26 Ekim 2024 Cumartesi

İrfâniye

İrfâniye

islamî terim

Allah'ı ilahi yaratıcı olarak tanımak ve bilmek demektir. Kavram İslami terminolojide mârifetullâh olarak da bilinir. 

Allah ve O'nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında mânevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimi.


Allah’ın nûru:    

Allah’a inanan insanın kalbi imânla nûrlanmıştır. Bu, kör gözün açılmasından, işitmeyen kulağın duymaya başlamasından çok ileri bir inkişafla ruhun, Rabbine kavuşması, Ona inanması ve kendini Onun mahlûku bilmesidir. Şimdi sıra, Onu tanıma vadisinde mesafeler almaya gelmiştir.

Kur'an’daki mârifet dersleri:    

Kur'an, mümine daima marifet dersleri verir. Allah’ın adıyla başlar ve hemen Allah’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildirir. Bu bir marifettir, yâni Rahman ve Rahim olarak Allah’ı tanımaktır.

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” emriyle Allah’ın resulü Muhammed’e ve O’nun şahsında da bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler kat etme emri verilmiştir. Biz bu emirdeki Rab isminden dersimizi alarak, öncelikle kendimizde tecelli eden ilâhî terbiyeyi okuruz. Yüzümüzü gözümüzü; kalbimizi ruhumuzu, kanimizi, hücremizi okuruz. Hepsini en güzel ve en faydalı biçimde terbiye eden Rabbimizin rahmetini, keremini okuruz. Okudukça O’nun terbiye ediciliğine ve O’nun rahmetine olan marifetimiz artar. İhsanını daha güzel, daha net, daha açık seyreder oluruz.

Ayetin devamına geçer, nutfeden yaratıldığımızı ibretle düşünürüz. Bizi her şeyimizle o küçücük şifrede yerleştiren ve onu açıp her organımızı yerli yerine koyan Rabbimizin lütfuna, rahmetine hayran kalırız.

Rab ismi üzerindeki bu düşüncelerimiz, bizi Fatiha Suresi'ne götürür. Rabbimizi, “Rabb-ül-âlemin” olarak tanırız. O, bizim Rabbimiz olduğu gibi, bütün hayvanlar ve bitkiler âleminin de Rabbidir. Semaarzmelek ve cin âlemlerinin, arşın, kürsinin, Cennet ve Cehennem'in de Rab'bidir. Bunları düşündükçe, O’nun marifetinde daha da terakki ederiz.

Rab ismi ilâhî isimlerden sadece birisi. Diğer isimleri ve tecellilerini de aynı şekilde tefekkür ederiz. Allah’ı Rab olarak tanıdığımız gibi, RezzakMuhyi (hayat verici)Kerim ve Kadir olarak da tanırız. Böylece marifetimiz daha da artar. Sonra, bütün bu isimlerin İlâhî sıfatlardan geldiğini düşünürüz. Marifetimiz sıfatlar aleminde derinleşir ve genişlenir. Ve sonunda, bütün bu sıfatların bir tek zata ait olduğunu bilmekle tevhit sahasına girer, Allah’ı hiçbir mahlukuna benzemeyen, bütün sıfatları gibi zatıyla da eşi ve benzeri olmayan tek zat olarak biliriz.


Allah’ı tanımak: 

Bu felsefi düşünceye göre, Allah’ın yarattığı olarak tasavvur edilen eşya üzerinde bilim insanlarının dünya yaratıldığından beri kafa yormaları ve her gün yeni keşiflerde bulanmaları, varlık alemini her geçen gün biraz daha tanımaları göstermektedir ki bu eserlerin tümünü yaratan Allah’ı tanımanın, O’nun marifetinde ilerlemenin sonu yoktur. Muhammed peygamber Miraç mucizesinin son durağında, “Ben seni hakkıyla tanıyamadım.” buyurmakla, hem bu sahanın sonsuzluğunu, hem de marifetimizi kesinlikle yeterli görmeyip ömrümüzün sonuna kadar bu yolda ilerlememiz gerektiğini bize ders vermektedir.


