Arrival (Geliş) Film

Film, Dilbilimci Dr. Louise’in dramatik hikâyesi ile başlamaktadır.
Dr. Louise’in kızının “bir anlaşma yaparız da iki tarafta kârlı çıkar ya” dediği Sıfır toplamlı oyun (zero-sum game), oyun ve ekonomi teorilerinde, her katılımcının kazanç veya kaybının diğer katılımcıların kazanç veya kayıpları ile dengelendiği durumun matematiksel temsiline denilmektedir. = ‘‘Sıfır toplamsız oyun”
Dilbilimsel serüven
‘‘Dil uygarlığın temelidir. İnsanları bir arada tutan bir nevî tutkal ve bir çatışma esnasında ilk çekilen silahtır.’’ Filmden alıntı
Dil ve iletişim olgusu tarihin her döneminde önemli olmuş, insanlar kendinden başlayarak çevreleri ve evrenle dilin iletişim kanalını kullanmak suretiyle etkileşim kurmuşlardır. Bu durum da bireyin aile, kültür ve toplum bağlamında davranışlarına etki etmek suretiyle kendini göstermiştir. Etkileşimin, insanların birbirleriyle ilişkili olarak sergiledikleri toplumsal davranışlarını dahi tanımlıyor hale gelmesi önemli bir gerçeklik arz etmektedir. Bununla kastedilen şey, insanların “birbirlerine yönelik” bir şeyler “yapıyor” olmalarının insanların gerçekliğin inşasının temelini oluşturduğudur; öyle ki insanlar, bizzat kendileri dünyayı çok yönlü iletişim süreçleri içinde “yaratmaktadırlar”.
Bu süreçler de yine dille ifade bulduğundan anlama dair bilişsel sürecin anlaşılması zorunluluk arz etmektedir. Bu noktada Saussure, anlamlama ve değerin kurduğu ikili olguyu açıklayabilmek adına bir kâğıt benzetmesinden yararlanmaktadır.
Kâğıt kesildiğinde, bir yandan, her biri öbürlerine göre bir değer taşıyan çeşitli parçalar (A, B, C,) elde edilmekte; diğer yandan da bu parçalardan her birinin aynı anda kesilmiş bir ön, bir de arka yüzü söz konusu olmaktadır ki (A-A’, B-B’, C-C’) işte bu da anlamlamadır. Bu çok yerinde bir benzetmedir. Zira anlam üretimi, yalnızca bir gösteren ile bir gösterilenin bağlılaşımından öte bir şeydir. Her şeyden önce biçimlenmemiş iki yığını, Saussure’ün dediği gibi ‘‘sınırları oynak iki ülke’’yi aynı anda bölümleme eylemi olarak özgün bir biçimde kavramayı sağlamaktadır.
Gerçekten de Saussure, kavramların ve seslerin, anlamın (salt kuramsal) kökeninde oynak, değişken, kesintisiz ve koşut iki töz yığını oluşturduğunu varsaymaktadır. Anlamsa bu iki yığın, aynı anda ve bir çırpıda parçalara ayrıldığında ortaya çıkarmaktadır.
İnsanların çok farklı bir dili ve bilişsel süreci olduğundan ‘anlam’ın tam olarak oturması gerekmektedir. Anlam sürecinin dilin yapı taşlarından biri olması, onun iyi anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu sebeple filmde de cevapları anlayabilmek için yeterince kelime dağarcığının oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu kapsamda adlandırma yapılmaya ‘‘human/insan’’ kelimesiyle başlanılmıştır.
Basitçe adlandırma’nın, gözlemlenecek olgunun oluşturulması için kâfi bir ölçüt olması, oldukça önemsiz, çözümlemecinin tamamıyla öznel keyfine bırakılmış, kısacası pek az “bilimsel” olan bir işlem olarak görülebilmektedir. Bu muamele, bir bakıma, her dizi için, “Ben sizi adlandırdığım için siz varsınız; sizi böyle adlandırıyorum çünkü keyfim öyle istiyor” demek değil midir? Bunu şu şekilde yanıtlamak gerekir.
Anlatının bilimi (eğer böyle bir bilim varsa) kesin ya da deneysel bilimlerin ölçütlerine boyun eğemez. Anlatı bir dil etkinliğidir (anlamlama ya da simgeleştirme etkinliği) ve dille ilişkili olarak, dile göre çözümlenmelidir. Bu bakımdan, çözümlemeci için adlandırmak, tıpkı geometrici için ölçmek, kimyacı için tartmak, biyolog için mikroskopla bakmak gibi akla yatkın ve nesnesiyle türdeş bir işlem olmaktadır.
