Yüce Hermes şöyle diyor: “Bir insan, kendisini kendi zihninde görebildiği an yeniden doğuşa hazır demektir” İnsanın her yönden olgunlaşıp yetkinleşmesi yoluyla Tanrı’ya yaklaşabileceği inancı diğer tüm gizemci öğretilerden önce Hermetizm’de yer almıştır. Hermetizm öğretisinin temel öğelerinden biri olan “ışık - karanlık diyalektiği” çağlar boyunca birçok din ve inanç sistemi için bir esinlenme kaynağı olmuştur. Rönesans’ın en belirgin özellikleri, insanın potansiyellerinin sonsuz olduğu inancı ve insanın her şeyin ölçüsü olduğu görüşüdür. İlginç olan Rönesans’ın bu düşünceleri Hermetik geleneklerden almış olmasıdır. XV. yüzyıl başlarında İtalyan sanat ve bilim adamları canlandırmaya çalıştıkları eski bilgelikte Hermetik metinlerin ne denli ağırlıklı bir yeri olduğunu artık öğrenmişlerdi. Asklepius çoktandır biliniyor ve okunuyor, Hermetik metinler Arapçadan Latinceye çevriliyordu. XV. yüzyıl sonlarında ünlü düşünür ve gizemci Pico della Mirandola, Neo-Platoncu düşünce ve Hermetik gelenekler ile Kabalayı birleştirdi. Önceden beri ilişkili olan Yahudi Gelenekleri ile Mısır Geleneklerinin yeniden birleştirilmesi çabasını aynı yüzyılda Campanella da sürdürdü. Hıristiyanlığın katı kurallarla dolu evrenini aşmakta yaratıcı Rönesans düşünürleri için Mısır ve Hermetizmden başka alternatif yoktu. Hermetizmin temel amacı gerçeğin araştırılmasıdır. Bu bakımdan Hermetizm gizemsel bir öğreti olduğu kadar etkin olduğu çağa oranla belli bir bilimsellik taşır. Gerçeklerin araştırılmasında Hermetizm tümüyle ezoterik bir yöntem izler ve bu yöntemin kaçınılmaz gereği olarak örgüte alınacak kişiler çok derin ve çok zorlu sınavlardan geçirilerek seçilirlerdi. Hermetizmin ezoterik bir yöntem izlemesinin temel gerekçeleri ise şunlardı. - Hermetizmin temel benimseyişleri uyarınca zihinleri gelişmemiş veya gelişmeye elverişli olmayan kişiler gerçekleri ya anlayamaz ya da kaldıramazlar. - Özeleştiri yapamayanların gerçeklere ulaşabilme şansı yoktur. - Bireysel tutkulardan sıyrılamayanlar ve kötülüklerden tümüyle arınamamış kişiler ise Hermetizmin verdiği bu bilgileri elde ederlerse yanlış ve zararlı yönde kullanabilirler. - Sağlık ve bedensel güçleri de zihinsel yetenekleri gibi yerinde olmayanlar da gerçekleri araştırma yolundaki uzun ve zorlu girişimlere dayanamazlar. Eski çağlarda bilgi alanlarını, gerek dinleri, gerekse sanatları bir gruba kapalı tutmaya yarayan yöntemler daha sonraki gizemli ve kapalı hermetik oluşumlarda da aynen tutulmuş, gizemin zorunlu bir parçası sayılmıştır. Söz konusu Hermetik oluşumların ortak olan özellikleri belli başlı dört alanda toplanabilir. Mesleğe alınacak olanların seçimine ve mesleğe katılışa yarayan sınav düzenekleri, Meslek içinde uygulanacak olan yöntemler, sanatın uygulanışı ve yürütülüşünde kullanılan işlemler ve araçlar, Bütün bu bilgilerin doğrudan doğruya kullanım amaçları dışında ezoterik ve simgesel anlamlar da taşımaları, Bütün bilgilerin belirli aşamalarla elde edilişi ve her aşamaya ulaşanların yalnız o aşamaya özgü ve başkasına kapalı olan işaret, simge ve gizlerle donatılması. Bir Hermetik Tekris’in nasıl yapıldığına ilişkin bilgiler Eski Mısır papirüslerinin ve çoğu Mısır piramitlerinin koridorlarına işlenmiş olan rölyeflerin incelenmesi bunların eski