Tasavvûfta "Mârifetullâh"mertebesine erişmekte uğranılacak olan dört ruhî durak

Dört durak; Birinci Durak: Şeriat; İkinci Durak: Tarikât Kapısı'ndan geçilerek içine girilen "Tarikât"; Üçüncü Durak: Hakikât Kapısı'ndan geçilerek varılan "Hakikât"; Dördüncü durak olan ve görünemediği tasavvur edilen Gnostisizm ise Mârifet Kapısı'ndan geçilerek erişilebilen ve Hakikât Bölgesi'nin tam merkezinde yer alan ve Dört Durağında da Öz/Cevheri'ni teşkil eden "Mârifetullâh"tir.

♻️


Sezgi

felsefe, mistisizm, ezoterizm ve farklı öğreti sistemlerinde kullanılan terim

Sezgifelsefemistisizmezoterizm ve farklı öğreti sistemlerinde farklı anlamlarda kullanılan terim

  • Kimi felsefi akımlarda akıl yoluyla kavranamayacak gerçeklerin derin düşünme (tefekkür) yoluyla aranışı sezgi kapsamında değerlendirilir.
  • Ruhçulukta sezginin, insanın kendi düşüncesi olmaktan ziyade çeşitli etkenlerden kaynaklanan tesirlerle belirdiği kabul edilir ki, bu etken genellikle bedensiz bir ruhtur. Bu yüzden ruhçular yüksek bilgileri içeren tebliğlerin alındığı ruhsal irtibatlara “sezgisel (intuitif) irtibat” derler.
  • İlham (inspiration) adı verilen sezgi söz veya yazı tarzında dışarı yansıdığında vahiy (revelation) adını alır. Vahiy sözcüğü yalnızca peygamberler için kullanılan bir terim değildir. Terim Araplar’da İslamiyet gelmeden önce de bilinen ve kullanılan bir terimdi.


Felsefî bakış açısıyla sezgi: 

En genel anlamıyla, gerçekliği dolaysız olarak içten ya da içeriden kavrayabilme, tanıyıp bilme yetisi. Adım adım ilerleyen gidimli düşünmenin ya da bir takım uğraklardan geçerek yol alan akıl yürütmenin tersine, bir şeyi doğrudan doğruya algılayıp kavrama; bilinçli bir düşünme ve yargıya varma süreci olmaksızın doğrudan, aracısız gerçekleşen anlama ya da bilme; hiçbir çıkarıma dayanmaksızın, dolaysız bir biçimde bilgiye ulaşma yordamı.

Başka bir deyişle, önermelerden başka önermelere yönelerek, mantıksal yolla çıkarımlar yaparak ilkelerden sonuca ulaşan, tek tek parçalardan bütünlüğü olan bir düşünce oluşturan gidimli düşünme yoluna karşı, doğrudan ya da aracı kullanmaksızın düşünce kuran, bütünü bir kerede, bir bakışta tümüyle ele geçiren, şeylerin özüne dolaysız bir biçimde, doğrudan doğruya ulaşan, şeyleri tüm bir devingenliği içinde bütünlüklü kavrayan içten duyma yolu.


🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀



Bohr-Einstein tartışmaları

Bohr-Einsitein arası diyaloglar. 

Bohr–Einstein tartışmalarıkuantum mekaniğihakkında Albert Einstein ile Niels Bohr arasında süregelen tartışmadır.

Niels BohrAlbert Einstein ile birlikte Paul Ehrenfest'in Leiden'deki Evinde (Aralık 1925)

Tartışmaları, kuantum fiziğine olan katkılarına ek olarak bilim felsefesine de katkı sağladığı için günümüzde hâlâ önemini korumaktadır. Bu tartışmalar hakkında yapılan ilk kapsamlı çalışma Bohr tarafından yayımlanan "Einstein ile Atom Fiziği'ndeki Epistemolojik Problemler Üzerine Sohbetler" kitabıyla yapıldı. Einstein ile Bohr arasındaki düşünce farklılığı büyüktü ancak dostlukları yaşamlarının sonuna kadar sürdü. 