Bu bağlamda dilbilimsel argümanların ne denli karmaşık bir bütünlük izlediği gözler önüne serilmektedir. Dr. Louise, işiyle ilgili nasıl bir yol izlediğine dair açıklama yaparken de neden adlandırmadan başladığını izah etmek durumunda kalmaktadır. Sonraki adımsa Sapir – Whorf hipotezine göre açıklanmaktadır.
Bu hipoteze göre dil, evreni insanlara kendi penceresinden resmetmektedir. Dilin sunduğu bu tasavvurlar dünyası incelendikçe ancak özgün, ortak bir akıl temelinde örgütlenmiş toplumların gerçeklik algıları açıklanabilmektedir.
Yani insan düşüncelerinin dil ile ilişkili olduğunu bu sebeple farklı dilleri kullanan toplumların farklı düşünce yapılarına sahip olduklarını öne sürmektedir. Bir anlamda ‘‘dilsel görelilik akımı’’ bağlamında ele alınan hipotezde, hakikatin tek ve evrensel olduğu görüşü tartışmalı bir konu haline gelmektedir. Ayrıca dilin düşünme alışkanlıkları üzerindeki etkisinin saptanması, epistemolojinin bir tür dil felsefesi olarak ele alınabileceği görüşünü kuvvetlendirmektedir.
Dilin düşünme alışkanlığı üzerinde ki etkisi yazıyla da bağlantılandırılmaktadır. Sözgelimi bir kapıya vurmak, biriyle konuşmaya başlamak, bir randevu vermek, vb. bu ikinci dereceden eylemleri bir çeşit anlamsız dipdüzey olarak mı ele almalı ve söylemin, bunları, doğal olarak, iki temel olayı birbirine bağlamak için dille getirdiğini ileri sürüp çözümleme dışı mı tutmalıyız? Hayır, zira böyle yapmak, anlatının sonuçtaki yapısı hakkında önceden karar vermek ve bu yapıyı birleştirici, kademeli bir yöne sürmek olacaktır.
Aksine bir anlatıdaki tüm eylemlerin, ne kadar önemsiz görünürlerse görünsünler, çözümlenmeleri gerekmekte ve betimlenmesi uygun bir düzen içine katılmaları gerektiği görülmektedir. Sözlü anlatının tersine, metinde/yazıda, hiçbir söz özelliği anlamsız, değildir.Bu sebeple hologram yazıdan ayrılmaktadır.
Çünkü konuşmanın aksine hologram zamansızdır. Tıpkı gemileri ve cisimleri gibi yazılı dillerinin de ne biçimi ne de açıklaması vardır.
Filmde Heptapodların dili hologram özelliği taşıdığından dairesel bu ifadeler kelime değil cümle özelliği taşımaktadır.
Adını dilbilimci olan Benjamin Lee Whorf ve Edward Sapir’den alan Sapir-Whorf hipotezinin zaman algısına ve insanların zamanı nasıl tanımladıklarına dair de farklı bir bakış açısı vardır.
Türkçede geçmişte yapılan bir eylemi anlatırken fiili şahitlik durumuna göre (hikâye ya da rivayet) çekim yapılırken, Rusçada ise fiili cinsiyetine ve yapılan işin bitip bitmeme durumuna göre fiil çekimi yapılmaktadır. Endonezya dilindeyse geçmiş zamanı anlatmak için herhangi bir fiil çekimine ihtiyaç duyulmamaktadır.
Bu örnekler o ülkelerin kültürlerini dair de çok şey söylemektedir. Ayrıca zaman algıları sadece fiil çekimleriyle değil, geçmiş ve geleceği nerede gördükleriyle de ilişkilendirilmektedir. Yapılan bir çalışma alfabelerinin dizimi soldan sağa, sağdan sola ya da yukarıdan aşağıya doğru olan üç farklı topluluğa çiçeğin büyüme evrelerini dizmeleri istendiğinde; topluluklar sıralamaları alfabe dizilerine göre yapmışlardır.
Örneğin Arapça harf kullananlar için gelecek sol tarafta olduğundan sağdan sola doğru sıralama yapmaktadırlar.
♻️
⚠️Hezekiel kitabındaki simgelerle Yeremya ve Vahiy’de kullanılanlar arasındaki çarpıcı benzerlik.‼️
♻️
Benzerlikler ve Olası Bağlantılar
Yunusların hava kabarcıklarıyla iletişim kurma olasılığı ve heptapodların dairesel yazı dili arasındaki benzerlikler, doğanın ve insan yaratıcılığının ne kadar iç içe geçebileceğini gösterir. Her iki durumda da, dairesel şekillerin iletişimde kullanılması dikkat çekicidir. Yunusların hava kabarcıklarıyla yazı yazma fikri, bilim kurgu dünyasında gördüğümüz yaratıcı iletişim yöntemlerine ilham verebilir.