Yunan kaynaklarında yer alan bilgilerle karşılaştırılmaları sonucunda çıkarılmıştır. Ne ölçüde doğru oldukları üzerine pek bir şey söylenemez çünkü bu konuda anlatılanların bir bölümü varsayımsaldır. Bununla birlikte tümü bakımından baştan sona yanlış sayılmazlar. Hermetik Tekris bu konuya değinen birçok kaynakta, adeta bir “öykü” gibi anlatıla gelmiştir. Burada sizlere kısaca Hermetik tekrisi başlangıcı, sınavları ve sonuçları ile anlatmaya çalışacağız. Bir Hermetik rahip olmak isteyen aday ile ilgili çok derin ve yaygın bir soruşturma yapılırdı. Adayın sağlıklı, iyi niyetli, zeki, zihinsel gelişimi bakımından yetenekli, dürüst ve direşken bir kimse olması gerekirdi. Hakkında yapılan soruşturmada herhangi bir olumsuz bilgiyle karşılaşılmazsa aday mabede çağrılırdı. Orada hiyerofant olarak adlandırılan başrahip tarafından sorguya çekilirdi. Hiyerofant adayı şaşırtmaya, çelişkilere düşürmeye ve zor durumda bırakmaya, böylelikle adayı bir Hermetik rahip olma isteğinden caydırmaya çalışırdı. Bu görüşme sonucunda aday hakkında olumlu bir kanıya varılacak olursa kendisini ne tür bir çalışmanın beklediğini göstermek üzere bir hafta kadar bir süreyle çok ağır koşullar altında ve pis işlerde çalıştırılırdı. Aday hiç yakınmadan buna dayanabilecek olursa sınavlarının başlayacağı yere götürülürdü. Adayın götürüldüğü yer korkunç heykellerin bulunduğu ve ışık oyunlarıyla ürkütücü şekillerin yaratılmış olduğu bir salondu. Burada adaya şimdi girmeye başlayacağı sınavların çok zorlu ve yaşamını yitirebileceği ölçüde tehlikeli olduğu anlatılırdı. Adaya son kez olarak bu noktada dileğinden cayma fırsatı verilirdi. Direnişini sürdüren aday Neozor olarak anılan yardımcı rahiplere teslim edilirdi. Neozorlar adayı sınavlarının başlayacağı büyükçe bir demir kapının önüne götürürlerdi. Kendisine eğer bu kapıdan geçecek olursa bir daha geriye dönemeyeceğini söylerlerdi. Adayın tekris (sınanma, kutsanma. aydınlanma) yolculuğu hava sınavı adı verilen bir sınavla başlardı. Bu sınava başlamak isteyen adayın eline bir yağ kandili verilirdi. Demir kapı açılır aday içeri girdikten sonra ardından gürültüyle kapatılırdı. Aday kendini zifiri karanlık bir koridorda bulurdu. Elindeki kandilin verdiği cılız ışığın yardımıyla ilerlerdi. Kısa bir süre sonra koridor daralmaya ve alçalmaya başlardı ve aday ancak dizlerinin üzerinde sürünerek ilerleyebilirdi. Çok geçmeden aday kendini derin ve dibi görünmeyen bir kuyunun ağzında bulurdu ve orada gördüğü basamaklardan aşağı doğru inmeye başlardı. Ancak birkaç basamaktan sonrasının olmadığını görürdü. Elindeki yağ kandiliyle çevresini incelediğinde kuyunun karşı duvarında bir başka oyuğun bulunduğunu fark ederdi. Ancak oraya tırmanabilmesi için elindeki yağ kandilini bırakması gerektiğini kavrardı. Yaşamını bu derin kuyuda yitirmekten kurtaran aday bundan sonraki yolculuğunu zifiri karanlıkta sürdürürdü. Kuyunun öte yanında tırmandığı oyuktan ötesi bir labirent biçiminde düzenlenmişti. Şansı yoksa ve hangi köşeleri döndüğünü sırayla aklında tutmazsa, çıkış yerini bulabilmek için saatlerce uğraşması gerekebilirdi. Sonunda içinde ancak sürünerek ilerleyebildiği koridorların çıkış yolunu bulabilirdi. Fakat burada demir parmaklıklı bir kapı ile karşılaşırdı. Aday daha ilk deneyişinde