Bu tartışmalar yirminci yüzyılın ilk yarısında bilimsel araştırma yöntemleri konusunda yapılan en kapsamlı çalışmalardan biri olma özelliğini taşıdı çünkü yirminci yüzyılın ilk yarısında kuantum mekaniği bir dal olarak ortaya çıkmamış ve insanların atom fiziğinin ilerlediği yerler hakkında bilinci yeteri kadar gelişmemişti. Yıllar sonra çoğu fizikçi tarafından kuantum fiziğinin yapısı hakkında yapılan bu ilk tartışmada Niels Bohr'un haklı olduğu düşünüldü ve sonrasında da birçok güçlü kanıt Bohr'un bakış açısının, kuantum mekaniğinde temel yapı taşı olmasını sağladı.


Kuantum Devrimi öncesi fikirler;


Max Planck'ın çeşitli deneyler ile keşfettiği (h) sabiti ve kuantum kavramının, o dönemde bilinen fiziğin yeniden yazılması anlamına geldiğinin farkına ilk varan kişi Albert Einstein'dı. Bu durumu açıklamaya çalışan Einstein 1905 yılında yazdığı makalede geçen yüzyılda yapılan deneylerin bir kısmında ışığın bazen bir parçacık gibi hareket edebildiğini ve bu parçacığa foton adı verilebileceğini önerdi (bkz. Dalga parçacık ikiliği). 

Bununla birlikte bu konu hakkında araştırmalar yapan Bohr, foton kavramının en büyük karşıtlarından biriydi ve 1925 yılına kadar foton kavramını kabul etmedi. Foton kavramı Einstein'a çekici gelmekteydi çünkü parçacık gibi davranan bir ışığın birçok fiziksel özelliği açıklanabilirdi. Bohr bu durumdan hoşnut değildi çünkü bu parçacık olan ışığı açıklamak için yeni bir matematik oluşturulması demekti. Ona göre bir bilim insanı iki denklem arasında seçim yapmamalıydı.

Einstein'ın ve ışığı parçacık olarak düşünen bilim insanlarının makaleleri üzerine Niels Bohr, 1913 yılında Bohr Atom Modeli'ni yayınladı. Bu model sayesinde kuantum ikililiği kavramı belirli atomlar için çözüme kavuşuyordu. Einstein ilk önce şüpheci yaklaştı, ancak sonrasında modelin belirli sınırlar altında işe yaradığını görünce Bohr'un düşüncelerine katıldı.


Kuantum Devrimi; 

1920'lere gelindiğinde atom çekirdeği hakkında yapılan birçok araştırma ve deney, Einstein ve Bohr'un fikirleri etrafında şekillenen bir kuantum devrimine yol açtı. Devrimi başlatan ilk şok Werner Heisenberg'ın çıkardığı bir makaledeki uzay zaman denklemlerinde Newton'dan beri değişmeyen ve "gerçeklik" olarak bahsedilen yapıtaşlarını çıkartmasıyla var oldu. Sonraki dalga da 1926'da Max Born'un yaptığı araştırmalar sonrası, Atom altı çalışmalara inildiğinde matematikteki olasılık teorisiyle orantılı sonuçlar bulduğunu tespit etmesi ile geldi.

Einstein, deneylerin bu şekilde yorumlanmaması gerektiğini düşündü ve bu düşünceyi reddettiğiini söyledi. Max Born'a attığı bir mektupta Einstein, "Hiçbir zaman, hiçbir koşulda, beni onun (tanrının) zar attığına ikna edemezsiniz." diye yazdı. ☝🏻

1927 yılında yapılan Beşinci Solvay KonferansıHeisenberg ve Bohr, yeni bir çağın başladığı sonucuna vardıklarını söylediler, bu koşullar kuantum mekaniğinin temellerini atacağını ve artık pek değişmeyeceği sonucuna vardıklarını belirttiler. Bu konuşma duyulduğu anda zaten bu düşünce biçimine eleştirel bir şekilde bakan Einstein, dehşet içinde kalır. 

