8 Eylül 2024 Pazar

Vahdet deryasına dalan, denizdeki bir balığa benzetilir.

ÜVEYSÎLİK

Tasavvufta, Hz. Peygamber zamanında Yemen’de yaşayıp müslüman olan, ancak kendisiyle bizzat görüşemeyen Üveys el-Karanî’nin (Veysel Karanî) rüya veya diğer mânevî yollarla Hz. Peygamber tarafından irşad edildiği kabul edilir. Bu tür kişilere Üveysî, bu metoda da Üveysîlik denir.

Hz. Mûsâ zamanında Burh (Burh-i Esved) isminde mütevazi bir kişinin yaşadığı, bu kişinin Allah katında çok değerli olduğu, onun meşrebindeki insanların birbiriyle kalben anlaştığı, bunlara Burhiyân adı verildiği, İslâm’dan sonra da böyle insanlara Üveysiyân denildiği kaydedilir. 

Üveysî sıfatı dört grup sûfî için kullanılır. Bunlar Hz. Peygamber’den, Veysel Karanî’den, Hızır’dan veya bir mürşidden ruhanî yolla eğitim gören kişilerdir.   

Tasavvuf tarihinde Üveysî olduğu söylenen ilk mutasavvıf İbrahim bin Edhem’dir. (ö. 166/782) Onun Hızır -aleyhisselâm-’dan veya Üveys el-Karanî’nin rûhâniyetinden feyz aldığı söylenir.

Yine ilk dönem sûfîlerinden Bâyezîd-i Bistâmî’nin Câfer es-Sâdık’tan, Ebu’l-Hasan Harakānî’nin de Bâyezîd-i Bistâmî’den Üveysî yolla eğitim aldığı kabul edilir.     

Bazı kaynaklarda da Ebü’l-Hasan el-Harakānî’nin müridi olduğu belirtilen Ebü’l-Kāsım Kürregânî’nin Veysel Karanî’den ruhanî yolla feyiz aldığı ve gençliğinde “Üveys Üveys!” diyerek zikrettiği anlatılır. 

Üveysî diye kaydedilen çok sayıda mutasavvıf vardır. Meselâ Bahâeddin Nakşibend’i Abdülhâliḳ-ī Gucdüvânî ve Hakîm et-Tirmizî’nin, Ebû Bekir Zeynüddin Tâyebâdî’yi Ahmed-i Nâmekī-yi Câmî’nin, Ahmed Fakih’i Veysel Karanî’nin bu yolla irşad ettiği belirtilir. 

Üveysîlik konusuna ilk defa Ferîdüddin Attâr’ın 618 (1221) yılında tamamladığı Teẕkiretü’l-evliyâʾda temas edilmiştir.  

Orta Asya ve Doğu Türkistan’da kaleme alındığı görülmektedir. Bu bölgede Üveysî sûfîlere dair üç eser yazılmıştır.
Nâsır b. Kāsım Türkistânî Fergānî tarafından XV. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alındığı tahmin edilen Ḥadâʾiḳu’l-cinân (Heşt Ḥadîḳa) adlı Farsça eser,
aynı yüzyılda Mâverâünnehir’de yaşayan Seyyid Ahmed Beşîrî adlı Üveysîmeşrep şeyhin menkıbelerini ihtiva eder. Eserde Seyyid Ahmed’in Hoca Ahmed Yesevî’nin takipçileri olan Yesevî şeyhlerinden ve özellikle Seyyid Atâ’dan Üveysî yolla feyiz ve icâzet aldığı anlatılır. 

Konuyla ilgili ikinci eser, Muhammed Şerîf adlı bir Üveysî şeyhinin menkıbelerini anlatan Tezkire-i Hoca Muhammed Şerîf Büzürgvâr’dır. 

Üçüncü eser, Ahmed b. Sa‘deddin el-Özgenî en-Nemengânî’nin muhtemelen XVII. yüzyılda Farsça kaleme aldığı, XVIII. yüzyılda Muhammed Gedâ b. Muhammed İbrâhim tarafından Doğu Türkistan’da Türkçe’ye çevrilen ve Teẕkire-i Buġrâ Hânî (Teẕkire-i Üveysiyye) adıyla bilinen eserdir (İslâmâbâd 1376 hş./1998). 

