⚠️hermetizmi(Yahudi ve Hıristiyan mistisizminin unsurlarını eski Mısır inançlarıyla birleştiren bir dizi felsefi inanç) ‼️
Mûsâ’dan Önce Tevrat. Midraş türü yahudi kaynaklarına göre Tevrat dünyanın yaratılışından önce yaratılan yedi şeyden biridir (Bereşit Rabah, 1/4; Pirḳê de Rabbi Eliezer, s. 10-11).
Tevrat dünya yaratılmadan 974 nesil önce yaratılmış (Eliyahu Zuta, s. 10; Müslim’in el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’inde Tevrat’ın Hz. Âdem’den kırk yıl önce yaratıldığına dair bir rivayet bulunmaktadır [“Ḳader”, 15]), dünyanın ve insanın yaratılışında Tanrı’ya danışmanlık yapmıştır (Pirḳê de Rabbi Eliezer, s. 12-13).
Tanrı, dünyanın yaratılmasından Tevrat’ın İsrâiloğulları’na verilişine kadar günün üçte birini Tevrat okumak ve onun yorumu olan Mişna çalışmakla geçirmiştir (Eliyahu Rabah, s. 14).
Kaynaklarda Âdem, Nûh, İbrâhim ve Yûsuf’un Tevrat’ın bütün hükümleriyle amel ettiği zikredilmektedir (Megillah, I/11; Zohar, I/176b).
Kur’an’da ise Tevrat’ın İbrâhim ve Ya‘kūb’dan sonra indirildiği belirtilerek bu rivayetten reddedilmektedir (Âl-i İmrân 3/65, 93).
Mişne Tora (Giriş, 1) adlı eserinde Hz. Mûsâ’nın on üç Tevrat nüshası yazdığı, bunların on ikisini on iki kabileye verdiği, birini de ahid sandığının içine koyduğu zikredilmektedir. Bu rivayeti Ahd-i Atîk’in I. Krallar ve II. Tarihler kitapları doğrulamamaktadır. Bu kitaplarda Süleyman zamanında ahid sandığının açıldığı ve içinden iki levhadan başka bir şey çıkmadığı belirtilmektedir (I. Krallar, 8/9; II. Tarihler, 5/10).
TEVRAT ; Kur’ân-ı Kerîm’de yahudilerin kutsal kitabına verilen ad.
Tevrât kelimesinin kökü Arap dilcilerine göre verâ fiilidir; ancak vezin kalıbıyla ilgili ihtilâf vardır. Basra ekolüne göre bu kelime “fev‘ale” vezninden vevrât (ووراة) olup birinci vav tâ harfine dönüşmüştür; çünkü bu vezin Arap dilinde daha yaygın kullanılır (Tâcü’l-ʿarûs, “vry” md.; Lisânü’l-ʿArab, “vry” md.). Kûfe ekolü ise “tef‘ile” vezninden tevriye (تورية) olduğunu ileri sürmüştür (Tâcü’l-ʿarûs, “vry” md.; Lisânü’l-ʿArab, “vry” md.; Zebîdî, X, 389). Tevrat kelimesini kıraat imamlarından bazıları “tevriye”, bazıları da “tevrât” şeklinde okumuştur (Fahreddin er-Râzî, VII, 159; Beyzâvî, I, 144).
Bazı modern araştırmacılar ise tevratı İbrânîce-Ârâmîce melez bir kelime diye nitelendirmektedir (EI2 [İng.], X, 393). Yahudi geleneğinde tevrat “öğreti, doktrin, kılavuz, teori, hüküm, kanun, din” gibi anlamlar taşımaktadır. Bu kelime, Hz. Mûsâ’ya verilen kitabın ismi olarak kullanıldığı gibi Tanah (Ahd-i Atîk), Mişna, Talmud ve rabbilere (yahudi din âlimi) ait bütün eserler için de kullanılmaktadır. Yahudi geleneğine göre bu külliyat Hz. Mûsâ’ya Sînâ’da vahyedilmiş ve öğretilmiştir (Berakoth, 5a; Beba Metzia, 59b; Megillah, IV/1). Ancak tevrat kelimesi kutsal kitap söz konusu olduğunda Ahd-i Atîk’in ilk beş kitabını ifade etmektedir.
Tevrat’ın rulo halindeki el yazması nüshasına Sefer Torah, kitap halindeki nüshasına Humaş Torah (Hamişa Humşey Torah: esfâr-ı hamse) denmektedir. Humaş’ta Ahd-i Atîk’in Peygamberler (Neviim) bölümünden “haftara” denilen ekler bulunmaktadır.