Ona göre bu işi yalnızca olasılık ile yorumlayıp üstünü kapatmak yanlıştır ve kuantum maddelerinin özelliklerinin daha iyi incelenmesi gerekir. 

Einstein devrimin bittiğini düşünmüyor ve atom modelinin daha fazla geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bir parçacığın uzay ve zamanda hızı ile konumunun aynı anda bilinemeyeceğini, ancak istatistiksel olarak orbitaller aracılığıyla tahmin edilebileceğini kabul ediyordu (bakınız Belirsizlik İlkesi). 

Einstein' göre bu istatistiksel sistem tamamiyle rastgele olmuş olamazdı, arkasında mutlaka bir model, bir plan var olmalıydı. Kendini istatistiksel düşünen biri olarak tanımlasa bile Einstein, bu belirsizliğin yalnızca rastgelelik ile çözüleceğini düşünmüyordu. Niels Bohr'a göre ise bu durum fiziğin tamamlayıcılık ilkesiyle gayet tutarlıydı. Ona göre bu rastgeleliği kabul etmeyiş, eski moda determinist görüşlerin gelenek haline gelmesinden kaynaklanıyordu.


Figür A. Tek renkli bir ışık(bütün parçacıkların ortak itme ile atıldığını gösteriyor) S2'de çift yarıktan geçerek iki ana parçaya kırılıyor, Bu da F yüzeyinde normalde iki ana ışık görüntüsü yaratması beklenirken parçalı bir ışık görüntüsü yaratıyor. Bu durumu yorumlayan Einstein'e göre, ışık, iki ana görüntü yaratması gereken dalgaları çift yarıktan geçen fotonlar, dalgalanın yönlerini bozmadan görüntüyü çıkarmıştır.


🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀


Belirsizlik ilkesi: 


Belirsizlik ilkesiHeisenberg belirsizlik ilkesi ya da Belirlenemezlik ilkesi olarak da bilinir.

1927'de Alman fizikçi Werner Heisenbergtarafından ortaya atılan ve bir cismin belirli bir andaki konumu ile momentumunun (Kütlesiyle hızının çarpımının) aynı anda ve kesin değerlerle kuramsal olarak bile ölçülemeyeceğini öne süren ilke.

Belirsizlik ilkesi, kuantum mekaniğini klasik fizikten ayıran temel özelliklerin başında gelir ve klasik fiziğin tanımladığı günlük olaylar bu ilkeye ilişkin hiçbir ipucu vermez. Örneğin bir otomobilin belli bir anda bulunduğu yeri ölçmek kolaydır ve bu ölçümlere kesin gözüyle bakılabilir; çünkü bu ilkede söz konusu edilen belirsizlikler, elle tutulup gözle görülebilen her nesne için olduğu gibi otomobil içinde ölçülemeyecek kadar küçüktür.

Bu kurala göre, bir cismin ve momentumundaki belirsizliklerin çarpımı, olağan değerlerden çok daha küçük olan bir fiziksel niceliğe ya da sabite ( joule-saniye; yani h, Planck sabiti olmak üzere, h/2 π niceliğinin değeri) eşit ya da bu nicelikten daha büyük olmalıdır. Bu nedenle, bu belirsizliklerin çarpımı yalnızca kütleleri ve boyutları olağanüstü küçük olan atomlar ve temel parçacıklar için büyük önem taşır.

Elektron gibi bir temel parçacığın hızını, daha doğrusu momentumunun kesin değeriyle ölçmeye kalkışmak, bu parçacığın yerini, önceden kestirilemeyecek biçimde değiştirir; bu nedenle, parçacığın hızını (momentumunu) ölçerken aynı anda yerini de belirlemeye çalışmanın hiçbir anlamı kalmaz. Ölçü aletlerinin, ölçme tekniklerinin ya da gözlemcinin yetersizliğiyle hiçbir ilgisi olmayan bu sonuç, doğada, atomaltı boyutlardaki parçacıklar ve dalgalar arasında var olan yakın bağlantıdan doğar.