Üveysî’den söz eden eser Julian Baldick tarafından geniş bir şekilde incelenmiş, Devin DeWeese, Baldick’in çalışmasında tesbit ettiği teknik eksiklikler üzerine bir makale yazmıştır (bk. bibl.). 

Nakşibendiyye’yi Anadolu’ya getiren ilk Nakşibendî şeyhlerinden Abdullah-ı İlâhî, Üveysîliğin çok seçkin insanların yolu olduğunu ve herkese nasip kılınmadığını söyler. 
Ona göre Veysel Karanî’nin ruhaniyetine yönelerek feyiz alan kişilerde uzlet, riyâzet ve gönlü dünya bağlarından kurtarma hali görülür. 
Hakîm et-Tirmizî ve İbnü’l-Arabî’nin ruhaniyetine yönelen kimselere gaybî sırlar açılır; 
Harakānî ve Bâyezîd-i Bistâmî’ye yönelenlerde fenâ, gaybet ve kendinden geçme,
Sadreddin Konevî’ye yönelenlerde ise hakikat ilimleriyle samediyyet (ihtiyaçsızlık) hali zuhur eder.

Kaynaklarda Veysel Karanî’den gelen silsilelere de rastlanır. 

Rivayete göre Veysel Karanî, Hz. Ömer ve Hz. Ali’den hırka giymiş,
kendisi de Ebû Ömer Mûsâ b. Yezîd er-Râî’ye, o da İbrâhim b. Edhem’e hırka giydirip icâzet vermiştir.

Ahmed b. Abdurrahman’ın İmam Gazzâlî’yi mânen gördüğü ve ondan eserlerini okutma hususunda icâzet aldığı, Ebû Bekir b. Sâlim Bâ Alevî’nin de İbn Atâullah el-İskenderî’nin ruhaniyetinden “Hizbü’l-berr” isimli evrâdı aldığı nakledilir. 

Çiştiyye tarikatında Üveysîliğe büyük önem verilmiş, şeyhten uzakta bulunan sâlikin Üveysî guslü niyetiyle yıkanıp Veysel Karanî’nin ruhuna Fâtiha okuyarak seyrüsülûke başlayabileceği kaydedilmiştir. 

Osmanlı mutasavvıflarından Osman Şems Efendi ve halifeleri hem Kādirî hem Üveysî olarak tanınmıştır. 

bazı sûfîler, “Diri bir kedi ölü bir aslandan daha iyidir” sözüyle yaşayan bir şeyhten eğitim almanın önemini vurgulamıştır.

♻️

20. Kabenin Yolları Bölük Bölüktür,
•Yunus Emre


Her müminin gönlü bir kâbedir, Kâbetullah'tır. Allah’ın kâbesidir gönül kâbesi.
Efendim İnsanların mekâna ihtiyacı var. İnsanlar, mekâna ve zamana bağlı olarak yaşarlar.
Bunun da en kuvvetli delili Hz. Adem'in, Allah'ın emriyle, bildiğimiz Kâbe'yi inşa etmesidir. Bu bir semboldür. Ama insanın öyle bir sembole ihtiyacı var.

Şöyle sol tarafına doğru baksa tevhid ederken; hani ‘İllallah’ı sola doğru üfle deniyor ya o tarafa doğru baksa orada bir şey, bir uzvumuz var işte o ''Gönül kâbesi''. Bütün hayır ve şer oraya geliyor. Hayır tulû ediyor şer ifsad ediyor orayı.

Kâbe’nin yolları bölük bölüktür, diyor.
Ne demek bu?
yâni gönül kâbesini inşa etmek için, oraya varmak için birçok yol var, tek bir yol söz konusu değil.
 Gönül kâbesini inşa etmek, daha doğrusu var olan gönül kâbesinin farkına varmak. 