Tevrat’ın her iki nüshası da beş kitaptan oluşmaktadır. Bunlar vahye dayandırılan geleneksel sırasıyla Tekvîn (Bereşit), Çıkış (Şemot), Levililer (Vayikra), Sayılar (Bemidbar) ve Tesniye’dir (Dıvarim).
Bu kitaplarda yaratılıştan Hz. Mûsâ’nın vefatına kadar geçen dönemde cereyan eden olaylar kronolojik sırayla anlatılmakta, dinî, hukukî ve ahlâkî ahkâm ayrıntılı biçimde verilmektedir.
Tevrat’ın kitapları arasında üslûp birliği yoktur. Tekvîn ve Tesniye normal bir metin özelliği gösterirken Çıkış, Levililer ve Sayılar vahiy üslûbu taşımaktadır. Tekvîn’de Hz. Mûsâ’dan önceki olaylar hikâye edilmiştir. Tesniye, Hz. Mûsâ’nın kendi tecrübesinin bir ürünü gibi kaleme alınmıştır.
Hz. Mûsâ bu kitabın 1-4. bablarında Mısır’dan çıkışlarını, geçtikleri ve konakladıkları yerleri anlatıp önceki olayların bir özetini yapmaktadır. 5-29. bablarda İsrâiloğulları’nın uyması gereken kanunlar bildirilmekte, 30. bab ile 31. babın yarısına kadar olan kısımda İsrâiloğulları’na tavsiyelerde bulunulmaktadır. 32. babda Hz. Mûsâ’nın bir ilâhisi, 33. babda bir duası yer almakta, 34. ve sonuncu babda vefatı ve defni anlatılmaktadır.
Sefer Torah, Yahudilik’te ve yahudi hayatında büyük kutsallığa sahiptir. Sinagoglarda mihrabın yerini tutan kutsal bölmede saklanır. Üzeri şekil ve yazılarla süslenmiş iyi cins bir kumaş kılıfla örtülüdür. Pazartesi, perşembe, sebt ve aybaşı ile bayram ve oruç günlerinde buradan çıkarılır ve kürsüye konularak ehil bir okuyucu tarafından ilgili parçalar okunur.
Sinagogdaki yeni yazılmış bir Sefer Torah en az üç defa hata kontrolü yapıldıktan sonra sinagog dışına çıkarılır. Sefer Torah’ın ehil yazıcılar tarafından yazılması gerekir. Hattat yahudi şeriatına çok sıkı bağlı olmalıdır.
Kurallara uygun yazılmayan Sefer Torah geçersiz sayılır. Tevrat’ın yazımıyla ilgili kurallar, Bâbil Talmudu’na sonradan eklenen Soferim ve Sefer Torah bölümlerinde ayrıntılı biçimde açıklanmaktadır.
Tevrat’ta üç türlü bölümleme vardır.
Bunlardan birincisi bab şeklindedir. Hıristiyan kaynaklı olan bu bölümleme usulünü XIII. yüzyılın başında Canterbury Başpiskoposu Stephan Longton ortaya koymuştur. XIV. yüzyılda yahudiler bu usulü benimsemiştir. Bu bölümlemeye göre Tevrat 187 babdan meydana gelmektedir. Tekvîn elli, Çıkış kırk, Levililer yirmi yedi, Sayılar otuz altı, Tesniye otuz dört babdır. Bablardaki cümlelerin dağılımı yahudi nüshası ile hıristiyan nüshası arasında bazan farklılık göstermekte, cümle numaraları birbirini tutmamaktadır.
Yahudi kaynaklı iki bölümlemeden ilki cümlelerin muhteva birliğine göre yapılır. Sînâ kaynaklı olduğuna inanılan söz konusu bölümleme usulüne Tevrat’ın yazımında titizlikle uyulması gerekir.
Bu bölümleme cümleler arasında boş bir alan bırakmak suretiyle yapılır; hıristiyan nüshalarında ise aynı işlem paragraf şeklinde uygulanmaktadır. Yahudi kaynaklı bölümlemenin ikincisi haftalık okuma parçalarına göre yapılır.