Louis de Broglie'nin göstermiş olduğu gibi, her parçacığa bir dalga eşlik eder; başka bir deyişle her parçacık bir dalga davranışı ve özelliği gösterir. Parçacığın, kendisine eşlik eden dalga içinde bulunma olasılığının en yüksek olduğu yerler, dalga genliğinin en büyük olduğu noktalardır. Ne var ki, eşlik eden dalganın genliği ne kadar büyük olursa, ilgili parçacığın momentumuyla hemen hemen özdeş olan ve momentumunu belirleyen dalga boyunu tanımlamak da o kadar güçleşir; çünkü bölge daraldıkça daha çok sayıda dalga boyu bileşeni gerekir.

Bu nedenler çok dar bir alana sıkıştırılmış olan bir dalganın eşlik ettiği parçacığın yeri bellidir, ama momentumu için sonsuz sayıda değer bulunabilir. Oysa, tek bir dalga boyuna sahip bir dalga aynı genlikle bütün uzayı kaplayacağından, bu dalganın eşlik ettiği parçacığın hızı (momentumu) hemen hemen kesin olarak belirlenebilir, ama yeri hiçbir zaman bilinemez; daha doğrusu böyle bir parçacık herhangi bir yerde bulunabilir.

Yer ile momentumun, yalnız klasik fizikte değil kuantum mekaniğinde de eşlenik olduğu göz önüne alınarak bu ilke genişletilirse, gözlenebilir bir büyüklüğün oldukça önemli bir belirsizliğe yol açar. Bu durum ve genel tanımıyla belirsizlik ilkesi, örneğin enerji ve zaman gibi tüm eşlenik değişken çiftleri için geçerlidir: Enerji ölçümünde söz konusu olan belirsizlik ile ölçümün yapıldığı zaman aralığındaki belirsizliğin çarpımı gene h/2π'ye en azından eşittir.

Kararsız bir atom ya da atom çekirdeğinin, daha kararlı bir duruma geçmek için atması gereken enerji miktarının belirsizliği ile kararsız durumda geçirdiği ortalama sürenin belirsizliği arasında da aynı bağıntı söz konusudur.



Bu nedenle, sezgisel içeriğini açıklamaktan veya bu formalizmin geçerliliği için "alan" veya "özgürlük" yaratmaktan ziyade, bu formalizmin ve özellikle de komütasyon ilişkisinin geçerliliğini varsayarlar. En iyi ihtimalle, yukarıdaki eşitsizlikleri, formalizmin Heisenberg'in ampirik ilkesiyle tutarlı olduğunu göstermek olarak görmek gerekir.

ile arasında kayda değer ikinci bir fark daha vardır. Heisenberg "belirsizlikler" δp için genel bir tanım vermemiştir. Bununla beraber δq. Bunlar hakkında yaptığı en kesin açıklama, bunların "ortalama hata gibi bir şey" olarak alınabileceğiydi.

Düşünce deneyleri tartışmalarında, o ve Bohr belirsizlikleri her zaman eldeki deneyle ilgili olan bazı parametreleri seçerek duruma göre ölçerdi. Buna karşılık, eşitsizlikler ve "belirsizlik" ölçüsü olarak tek bir spesifik ifade kullanırlar: standart sapma.

O zamanlar, bu ifadenin hata teorisinde ve istatistiksel dalgalanmaların tanımlanmasında iyi bilindiği ve yaygın olarak kullanıldığı göz önüne alındığında, bu seçim doğal değildi. Ancak, bu seçimin belirsizlik ilişkilerinin genel bir formülasyonu için uygun olup olmadığı konusunda çok az tartışma vardı ya da hiç yoktu. 

Standart sapma, belirli bir durumdaki bir gözlemlenebilirin bir dizi ölçümündeki yayılmayı veya beklenen dalgalanmaları yansıtır. Bu fikri, bir mikroskobun çözümleme gücü gibi bir ölçümün "yanlışlığı" kavramıyla ilişkilendirmek hiç de kolay değildir. 