bu kapıyı açma olanağının bulunmadığını anlardı. Labirente dönüp başka bir çıkış yolu bulmaya çalışan ya da kapıyı açmaları için nafile yere seslenen adaylar da olurdu. Kimi zaman buradan çıkmak isteyen adayın hiç sesini çıkarmadan oturup saatlerce beklemesi gerekirdi. Zamanı geldiğinde bulunduğu yerden çıkarılan aday dinlenmesine ve kendine gelmesine hiç fırsat verilmeksizin duvarlarında çeşitli simgelerin bulunduğu bir salona alınırdı. Simgeler birbiri ardınca gösterilir her birinin ne anlama geldiği yarım yamalak anlatılırdı. Sonra adaya anlatılanları anlayıp anlamadığı sorulurdu. Aday anladığını söyleyecek olursa kendisinden anladıklarını anlatması istenir ve hiçbir şey anlamamış olduğu gösterilirdi. Aday açık yüreklilikle anlamadığını söyleyecek olursa o zaman da kendisine daha öğreneceği çok şey olduğu anımsatılırdı. Uzun tekris (aydınlanma töreni) yolculuğu bu hava sınavından sonra ateş sınavı ile sürerdi. Ateş Sınavı Ateş sınavında adayı yanına alan bir rahip onu her yanından alevler fışkıran, zemini korlarla kaplı fırın gibi bir koridorun girişine götürür ve adaya buradan geçmesi gerektiğini söylerdi. Aday irkilecek olursa, ona kendisinin buradan her zaman geçtiğini eğer kendine güveni varsa buradan yanmaksızın geçmeyi başarabileceğini söylerdi. Bu koridordaki ateş dıştan bakınca çok korkunç olmakla birlikte aslında aldatıcıydı. Önemli olan adayın ateşin içinden geçebilecek kadar yürekli olabilmesiydi. Ancak bu bakımdan yeterli yürekliliği gösterebilmesi için kendisine destek olunurdu. Fakat bunun göründüğü kadar tehlikeli olmadığı gösterilmezdi. Adayın başka birisinin bunu başardığını görmeden deneyebilmesi gerekli görülürdü. Ateş sınavı su sınavına bağlanarak tekris yolculuğu devam ederdi. Ateş koridorundan çıkar çıkmaz aday bulanık su dolu bir havuzla karşılaşırdı. Bunu aşabilmek için suya girmesi gerektiğini anlamakta gecikmezdi suya girer girmez suyun buz gibi soğuk, havuzun ise bir bataklık gibi olduğunu fark ederdi. Telaşa kapılarak çırpınan bir adayın, çamura gömülerek boğulması işten bile değildi. Soğuk kanlılığını korumasını bilen bir aday ise bu sınavı da başarıyla bitirebilirdi. Bu sınavdan sonra rahipler adayı göstermiş olduğu başarıdan ötürü kutlayıp kendisine kuru giysiler giydirirlerdi. Yatması için büyük bir odaya götürürler, oturup kendisi ile biraz söyleşide bulunurlar onu tüm sınavların sona erdiğine inandırmak için ellerinden geleni yaparlardı. Sonra da uyuyup dinlenmesi için onu yalnız bırakırlardı. Aday aslında uyandığında kendisini yeni bir sınavın belki de sınavların en zorlusu olan buyrultu sınavının beklediğini bilmezdi. Aday uyandığında karşısında çok güzel bir genç kız bulurdu. Genç kız adaya bundan böyle onun hizmetinde olduğunu söyler, ona ender yiyecekler sunar, onun için raks eder, onu kendisi ile yatması için isteklendirirdi. Eğer aday bu genç kıza kanacak ve kapılacak olursa onunla yatabilmek için önce bir kadeh içki içmesi gerekirdi. Bu içki ise içindeki uyuşturucu nedeniyle adayın yeniden uykuya dalmasına neden olurdu. Bundan sonra aday bir mahzende uyanırdı. Adaya tüm bedensel güç ve yeteneklerine karşılık buyrultusuna egemen olmayı bilemediği için rahip olmaya hak kazanamadığı, ancak mabedin gizemlerine yaklaşmış olduğu için de ölmeden