Gönül kâbesindeki fazlalıkları temizlemek için bir takım yollar var.
Bunlara ''tarikat'' adını -tarik yol demek malûmunuz- tarikat yollar demek yâni.
Bir takım reçeteler var.
Kulun yapması gerekenler var. İşte gönül kâbesi böyle bir yer. Bu kâbenin; Cenâb-ı Allah'ın tenezzül buyurması için temiz olması lâzım, pak olması gerekiyor.
Çünkü bu gönül kâbesinde masiva olduğu anda Cenâb-ı Allah oraya teveccüh, tenezzülü şöyle oluyor; nurundan, feyzinden, aşkından oraya şuâlar gönderiyor.
Kalp aynı zamanda bir aynaya da benzetilmiştir. Kiri varsa, pası varsa aynaya şuâ gelir ama aynada bir akis olmaz. 
İnsanlar, meseleyi anlamak için dâima mecazlara muhtaçtırlar. Benzetmelere muhtaçtırlar.  

Burada da bir ayna benzetmesi var, mir’at dedikleri. Dolayısıyla demek ki, bir yollar var farklı yollar var, mühim olan; o yollardan geçerek o yollarda gayret göstererek, yürüyerek gönül kâbesini gerçek Kâbe hâline getirmektir. 
Gerçek Kâbe'ye yapılan ziyaret de bu yollardan çok mühim bir merhaledir.
Ama gidemeyenler de hiç de meyus olmasınlar. Eskiler buyurmuşlardır ki; ''Yanımdaki Yemen'de, Yemen'deki yanımda''.
Maneviyat böyle bir şey; maneviyat, fiziksel merhaleleri kolayca aşar.
Kalpten kalbe yol vardır ve bu yol fiziksel mesafeyle mukayyed değildir. 

Peki, gönül kâbesini inşa etmek için ne lâzım geliyor? yüreğin delik delik olması...
Yine burada bir fiziksel metafora başvuralım bir benzetme yapalım.
Delik delik olan küpte içine konan malzeme durur mu? durmaz, dökülür. Sen de yüreği delik delik yaparsan masivallah o yürekte durmaz, akar, dökülür, yok olur.
Peki nur? nur bir ışık, feyiz bir ışık.
Onun için sadece o gönlün bir mânada parlak olması lâzım. Geldiği anda işi bitiriyor o yâni.
Bir önceki nutukta da onu söylüyor ''aşk elinden'' diyor yâni hadise o.

Benim yüreciğim delik deliktir  /  Dünya dedikleri bir gölgeliktir, diyor yâni ikaz.
Zaten ilâhi hitapta da var dünya için, lehvün ve laibün. Bir an diyor yâni Cenâb-ı Allah; sizin dünyada kalışınız.

Hani bizim işte elli sene, yetmiş sene, doksan sene falan diyoruz ya; an-ı vâhid o diyor yâni. Ama öyle bir an ki imtihan anı.
Bildin, bilmedin. Bildin sınıfı geçtin, bilmedin sınıfta kaldın.
Esasında insan olmak çok zor ama çok şerefli bir şey.
İnsan olmak, ilâhi emaneti yüklenmek ona tahammül etmek ve bir beşer olarak kendi kulluğunu idrak etmek çok mühim bir şey.

Canım Kâbe’m varsam sana  /  Yüzüm gözüm sürsem sana,
Burada dediği, söylediği hem bildiğimiz yâni Mekke-i Mükerreme’deki Kâbe ama esas gönül kâbesi.
Peki, siz içsel bir yolculuk yaparak kendi içinizdeki kâbeye varacaksınız. Bunu yaparken de yolda meşakkat çekeceksiniz, yüreğinizi deleceksiniz ki içinde fazlalıklar kalmasın dışarıya doğru aksın, bu sadece arı duru bir kalp olarak.

Eşim dostum yüklesinler yükümü, Bunu tek başınıza yapamazsınız, onu söylüyor.
 “Eşim dostum yüklesinler yükümü” onun için cemaat, ferde göre çok daha önemlidir.
İnsan tek başına kaldığında diğer dostlardan yardım alamaz.
Buna modern dilde ''sinerji'' diyorlar. Sinerji. İki kişi, üç kişi, dört kişi olduğu zaman; tek tek yapılan işten -fiziksel mânada söylüyorum- daha fazla bir iş çıkıyor.
Peki, manevi olarak? yine büyüklerimiz buyurmuşlardır ki; ''Oğlum, evlâdım hâl sâridir.'' Yâni bir büyükteki bir ulu kişideki güzel hâl; misaliyle, kırıntısıyla, kesriyle size intikal eder geçer. 