Aslında, Heisenberg Kennard'ın eşitsizliğini belirsizlik ilişkisinin kesin formülasyonu olarak almış olsa da, o ve Bohr düşünce deneylerine ilişkin birçok tartışmalarında hiçbir zaman standart sapmalara dayanmamışlardır ve aslında bu tartışmaların standart sapmalar açısından çerçevelenemeyeceği gösterilmiştir (Uffink ve Hilgevoord 1985; Hilgevoord ve Uffink 1988).

Titreşim sayısı ve enerji niceliği az {\displaystyle \Rightarrow } Dalga boyu uzun {\displaystyle \Rightarrow } Bekleme süresi uzun {\displaystyle \Rightarrow }Belirsizlik büyük

Titreşim sayısı ve enerji niceliği çok {\displaystyle \Rightarrow } Dalga boyu kısa {\displaystyle \Rightarrow } Bekleme süresi kısa {\displaystyle \Rightarrow } Belirsizlik küçük

Enerji niceliği ne denli azsa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi uzar ve ölçülen zaman belirsizleşir. Tersine; Enerji niceliği ne denli çoksa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi azalır ve ölçülen zamanın belirsizliği azalır. 


🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀



Bilimde nedensellik: 

İlk Çağlardan 20. yüzyıl başlarına kadar gelişerek ve derinleşerek gelmiş olan bilim düşüncesinde ve bilim teorisinde geçerli olan nedensellik anlayışı ya da nedensellik kavramının kavranılışı, ünlü bilim insanı Albert Einstein'ın popüler sözü "Tanrı zar atmaz" değişinde ifadesini bulur. Her şeyin birbirine bağıntılılığı, her gelişmenin ya da sonucun bir önceki olayın ya da etkinin ürünü olduğu düşüncesi, geriye doğru gidildikçe sonsuz bir neden-sonuç ilişkisinin var olduğu düşüncesi bu bağlamda değerlendirilir. Bu düşünceye göre bilimin temel sorusu, Neden? sorusudur.

Ayrıca, benzer nedenlerin benzer koşullarda aynı sonucu vereceği önermesi de nedensellik ilkesinin temel önermelerinden biridir. Francis Bacon, doğa bilimlerindeki gelişmelerle nedensellik ilkesininaçık bir şekilde bilimin temeli olarak kanıtlandığını öne sürmüştür. Özellikle fizik bilimi uzun yıllar nedensellik ilkesi altında tanımlanmış ve değerlendirilmiştir. Kuantum fiziğinin gelişiminden itibaren ise, bilimin bütün ilkelerinin yanı sıra en çok tartışılan ilkesi nedensellik ilkesi olmuştur.

Bilim felsefesi 20. yüzyılda bilimin niteliği üzerine önemli tartışmalar kaydetmiştir ve bilinen anlamda nedensellik ilkesinin eleştirisi yaygın bir eğilim olarak şekillenmiştir. Bilim kuramcıları ve bilim felsefecileri kaosolumsallıkbelirsizlikbelirlenimsizlikolasılıkrastlantı gibi kavram ve kategoriler aracılığıyla bilimsel nedensellik fikrini karşılaştırmakta, farklı yollar aramaktadırlar. Belirsizlik ilkesi, nedensellik ilkesi karşısında giderek öne çıkmış ve güçlenmiştir. Özellikle pozitivizmde nedensellik kavramına belirleyici bir önem ve yer verildiği görülür. Bu anlayışta nedensellik ilkesiyle, geçmiş olayları bilerek bugünü görecegimiz ve hatta geleceği bilecegimiz ileri sürülür. Nedensellik ilkesinin geri kalanı ise belirsizlik ilkesine karşı ayakta kalabilmiştir.

Nedensellik:

20. yüzyılın başlarına kadar bilimin temel yasası olarak Nedensellik ilkesi öne sürülmüştür. Kuantum fiziğiyle birlikte bilimin ilkesi olarak nedensellik tartışmalı bir konuma gelmiştir ve bu tartışma hem bilim kuramcıları hem de felsefeciler tarafından değerlendirilmeye devam edilmektedir.