buradan çıkamayacağı anlatılırdı. Bundan sonra, yaşamının sonuna dek gün ışığı görmeksizin bir hizmetçi olarak çalışmak zorunda kalır, mabedin asıl gizemlerine hiçbir zaman ulaşamazdı. Adayın kendisiyle yatmaya karşı direnmesi durumunda ise genç kız adaya küçültücü sözler söyler, sonra odadan çıkardı ve dışarıda rahibe adaydan yakınır, şikayette bulunurdu. Az sonra odaya giren rahip adayı azarlar, sert bir dille dünya nimetlerinden yararlanmasını bilmeyen bir kimsenin mabede alınarak rahip olmasına izin verilemeyeceğini söylerdi. Aday bir süre için bir hücreye kapatılır, bir takım kişilerin kendisi hakkında görüşmekte olduklarını duyardı. Sonunda, daha önce görmemiş olduğu bir rahip yanına gelir buradaki gizemleri öğrenmiş olduğu için ölüme terk edilmesine karar verildiğini bildirirdi. Aday aslında yeni ve son bir sınava, yani toprak sınavına hazırlandığını bilmezdi. Toprak Sınavı Toprak sınavında aday sabaha karşı elleri ve gözleri bağlı olarak mabetten çıkarılır, kuytu bir vadiye götürülürdü. Orada yalnızca başı dışarıda kalacak şekilde, daracık ve derin kazılmış bir çukura gömülürdü. Göz bağı çıkarılır ve yalnız bırakılırdı. Burada aday önce kızgın güneş altında tam bir gün ve açık fakat aysız bir gece boyunca olduğu yerde bırakılırdı. Öncekilere oranla pek basit gibi görünmesine karşılık, bu sınav adayın çıldırmasına neden olabilirdi. Bundan sonra da adayın hâlâ aklının başında olup olmadığının anlaşılabilmesi için sınavdan geçirilmesi gerekirdi. Bu sınavdan sonra ise karşılama töreni yapılırdı. |
Tüm sınavlardan başarıyla geçen aday, İsis’in heykelinin yanında, başta Hiyerofant olduğu halde tüm rahiplerce görkemli bir törenle karşılanırdı. Bundan sonra kendisine pastofor niteliği verilen aday için bedensel değil ama zihinsel acılarla dolu bir dönem başlardı. Mabedin girmesine izin verilen koridor ve bölmelerinin duvarlarındaki çeşitli rölyef ve simgelerden anlamlar çıkarmaya çalışan aday için bedensel değil ama zihinsel acılarla dolu bir dönem başlardı. Aday bu rölyef ve simgeleri almaya çözmeye çalışırdı. Kendisine incelemesi için bir takım papirüsler de verilirdi. Fakat hiçbir şey öğretilmezdi. Hiyeroglifi bile kendi başına öğrenmesi gerekirdi. Herhangi bir soru soracak olursa kendisine ancak daha çok çalışması öğütlenirdi. Ancak ne yapmakta olduğu ve nerelere daha çok ilgi duyduğu da sürekli olarak izlenirdi. Bir pastaforun mabette yalnız başına bir şeyler öğrenmeye çalıştığı bu dönem yıllarca sürebilirdi. Kendisiyle hiç ilgilenilmediği için baş kaldırmak istediği zamanlar olurdu. Kişi öğrenme sürecini nerdeyse tamamen kendi başına geçirirdi. Gerçekten bir şeyler anlamaya ve öğrenmeye başladığı kanısına varıldığında kendisine neozor niteliği verilirdi. Asıl Hermetik nitelikli eğitimi de bundan sonra başlardı. Bundan sonra yıllar boyunca çeşitli evrelerden ve sınavlardan geçerdi. Önceden yapmış olduğu türlü yorumların, aslında gururlu bir ruhun ivedilikçi ve yüzeysel yargıları olduğunun bilincine varırdı. Ayrıntılı anlayıp daha derinden görmeye alışırdı. Tüm bu işlerin tamamlanmasından sonra Hyorofan adı verilen başrahip şöyle konuşurdu: “Bu noktaya kadar gelmeyi başaran sen, büyük sırların da eşiğine dayanmış oldun Bundan önce sana verilen sırlar küçük sırlar yani İsis’in