O halde, eşim dostum yüklesinler yükümü. Yâni yardımcı olsunlar.
Peki ben? ben de onlara yardımcıyım. Onlar benim eşim dostumsa, ben de onların eşi dostuyum.
Eğer gönül kâbesine doğru yola çıkmak niyetindeyseniz, bunu mutlaka eşinizle, dostunuzla, biraz daha spesifik kelimeyi kullanalım; ihvanınızla yapacaksınız.
Yalnız başına çok zor. Yalnız başına olana üveys’ül meşrep diyorlar.
Yok diye bir şey yok. Olur. Ama çok zor. Üveysi meşrep olmak çok zor bir hadise. 

“Komşularım helal etsin hakkını” diyor.
Bütün insanlardan helallik alacaksınız. Bu bildiğimiz mânada tabi ki fıkhî şer-i helallik.
Bir itirazımız yok. Evleviyetle o, o da yetmiyor. Gönül kâbesini inşa etmeye doğru yola çıkmışsanız, bölük bölük yollardan yürüyorsanız, ihvanınızdan yardım alıyorsanız, aynı zamanda ihvanınızın hoşnutluğunu kazanacaksınız.
Ne demek bu? bir dostunuzun, bir kardeşinizin veya bir başkasının aklına düştüğünüz zaman, sizi hoşnutlukla hatırlayacak.
Gülümseyerek hatırlayacak, kalbi yumuşayarak hatırlayacak.
Hatta belki bir tebessüm yüzünde zâhir olacak. Soracaklar “niçin yahu tebessüm ettin?” ,  “hiç” diyecek o da, bir şey söylemeyecek. Öylesine, diyecek filan yâni.
Çünkü sizi hatırlayacak. Sizin güzel hâlinizi hatırlayacak. Yâni resmi mânada, hukuki mânada aranızda bir alışveriş olmasa dahi; hoşnutluk.
Bunun da yolu -Bismillah- ilk basit yolu. Eskilerin tabiriyle; “Melâhat-i vechiye sahibi olmak”. Yüzünüze bakıldığı zaman bir yumuşaklık, bir hüsn-ü cemâl yüzünüzden akmalı. Lâubali bir veche değil.
Ciddi ama yumuşak. Hilmiyet, halîm olmak. Daha doğrusu Abdülhalîm olmak. Hadise bu. 

Demek ki burada adeta, teker teker sırları söylüyor yâni Cenâb-ı Yunus. Gönül kâbesini inşa edeceksin; bu senin vazifen.
Ama oranın temizlenmesi lâzım. Farklı farklı yollar var. Yüreğini delik delik et ki içindeki masiva aşağıya doğru düşsün, çıksın, aksın, uçsun.
Bu dünya zaten bir gölgelik; buna fazla bel bağlama. Bu iş tek başına olmaz, diyor. Çok zor. Bir de, bulunduğun çevredeki temas ettiğin her kimse; işinde, gücünde, ailende, akraba-i taallukatında, mahallende, çalıştığın yerde, her neyse, seni hatırladıkları zaman kalplerine bir inşirah zuhur etsin.
 Kâbe’nin dibinde… bundan evvel şunu söyleyeyim; son mısrada diyor ki; “Komşularım helal etsin hakkını  / Görmez oldum ırak ile yakını”.
Bu şu demek; yâni ben artık, gözün ve aklın bana emrettiği ahvâlden berî oldum, uzaklaştım.
 Onlara riayet ediyorum ama biliyorum ki, onların ötesinde bir başka güzellik var.
Allah yolunun yolcusu, gönül kâbesini tavaf etmek isteyen, gönül kâbesini inşa etmek isteyen her kim ne olursa olsun, son olarak, şunu her zaman akıldan çıkarmamalı ki; uzak ile yakın bu dünyaya ait kayıtlamalardır. Takyidat, diyorlar eskiler. Sınırlamalar, limitler. Buna riayet edeceğiz, zâhire riayet.
Ama bileceğiz ki, hele böyle bir yola çıkmışsak, bunun ötesinde bir başka dünya var. ‘Gözüm bunu görmüyor’, diyor. Riayet etmemek değil. 