Felsefe tarihi boyunca nedensellik tartışılagelen bir konu olmuştur. Epistemolojiontolojimetafizikalanlarında nedensellik ilkesi üzerine çok geniş bir tartışma tarihi bulunmaktadır. Nedensellik-belirsizlik, nedensellik-özgür irade, nedensellik-olumsallık, nedensellik-belirlenimsizlik, nedensellik- rastlantısallık vb. konu başlıkları felsefe tarihi içindeki bazı tartışılagelen konu başlıklarını göstermektedir. Felsefi bir kavram ve eğilim olarak determinizm nedensellik ilkesi üzerinde temellenir.

"Neden?" sorusu: 

Newton'un bulguladığı bilimsel gelişmeler ve doğabilimlerinin o dönemdeki ilerlemesi sonucunda nedensellik kavramının öne çıktığı söylenebilir.Nedensellik bir şeyin nedeninibilmek ve bu da, bir şey meydana gelmişse ondan önce başka bir şey meydana gelmiştir düşüncesine sahip olmak anlamına geliyordu ve böylece, buradan da gelecegin kestirilebilir/bilinebilir bir şey olduğu fikrine varılıyordu. Eğer bir olayın geçmişteki nedenibiliniyorsa gelecekteki sonucu da bilinebilir olarak ele alınıyordu. Newton fiziğinde, belirli bir anda eğer bir sistemin durumu biliniyorsa gelecekteki durumunun da ne olacağı tespit edilebilir olarak alınır. Nedensellik bu anlamda bir neden-sonuç ilişkisi olarak anlaşılmaktadır. Werner Heisenberg ve benzer kuantum fizikcilerinin itirazı tam da bu noktaya ilişkindir; çünkü belirli durumlarda (atom altı dünyada) bir şeyin konumunu ve hızını aynı anda bilmenin olanaklı olmadığı, bunun çeşitli olasılıksal hesaplara bağlı olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Böylece nedensellik ilkesinden giderek belirsizlik, olasılıksallık, rastlantısallık gibi kavramlara yönelim sozkonusu olmuştur.


Felsefede nedensellik; 

Her olayın maddi veya manevi birtakım nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu kabul eden felsefi görüş determinizm olarak adlandırılır. Determinizm bütün olayların, hiç kimsenin değiştiremeyeceği bir şekilde, doğaüstü bir güç tarafından saptanmış olduğunu kabul eden fatalizmle (sabit kadercilik) karıştırılmamalıdır. Determinizm etrafındaki bir diğer kavram deizmde ise, evreni bir ilk nedenin sonucu olarak evrensel kurallar çerçevesinde yaratan tanrının, sonrasında deterministik olarak gelişen olaylara müdahalede bulunmadığına inanılmaktadır.


1800 Sonrası; 


Werner Heisenberg

1820'li yıllarda "determinizm" kavramı bir makinenin çalışmasını tanımlarken Simeon Poisson ve Laplace bu kavramı "makine gibi çalışan evren" modeli için önerdiler. Bu görüş "Evrenin parçası olan insan da kurallar içinde işler, insanın özgür iradesi yoktur" önermesini doğurdu. 19. yüzyılda pozitivist felsefenin etkileri artmaya başladı. Bu etkiler soyut ve somut kavramların, düşünce ile bilimin çatışmasına sebep oldu. Bu yüzyılın sonunda BergsonBoutrouxDe BroglieHeisenbergMax PlanckVon NeumannF. Perrîngibi filozoflar ve bilim adamları determinizmi eleştirmeye ve indeterminizm hakkında görüşlerini öne sürerek anlayışların değişmesine sebep oldular. Bu zamanlarda gelişen kuantum mekaniği, determinizm anlayışını; determinist olduğu düşünülen fizik yasalarının indeterminist olduğu düşünülen yanları açığa çıkardı.    




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hallo 🙋🏼‍♀️