Avustralya bitkileri üzerine ilk koleksiyonları oluşturdular.
James Cook
Ünlü İngiliz kaşif James Cook, 18. yüzyılda yaptığı keşif gezilerinden birisinde Avustralya'ya ulaşır ve orada daha önce hiç görmediği tuhaf görünüşlü, 1.5 metre boylarında, uzun ve büyük bir kuyruğu olan, arka ayakları üzerinde zıplayarak hareket eden ve yavrusunu cep gibi bir kesede taşıyan hayvanlar görür. Ancak tabi 1770'lerde Kaptan Cook'un hayatında ilk kez gördüğü bu canlı, oldukça şaşırtıcıdır. Eliyle işaret ederek, oranın yerlileri olan Aborjinlerden birine bu hayvanın ne olduğunu sorar ve aldığı cevap üzerine bu ilginç hayvanın adı literatüre "Kanguru" olarak geçer. Bunun üzerinden yaklaşık 50 yıl geçtikten sonra Aborjin dili araştırılırken, bu kelimenin (kanguru) Aborjin dilinde "bilmiyorum" anlamına geldiği öğrenilir. Oradaki yerli, Kaptan Cook'a aslında sadece "bilmiyorum!" demek istemiştir. Yani, özetle, küçük bir yanlış anlaşılmadan kaynaklanarak ortaya çıkan "Kanguru" bütün dünya tarafından artık böyle anılmaktadır.
(Yeğeni Tahora, Osmanlılı din alimi Ebubekir Efendi ile evliydi.)
♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️
Edward Sapir
Sapir-Whorf hipotezi;
Sapir-Whorf hipotezi ya da dilsel görecelik; dilbilimindeki temel anlamı, insan düşüncesinin yerel dillerden çok yoğun bir şekilde etkilendiğini göstermektir. Bir insanın kendi dilinde belirli bir düşünce yapısı oluşmuştur ve bu insan başka bir insanın dilini hiçbir zaman tam anlamıyla anlayamaz. Bu tartışmalara yol açan tez, Sapir tarafından oluşturulmuş, diğer bir dilbilimci Whorftarafından ortaya konmuştur.[1] Whorf, aynı zamanda bir kimyacıydı ve bu dilsel bilgilerini didaktik söylem tarzıyla da birleştirdi.
Kökleri romantizm akımının ortaya koyduğu dil düşüncesine uzanan hipotez, 1950’lerde tanındı ve Whorf’un makaleleriyle ‘postum’ temasıyla basıldı. Devamında da Bernstein-Hypothese adını aldı. Daha sonra bu hipotez bilimsel olarak zayıf görülerek ve Noam Chomsky'nin evrensel gramer ve beyinde olduğu varsayılan gramer aygıtı teorileriyle gözden düşmüştür. Ancak son yıllarda tekrar önem kazanmaya başlamış ve hipotezin zayıf versiyonunu destekleyecek birçok araştırma yapılmıştır.
Bu hipotezin temelini dilsel görecelik kuramı oluşturur. Buna göre her dil bir düşünce sistemi oluşturduğundan, dil ve düşünce birbirine doğrudan bağlıdır. Dillerde sıklıkla oluşan yakın kavramlar arasındaki anlam farklılıkları, sadece o diller için geçerlidir. Whorf'un bu kuramını dilsel görecelik olarak adlandırmasının nedeni, onu Einstein'ın görelilik teorisiyle benzer görmesidir. Whorf, bu tezi bir adım daha ileri taşıyarak; bir insanın dünya görüşünün, o insanın konuştuğu kelimeleri ve gramerini de etkilediğini öne sürdü. Bu tez, bugüne kadar birçok kez denenmesine rağmen ispat edilememiştir.
Dilsel görecelik:
Edward Sapir ve Benjamin Whorf dilsel görecelik ilkesini savunur: Düşüncelerin dil ile ilişkili olduğunu ve dilleri, çok farklı dil bilgileriyle kullanan insanların bu dilbilgileriyle farklı gözlemler yaptıklarını, bu nedenle dil ve düşünce yapılarının göreceli olduğunu savunurlar. Öyle ki diller, böylece, kültür farklarını da korurlar. Bunların da Hint ve Eskimo dillerinin görgül çalışmalarıyla belgelenebileceğine inanırlar. Donald Davidson ise bu görüşe karşı, temel olarak farklı kavram şekilleri bizim için tamamen anlaşılmaz olduğu için birbiriyle iletişim halinde olan bütün insanların kendilerine ait bir kavram dünyasına sahip olduklarını savunur.





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️