Kâbe’nin dibinde dört ırmak akar, bunların birinden süt,  birinden bal, birinden zemzem, birinden de şarap akıyor.
Bu şarap kelimesi, tehlikeli bir kelime.
Ama âyet-i kerîmede de geçiyor.
İçeni sarhoş etmeyen ama aşk-ı ilâhiyle dolduran bir mecaz bu.
Öbür tarafta nasip olursa içeceğiz. Bu noktada bir küçük anekdot aktaralım isterseniz

•Padişah, sefere giderken Aksaray’da bir tekkeye uğruyor. Konya veya Niğde.
Şimdi müstakil vilayet oldu, Aksaray’da.
Şeyh efendi de padişahın geleceğini duyduğu için, bildiği için, ona tabi istikbâl ediyor.
İki tane çeşme yaptırmış tekkenin bahçesine. Birinden süt, birinden bal-şerbet akıyor. Padişahın mahiyetinde bulunan sarbanbaşı, kervanbaşı.
Çünkü o zaman nakliye mekkâre,  develerle yapılıyor.
Sarbanbaşı Ahmed Paşa, efendiyi görünce mest olmuş. ‘Efendi buyurun’, işte Padişah istikbâl etmiş; birinden süt, birinden bal akınca Ahmed Paşa duramamış demiş ki;
“Efendi hazretleri Kevser bunun neresinde?” deyince Efendi diyor ki ona; “Onu da” diyor, “talip olanlara veririz”.
Bu sözü işitince Ahmed Paşa, "Allah” deyip bayılıyor.
Tabi uyandırıyorlar vesaire. Diyor ki Efendi; “Siz şimdi sefere gidin dönüşte kısmet olursa bakarız.”
Uzun bir sefer, bir iki sene sürüyor. Dönüp geliniyor. Yine aynı tekke. Zaferle, muzafferle dönülüyor.
Ahmed Paşa’ya diyor ki “-Nasıl?”   “-Müsaade buyurursanız ben burada kalayım” diyor sarbanbaşı. Bir alışveriş yapıyorlar. Sarbanbaşı Ahmed Paşa orada kalıyor, şeyhin oğlu, uzun saçlıymış, İsmail Efendi.
Padişahla beraber İstanbul’a dönüyor. İşte Ahmed-i Sarban dedikleri hazret O.
Bu böyle bir şerbet. 

Dört ırmak akar, bu işte biraz evvel söyledik. Dört halifeye de bunu benzetebilirsiniz,
dört büyük imama da benzetebilirsiniz.
Efendim Aktab-ı Erbaa hazeratından bu mecazdır dersiniz, Anadolu’nun direği Evtad-ı Erbaa hazeratından dersiniz.
Yeni bir dört de çıkabilir.
Allah’ın lûtfu, ihsanı onu biz bilmiyoruz.
Biz bildiklerimizi söylüyoruz.
Ama hepsi kâbeyle alâkalıdır.
Muhabbetullah olmadan hiçbir şey olmaz. 

Zeyn olmuş huriler seyrana çıkar, Eğer bir gönülde hubb-u rahman zuhur etmişse, hubb-u rahman lûtufları da vardır.
İşte onlar huriler.Her bakışınız sizin bir huridir, güzellik saçarsınız etrafa, her hâliniz, sükûtunuz dahi.
Ve siz dünyada nasıl izah edersiniz dünyevi zevkleri, dünyevi konforu? güzel manzara, hilmiyet, bir de güzel koku.
Üç şey sevdirildi buyrulmuştur, bunlardan bir tanesi güzel kokudur.
Diğer ikisini söylemeyeceğim. Biliyorum da, bilmeyenler de baksınlar muhakkak biliyorlardır.
Ötekisi de güzel kokudur. Misk, amber kokar diyor.
Ve neticede, Canım Kâbe’m varsam sana /  Yüzüm gözüm sürsem sana. Ve iştiyakla Cenâb-ı Yunus bitiriyor nutk-u şerîfini. 


♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️


Aşkın ile bülbül gibi artmakdadır âhım / Kaydet beni de "defter-i uşşâk"a a mâhım


25 Nisan 2023 Salı


Âşıkların Namazı : Salât-ı Dâimûn

Âşıklar sultânı Cenâb-ı Mevlânâ buyuruyorlar ki :

Penç vakt âmed namaz-ı rehnümûn
Âşıkân-râ fî salâti dâimûn
Ney be-penç ârâm gired ân humar
K'anderan serhâst ne pansad hezâr
Nist zur gıbba vazife mâhiyan
Z'an ki bî-derya nedârend ins cân
Yekdem-i hicran ber-âşık çü sâl
Vasl-ı sâli muttasıl pişeş hayal

Bu beyitleri kısaca îzâh edelim.

"Farz olan namaz günde beş vakitdir ammâ âşıklar dâimâ namazdadırlar" diyor Hazret-i Mevlânâ. Sôfiyye lisânında buna "salât-ı dâimûn" derler. Bunu da kendileri uydurmamışlardır, Kur`ân'dan almışlardır. "الَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ" âyet-i celîlesinde buna işâret vardır. 

Müfessirler bu âyeti beş vakit namazı terketmeyenler, farz olan namazlarda devamlı olanlar diye manâlandırıyorlar ki bu da doğrudur. Ama bu zâhirî manâsıdır âyetin bir de derûnî manâsı vardır ki, o da namazdaki huzûrdan, zikrullahdan hiç fâriğ olmayanlar demekdir. 

Namazı kılmak başka namazı muhâfaza etmek başkadır. Namazı muhâfaza namazdaki hâleti devâm etdirmek, o hâl ile yaşamak demekdir ki bu da yine "salât-i dâimûn" ile aynı manâya gelir.

Cenâb-ı Mevlânâ âşıklardaki bu hâletin hikmetini şöyle îzâh ediyor, diyor ki, "Çünkü âşıkın başındaki sarhoşluk değil beş vakitle, yüz bin vakitle dahi geçmez". Mecâzî aşkda bile, âşık her ân maşûkunu düşünür, bedenen olamasa da rûhen dâimâ onunla beraberdir, sevgilisinden ayrı kalmaya tahammül edemez.
Namaz her ne kadar âşıkla maşûkun buluşması ise de muvakkatdir, vakitle mukayyeddir yani günün pek azı namazla geçer. Onun için âşık, namazdan fâriğ olunca da Allah'ı unutmaz, her ân Allah'ladır, her ân Hakk'la beraberdir.

Hazret-i Mevlânâ, yine bu hâlin hikmetini îzâh sadedinde şöyle buyuruyor, "'Ziyâreti seyrek yap' emri vahdet denizinin balıkları için değildir. Zîrâ onlar bir ân denizsiz kalırlarsa ölürler.

Bir ânlık ayrılık âşıka bir yıl gibi gelir, bir yıllık vuslat ise sanki bir hayâl gibidir" diyor. "Dostunu az ziyâret et" diye kadîm bir nasîhat vardır. Bu, insanları bıktırmamak içindir. Zîrâ insan ne kadar severse sevsin, dostunun alâkası belli bir raddeyi geçince sıkılır, bıkar.
Halbuki vahdet denizinin balıkları mesâbesinde olan âşıklar için geçerli değildir bu.
Çünkü balık susuz yaşayamadığı gibi, âşıklar da Allah'dan ayrı yaşayamazlar.
Yani Allah'ı hiç unutmazlar, dâimâ Allah'ın huzûrunda olduklarını bilerek yaşarlar.

namaz dinin gıdası, manevi hastalıkların ilacı ve insanı melekleştirip ölüm meleği ile dost haline getiren bir vasıtadır. Bunun için farz kılınmıştır ...


♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️♻️


Tasavvufi bir remiz olarak balık: menkıbelerde balık ve tekke şiirinde balık metaforu.              

Deniz imgesinin tasavvufta önemli bir yeri vardır. Sadece deniz değil denizle ilgili olan dalga, katre, gavvâs, bahrî, inci, mercan gibi unsurlar da menkıbelerde ve tekke şiirinde tasavvufi birer remiz olarak kullanılır. 