Buna göre Tevrat, her hafta sebt günlerinde okunmak üzere elli dört haftada hatmedilecek biçimde elli dört bölüme ayrılır. Aşkenaziler bölümlerin her birine “sidrah”, Sefaradlar ise “paraşa” derler. Tevrat’ın cümle ve harf sayısı hakkında kesin bir rakam verilmemektedir. Talmud’a göre Tevrat 5888 cümle ihtiva eder (Kidduşin, 30a).
Bugünkü Tevrat’ın Oluşum Süreci. Yahudi kaynaklarında Hz. Mûsâ’nın yazdığı söylenen Tevrat’ın tahrif edildiğine ilişkin pek çok bilgi vardır. Kaynaklara göre güneydeki Yahuda Krallığı’nın başına geçen Hz. Süleyman’ın oğlu Rehoboam ve kendisiyle birlikte bütün Yahuda halkı Tevrat’ı terketmiştir (II. Tarihler, 12/1). Daha sonra Yahuda krallarından Ahaz (m.ö. 736-716) Tevrat okumayı yasaklamış ve mâbeddeki Tevrat’ı mühürletmiş, Menasseh (m.ö. 687-642) Tevrat’tan Tanrı’nın isimlerini çıkarıp yerine putların isimlerini koydurmuş (Sanhedrin, 103b), Amon ise (m.ö. 642-640) Tevrat’ı yakmıştır. Menasseh’nin zamanında Hz. Mûsâ’nın yazdığı söylenen ve mâbedde muhafaza edilen asıl nüsha kaybolmuştur (Albo, III/22). Kral Yoşiya döneminde (m.ö. 640-609) mâbedin tamiri sırasında tesadüfen ortaya çıkan Tevrat, Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın (Nebukadnezzar) Yahuda topraklarına girip Kudüs’ü kuşatması üzerine mâbeddeki mahzene saklanmıştır. Kudüs Talmudu’ndaki rivayete göre Tevrat günümüzde hâlâ saklandığı bu yerde durmaktadır (Şekalim, VI/2). Bugünkü Tevrat’ı yazıcı-âlim Ezra ortaya çıkarmıştır. Bâbil sürgünü sonrasında Ezra, İsrâil topraklarında yaşayan yahudiler arasında tamamen unutulan Tevrat’ı sözlü yorumuyla birlikte yeniden oluşturmuştur (Sukkah, 20a). Talmud’a göre Ezra yeni Tevrat’ta bazı değişiklikler yapmıştır (Sanhedrin, 21b-22a; Şekalim, V/1). Bunun yanında Tevrat’ın yazılışıyla ilgili birtakım kurallar belirlenmiştir. “Masorah” denilen bu kurallar daha sonra ortaya çıkan masorah uzmanları tarafından geliştirilmiştir. “Ba’aley hamasorah” adı verilen bir grup haham milâttan sonra VI. yüzyılda Taberiye’de bu kuralları bir sisteme bağlamıştır. Masorah uzmanlarının sonuncusu X. yüzyılda yaşayan Aaron ben Aşer’dir. Bugünkü Tevrat’ın yazım şekli, büyük oranda Aaron ben Aşer tarafından tahminen milâttan sonra 950 yılında kaleme alınan ve Halep kodeksi diye bilinen nüshaya dayanmaktadır. İbn Meymûn, Mişne Torah adlı eserinde Aaron ben Aşer’in nüshasını esas aldığını söylemiş (Sefer Torah, VIII/4), onun bu açıklaması nüshanın bütün yahudi dünyasında genel kabul görmesini sağlamıştır. Masorah kuralları başlangıçta nesilden nesile sözlü olarak nakledilmiş, bunlar daha sonra Tevrat metinlerinin kenarlarına ve sonlarına kaydedilmiştir.
Musa bin Meymun
Yahudi bilgin, haham ve filozof (1135–1204)
Haham İbn Meymun tarafından yazılan bir Yahudi hukuku kanunudur. Mişneh Torah, İbn Meymun Mısır'da yaşarken 1170–1180 arasında yazıldı ve İbn Meymun'un başyapıtı olarak kabul edildi.