sırlarıydı. Şimdi ise büyük sırları yani Osiris’in sırlarını elde edeceksin.” Tanrı Osiris, kendisi, karısı İsis ve onların oğlu olan Horus’dan oluşan bir üçlemedir. Osiris, yaşamın kendisinden doğduğu kutsal babayı, İsis onun dişil ve üretken yanını, Horus ise ilahi kelam ve maddi alemi simgeler. Bu sözlerden sonra yeni üstada ( Hermetik rahip adayı) özel üstat kıyafeti giydirilir ve yemin ettirilirdi. Eğer yeni üstat Mısırlı ise yönetici rahip olarak Mabette görev yapar yabancı uyrukluysa din kurmak veya kendisine verilecek başka bir görevi yerine getirmek üzere ülkesine gönderilirdi. Ancak bu tür inisiyelere, ayrılmadan önce, mabedin sırlarını inisiye edilmeyenlere vermeyeceklerine dair bir kez daha ketumiyet yemini ( sır saklama ) ettirilirdi. Aksine davrananlara nerede olurlarsa olsunlar kendilerini ölümün beklediği hatırlatılırdı. Ayrıntıları bilinen çeşitli tekris yöntemleri arasında Hermetik Tekris, en ağır ve en zorlu olanıdır. Çağlar boyunca, ezoterik kurumların bir çoğu, yalnızca öğrenimlerinin kapsamı bakımından değil tekris yöntemleri ve çalışma sistemleri bakımından da Hermetizmden esinlenmişlerdir. Müteakip yazılarımda, Harran ve Harran Okulu ile Ortadoğu ve Anadolu’da Batınilik kavramları işlenecektir. Kaynaklar: 1. ÖZDEMİR, Hasan Hermes 2. IŞIKLAR, K. İnanç Geçmişin Tarihini Yazma, Aydınlanma devriminin 6000 yıllık kökeni 3. TÖZÜN, Atilla Neoplatonizm, Hermetizm 4. KIRKOĞLU, R. Hakan Rönesans Büyücüleri 5. Eski inançların güncel yansımaları - Hermetizm Tefekkürü siteleri 6. Tecimer. Ömer - Hermetizm’in günümüze etkileri 7. Özgen Murat A. - Mısır ve Hermes Okulu 8. Ezoterik ve Okült Kaynaklar Sitesi 9. Cahit R. ÜREN. Konferans metninden 10. METE EKİNCİ – BARIŞ SARAÇ Konferans metninden ❌❌❌❌❌❌❌❌ Veba Doktorları: Tıbbi MitleriGerçeklerden Ayırmak
Onları daha önce gördünüz: tepeden tırnağa deri kıyafetlerle bezenmiş, gözlük ve gagalı maskeler giyen esrarengiz figürler. ![]() Ancak gaga maskeli kostüm ilk olarak Ortaçağ’dan çok sonra, yani Kara Ölüm’ün dünyayı yıkıp geçtiği 1340’lardan yaklaşık üç yüzyıl sonra görülmeye başladı. 17. ve 18.yüzyılda ikonik gaga maskesini de içeren kıyafeti giyen oldukça az sayıda doktor vardı. Vebayla ilgilenen ve veba hastalarını tedavi eden çok sayıda ortaçağ ve erken modern dönem doktoru ise bu kıyafeti ve maskeyi giymemişti. Veba doktorları neden gagalı maskeler giydi? Michel Tibayrenc’in “Enfeksiyon Hastalıkları Ansiklopedisi” (John Wiley&Sons, 2007) adlı kitabın göre meşhur veba doktoru kostümünden ilk defa Fransa kralı XIII.Louis’in doktoru olan Charles de Lormen’in 17.yüzyılın ortalarında yazdığı bir metinde bahsediliyor. De Lorme bu metni 1619 yılında Paris’teki veba salgı süresince yazmıştı. Tamamen Fas keçisi derisinden yapılmış çizme, pantolon, uzun bir palto, şapka ve eldivenden oluşan bir kıyafet tasarlamıştı. Bu koruyucu ekipmanın giyilmesi, doktorların vebanın hava yoluyla bulaşından ziyade, doğrudan temas kurdukları vebalı hastalarından çekindiklerini gösteriyordu. ![]() Bu kostümün temel özelliği, kristal göz mercekleriyle birlikte sıkıca oturan bir maskeydi. Maske yaklaşık 15 cm uzunluğunda olan ve parfüm ya da aromatik otlarla dolu uzun bir gagaya sahipti. Bu gaga, kıyafetin en ikonik özelliğiydi ve hastalık içerdiği