Tasavvufi remiz olarak kullanılan unsurlardan biri de balıktır. Tasavvufta deniz vahdeti simgeler. 

Vahdet deryasına dalan salik ise denizdeki bir balığa benzetilir. Zira balık deniz olmadan yaşayamaz; salik de vahdet deryasına dalmadan hayat bulamaz. 

Balığın kıssa ve menkıbelerde geçen bir canlı olması da tekke şiirinde dinî-tasavvufi mesajlar vermek için bir araç olarak kullanılmasına zemin hazırlamıştır. Çeşitli nasihatler ve tasavvufi hikmetler bazen balığın özellikleri üzerinden dile getirilir. Bu çalışmada balık metaforunun menkıbelerde ve tekke şiirinde nasıl kullanıldığı ele alınmıştır. 

Çalışmamız bir giriş bölümü, iki ana bölüm ve bir sonuç bölümünden oluşmaktadır. Giriş bölümünde tasavvufta ve tekke şiirinde deniz ve denizle ilgili unsurların hangi şekilde kullanıldığı hakkında kısaca bilgi verilmiştir. Birinci bölümde balığın kıssa ve menkıbelerde nasıl geçtiği üzerinde durulmuştur. Kur’an-ı Kerim’de bulunan bazı kıssalardan söz edilmiştir. Balıkla ilgili evliya menkıbeleri ele alınmıştır. Balığın dinî-tasavvufi kaynaklardaki önemi ortaya konmuştur. İkinci bölümde ise tekke şiirinde balığın işlenişi üzerinde durulmuştur. Balıkla ilgili bazı benzetme ve özellikler sıralanmıştır. Konuyla ilgili beyitler günümüz Türkçesine göre nesre çevrilmiş ve açıklanmıştır. Sonuç bölümünde araştırmadan elde edilen faydalar belirtilmiştir.

♻️


O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.

 Şûrâ (meşveret, danışma) prensibinin İslâmiyette önemli bir yere sahip olduğu âyette açıkça ifade edilmiştir. ~ Âli imran,159  










1 -Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?

–  Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla sorulduğu anlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç vardır. İşte o ölçüler şunlardır:

a-      Ehl-i sünnet ve ve’1-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç,

b-      Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel).

c- Düzgün bir muamelât,

d- Muhammedi bir ahlâk.

Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır:

a- Tasavvuf manevi tecribe ile anlaşılan hal ilmidir,

b- Tasavvufi bilginin konusu ma’rifetullah’tır,

c. Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,

d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübîdir.

e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.

f- Tasavvufi eğitim tarikat denilen özel yollarla kat’edilir.

el-Lüma’ müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle bir ölçü koyar:

l – Haramlardan kaçınmak,

2-     Farzları îfâ etmek,

3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak.  


“Derviş Lokması” 

insanoğlunun cennetten kovuluşu, yasak meyve başlıyor, yenilen besinle insan doğası arasında ilişki kuruluyor. Bu sebeple tasavvuf kültüründe yemek öğesi nefsin isteklerini karşılayan değil, dizginleyen bir ölçü olarak karşımıza çıkıyor. 

Dervişin seyr-ü sülükünde bir araç olarak kabul edilmesi, terbiye sürecine katkı sağlaması içindir.

Bir lokma bir hırka.

Sabreden derviş muradına ermiş. Tekkeyi bekleyen çorbayı içer. Dervişin fikri neyse zikri de odur.

Hacı hacıyı Mekke’de, derviş dervişi tekkede bulur... 

Tekkelerin bizde apayrı bir yeri var. Çünkü İslamiyet Anadolu’da bu yolla yayıldı. Esasında Hz. Muhammed’in ahlâkının örnek alındığı bu mekanlar İslami hayatın ilk asırlarındaki zühd kavramından doğdu, zühd anlayışı tasavvufa dönüştü. Yemek de küçümsenecek bir öğe olmaktan çıktı. 