düşünülen havanın doktorlarca solunmasını engellemek için olmazsa olmazdı. De Lorme’nin veba kostümlerini yazılı bir şekilde tanımlamasından sonra, en iyi görsel kanıt, binlerce insanın Roma ve Napoli’yi yerle bir eden veba yüzünden hayatını kaybettiği 1656 yılından geliyor. Alman gravürcü Gerhart Altzenbach’ın yayınladığı meşhur resimde, kıyafetlerle bezenmiş veba doktorlarının bu kıyafetlerin onları ölüme karşı nasıl koruğunu gösteriyor. (İnsanlık Tarihinin Seyrini Değiştiren 11 Salgın Hastalık) Dahası, veba doktoru gravürlerinden biri de, Paulus Fürst’ün 1656’de yaptığı daha ikonik ve yergisel olan “Romalı Gagalı Doktordu”. Fürst gravüründe olanlara farklı bir açıdan yaklaşıyor, doktorların ölülerden ve ölümden para kazanmak ve insanları korkutmak dışında bir şey yapmadığını anlatmaya çalışıyordu. ![]() Fürst günümüze ulaşan veba doktoru kıyafetine birkaç bileşen daha ekliyordu, pençe benzeri eldivenler ve ucunda yarasa kanatlı kum saati olan bir çubuk. Bu parçalar eleştirel olup tarihsel gerçekliği yansıtmıyor ancak her şeye rağmen günümüzde klasik veba doktorunun nasıl gözüktüğüne dair bize bilgi veriyor. Altzenbach ve Fürst’in gravürleri, 17. yüzyıldan beri veba doktorunun standart bir karakter olarak tiyatrolara dahil edilmesine ilham vermiş olabilir. Veba doktorlarının kıyafeti, özellikle de gagalı maske, İtalya’daki Venedik Karnavalı’nın en meşhur kıyafetlerinden biri olmuştu. Gerçekten de, bazı tarihçiler gagalı veba doktorlarının başlangıçta kurgusal ve bir komedi karakteri olduğunu; bu teatral versiyonunun doktorlara 1656 ve 1720 salgınlarında bu kostümü kullanmak üzere ilham verdiğini göz ününde tutuyor. Maalesef, kostümün hangi koşullar altında kullanıldığına dair bizlere yol gösterecek o dönemden kalma yeterince bilgi verici resimler ve yazılı belgeler bulunmuyor. Bu yüzden de doktorların koruyucu kıyafetlerinin mi yoksa karnaval kostümünün mü ilk ortaya çıktığı söylemek imkansız. Veba doktorları kimlerdi? Geç ortaçağ ve erken modern dönemin doktorları tek bir kıyafet ile temsil edilmiyordu. Vebanın kaynağı ve yayılması hakkındaki fikirler, veba doktorlarının giydiği kıyafetler ve vebayı tedavi etmek için kullandıkları yöntemler gibi yüzyıllar boyunca değişti. Vebanın önlenmesi ve sağaltımı üniversite eğitimi almış doktorlar, cerrahlar, berberler, eczacılar, ebeler, şifacılar ve rahiplerce yapılıyordu. ![]() O zamanki doktorlar germ teorisini bilmeksizin ve ellerinde antibiyotikler olmadan çalışıyor, haliyle de vebayı tedavi edemiyordu. Ancak, normalde aldıklarından daha çok desteği hak ediyorlardı çünkü vebanın belirtilerini ve yayılımını tanıyabiliyor ve süreğen tıbbi krizin olduğu bir dönemde insanlara umut aşılıyorlardı. L.Einbinder’in “After the Black Death (University of Pennsylvania Press, 2018)” adlı kitabına göre, çok sayıda veba doktoru veba incelemeleri olarak bilinen kısa kitaplar yazmıştı. Amaçları meslektaşlarına tavsiyede bulunmak ve okur-yazar halkı vebanın önlenmesi hakkında bilgilendirmekti. İspanyol doktor Jacme d’Agramont, ilk incelemelerden birini Nisan 1348’de yayımladı. Einbinder’e göre erken dönem veba doktorlarından biri de İtalya, Bologna’dan Profesör Gentile da Foligno’ydu. 1348’deki veba salgınında hayatını kaybetmişti; ancak arkasında veba üzerine yazılmış çok sayıda olgu kitabı bıraktı. Kara Ölüm’den sonra, doktorlar ve bilim insanları ivedilikle hastalığın tıbbi doğasını anlamaya baş koydular. Bu da vebayı tanımlamanın hem Avrupa’da hem Ortadoğu’da ilk olarak antik dönem hekimlerinden Hipokrat ve Galen tarafından geliştirilen ve Orta Çağ’da Arap ve Latin hekimlerince de benimsenen dört vücut sıvısı (kan, balgam, sarı safra ve kara safra) teorisiyle yapıldığı anlamına geliyordu. ![]() Antik ve Orta Çağ tıbbi teorilerini kullanan veba doktorları Kara Ölüm’ün vücut sıvılarına zarar verdiğini ve korkunç veba hıyarcıklarına ve lenf nodlarının kan ve irinle şişmesine sebep olduğunu düşünüyordu. Veba doktorları hıyarcıkların çene, koltukaltı ve boyunda oluşmaya eğilimli olduğunu kabul ediyor ve bedenin de bu şişlikleri karaciğer, kalp ve beyinden bu hastalıklı sıvıları uzaklaştırmaya çalıştığının bir kanıtı olarak görüyordu. Bu doktorlara göre veba; beslenme düzenlemesini, yararlı kusma ve idrar çıkarmaya yarayacak ilaçları almayı, önleyici kan uzaklaştırmayı da içerecek şekilde vücut sıvılarını destekleyerek ya da detaylı bir tıbbi plan ya da rejim ile onları dengede tutarak önlenebilirdi. Bu girişimler ile hasta sıvıları özellikle de bedeni sardığı düşünülen kara safra sıvısını, ki melankoli olarak bilinir, vücuttan uzaklaştırmak hedefleniyordu. Kara safra, vücut sıvılarının en tehlikelisi olarak görülüyordu. Meşhur teorilerden biri de Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından ayrıntılı bir şekilde tanımlanmıştı. 1348 yılında Fransa kralı, veba kraliyetin başkentine ilerledikçe profesörlere tavsiyeleri için danışmıştı. Profesörler vebanın sebebini ve yayılımını açıklamak için o zamanlarda ciddi bir bilim olarak görülen astroloji ile tıbbi bir araya getirmişti. Dünyanın havası, diyorlardı; Mars, Jüpiter ve Satürn’ün (hepsi de astrolojik olarak sıcak ve haşin anlamları vardı.) 1345 yılında kova burcunda çakışmasıyla oldukça ısındı. Bu aşırı sıcak ve nemli hava, geçtiği her yerde vebaya yol açarak Asya’dan Avrupa’ya kadar gelmişti. Ortaçağ doktorları veba hastalığını hastalığın kendisiyle ile değil de insan bedeninde hastalığa sebep olan ‘zehirlenmiş’ hava ile açıklıyordu. ![]() İnsanları bu hastalıklı havadan korumak için doktorlar; menekşe, pelinotu, sirke ya da kişi zenginse sperm balinalarının oldukça ağır kokan bağırsak salgısı iri bir ambergris gibi acı ya da tatlı maddelerin yanlarından taşınmasını teşvik ediyordu. Doktorlar aynı zamanda havayı temizlemek ve saflaştırmak içini tütsü ya da ekşi kokan odunlar yakmayı öneriyordu. Orta çağın sonlarına doğru doktorlar aynı zamanda barut dumanı vasıtasıyla “miasma” ile savaşmak için büyük savaş toplarını ateşlemeyi bile tavsiye etmişti. Gaga maskeli kostümün tıp tarihinde ilkel zamanların teatral ve dehşet verici sembolü olmasına rağmen aslında hekimlerin, bilim insanlarının ve sağlık yetkililerin vebanın yayılımı ve önlenmesi hakkında yüzyıllardır kafa yorduğunu gösteriyor. Kostüm, hastalığının sebepleri ve yayılımı hakkında olduğu kadar doktor ve hastalar arasındaki ilişki ile devletin halk sağlığını gözetmedeki rolünü de temsil ediyor. All About History. Live Science. 20 Mayıs 2020. |







.jpg)








Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️