Dervişlik zordur. Buna talip olan saka postunda üç gün boyunca oturur, sonra hizmete soyunur. Bir derviş sabır kuşanarak yola çıkmalı, pişerken şükretmeli, yerken dua etmeli. Her ne kadar tekke için mutfak, kazan ve lokma gibi semboller öne çıksa da aslolan ilahi aşktır. Bu yüzden her aş aşk ile pişer, her aşta o aşkın imzası var. Bu yüzden tekke mutfakları sofra duaları ile öne çıkar.  

Medeniyet kodlarımızın bileşenleri içinde tekke mutfağı ve derviş lokması İslam düşüncesinin rızık ve helal lokma arakesitinde derin ve kolektif izler taşır. Rızık kavramının doğrudan temsili helal ve leziz lokmadır. Bu lokmada Ahmed Yesevi’nin nefesi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ruhaniyeti, Mevlana’nın zikri var. 

Tekke mutfaklarında tencerelerde kaynayan yemekler, fırınlarda pişirilen ekmekler, kazanlarda fokurdayan şerbetler, kendi lisan-ı hallerince “huu demine huu” derken, Anadolu’da ritüele dönüşmüş yemeklerin mis kokusu, tekkelerin kalın taş duvarlarını aşarak soframıza gelmeli ve sofralarımız bizi yeniden hakikate uyandırmalı. 

Bu hakikatte Türkistan, Selçuklu ve Osmanlı mutfak kültürlerinin tatlı dokunuşu, envaı çeşitte ve lezzette birikimin efsunlu izi, coğrafi ve kültürel zenginliğin buram buram kokusu olmalı.

Anadolu tekke yapılanmasında sofra, insanları bir araya getiren bir muhabbet ve kardeşlik meclisi olarak görülür. Anadolu teke mutfağı çok bileşenli bir hüviyet arz eder. Osmanlı’da tasavvufi hareketlerde ve çok farklı kollar üzerinde etkisi olan Yeseviliğin ciddi tesirleri olduğu gibi eski Türk kültüründen ve Arap yemek kültüründen de izler taşır.   

Sufi hayat tarzında her gıda Allah’ı zikretmek içindir. 

Sufilerin gıdaya ve gıdayla bağlantılı unsurlara bu kadar ilgi duymalarının sebebi, ruhun bedeni bağlantılarından sıyrılabilmesi için perhiz yapmanın gerekliliğidir. Gereğinden fazla yemek, ruhu köreltmek suretiyle hakikate ulaşmayı perdelemektedir.   

Müridini az konuşmak, az yemek, az uyumak ve halvet ile bu yoldaki tehlikelerden koruyan şeyh dervişin yeme-içme alışkanlıklarını kontrol altına almasına yardımcı olacak tedbirler alır.  

Dervişin nazarında her gıda rıza lokmasıdır.    

Derviş lokması sadece dünyevi lezzetle sınırlı değil. Dervişin ilahi rahmete niyazidir aynı zamanda. Çünkü tekke yaşantısında yemek Allah’ın cemalını temaşa etmenin ve ilahi rahmete ulaşmanın bir yoludur da.     

Derviş de yemesinde, içmesinde, zikir ve halvetinde, yani hayatının her aşamasında ölçüyü kaçırmamaya dikkat eder, az yiyerek ölmeden önce ölmüş gibi olur.    

Evliya Çelebi babasının “ekmek ve tuz hakkını gözet” diyerek nasihat ettiğini anlatır. Tekkede bozanın yanında ayran içilmesi şifa içindi. Ayrandaki tuz adaleti, erdemi ve dengeyi temsil eder. Ahi çıraklarına tuzlu su içirilirdi. Bununla önce kızgınlıklarının ve kıskançlıklarının, sonra öfke ve inatlarının yatışacağına inanılırdı.   


♻️


aile birliğinde “Nesebin” yani “Soy ağacının” 

 “Fetva” bir olay hakkında değişmez din kuralı, yani Nas ile hüküm kurmaktır.

tıbben “Buluğ çağı” yaşı ile “Akil baliğ” yaşı konusuna…

Tıbbi olarak kızlar 9 yaş civarında, erkekler ise 12 yaş civarında üreme yaşına erişirler.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hallo 🙋🏼‍♀️