Versiyonları. Tevrat’ın biri yahudilere, diğeri Sâmirîler’e ait olmak üzere iki versiyonu vardır. Sâmirîler’e göre Sâmirî Tevrat nüshasının tarihi oldukça eskilere, Hârûn’un ikinci göbekten torunu Abişa’ya dayanmaktadır. Sâmirî tarihçisi Ebü’l-Feth’in verdiği bilgiye göre Finehas oğlu Abişa, İsrâiloğulları’nın Ken‘ân topraklarına hâkim oluşunun on üçüncü yılında Gerizîm dağındaki toplanma çadırının girişinde Tevrat’ı yazmıştır. Ebü’l-Feth’in bahsettiği Abişa nüshası Sâmirî Tevratı’nın ilk nüshası olup onun ifadesine göre kendi yaşadığı dönemde (XVI. yüzyıl) mevcuttu (The Kitāb al-Tārīkh, s. 44-45). XX. yüzyılın başlarında Nablus’taki Sâmirî cemaatinin başkanlığını yapan Haham Yaakov ben Aron da Abişa nüshasından bahsetmekte ve ayrıntılı bilgi vermektedir (Gaster, s. 191-192). Sâmirîler’in Tevrat’ı ile yahudilerin Tevrat’ı arasında yaklaşık 6000’e yakın farklılık vardır.
Tevrat’a Yöneltilen Eleştiriler. Tevrat içeriği ve üslûbu bakımından pek çok eleştiriye uğramıştır. Tevrat’ı içeriği bakımından eleştiren ilk yahudi kral Menasseh’dir.
Hz. Ya‘kūb’un çocuklarının sayısı verilmekte, “Kızları ve oğulları hepsi otuz üç idi” denilmektedir. Ukberî’ye göre Tekvîn’de adları belirtilen Ya‘kūb’un çocuklarının sayısı otuz üç değil otuz ikidir (Kirkisânî, I/15:1; Tevrat’taki bu hatayı İbn Hazm da farketmiştir [el-Faṣl, I, 143-150]). Endülüs yahudilerinden Abraham ben Ezra (İbn Ezra), Tevrat üzerine yazdığı tefsirde bu kitaptaki tarihî ve edebî yanlışlıklara işaret etmiştir (Friedlander, IV, 60-67). İbn Ezra’nın bu tesbitleri yahudi filozofu Baruch Spinoza’ya ilham vermiştir.
(Kirkisânî, I/15:1; Tevrat’taki bu hatayı İbn Hazm da farketmiştir [el-Faṣl, I, 143-150]). Endülüs yahudilerinden Abraham ben Ezra (İbn Ezra), Tevrat üzerine yazdığı tefsirde bu kitaptaki tarihî ve edebî yanlışlıklara işaret etmiştir (Friedlander, IV, 60-67).
İbn Ezra’nın bu tesbitleri yahudi filozofu Baruch Spinoza’ya ilham vermiştir. Eleştirileri dolayısıyla 1656’da Amsterdam’da herem (aforoz) cezasına çarptırılarak yahudi cemaatinden atılan Spinoza, Tevrat’ı iç ve dış metin tenkidine tâbi tutmuştur. Ona göre Tevrat’ın tamamının Hz. Mûsâ tarafından yazılmış olması mümkün değildir (A Theologico Political Treatise, s. 121-125).
Aydınlanma filozoflarından Moses Mendelssohn vahyi kabul etmekle birlikte Tevrat’ın tamamının vahye dayanmadığını ileri sürmüştür. Ona göre vahiy statik değil gelişme gösteren bir sürece sahiptir. Yahudilik, dogması bulunmayan bir dindir; dinî ideallere ulaşmak için vahye ihtiyaç yoktur; akıl bunun için yeterlidir (Jerusalem, s. 137-138).
İbrahim ben Meir ibn Ezra
Matematik tarihine ayrılan bu arşivde bizi en çok ilgilendiren şey ibn Ezra'nın sayılar üzerine çalışmasıdır. Sayılar üzerine, Hint sembollerinin ve ondalık kesirlerle ilgili fikirlerin Avrupa'daki bazı bilgili kişilerin dikkatine sunulmasına yardımcı olan üç inceleme yazdı. Ünite KitabıHint sembolleri olan 1 , 2 , 3 , 4 , 5 , 6 , 7 , 8 , 9 üzerine bir çalışmadır . İkinci bir çalışma ise tam sayıların ondalık sistemini soldan sağa basamak değerleri ile anlatan Sayılar Kitabıdır . İbn Ezra bu eserinde galgal ( tekerlek veya daire anlamında ) adını verdiği sıfırı kullanmaktadır . İbn Ezra'nın kitaplarına rağmen, bu fikirler birkaç yüzyıl daha Avrupa matematiğinin ana akımında kabul görmeyecek.

Baruch Spinoza, aydınlanmanın erken dönem düşünürlerindir ve zamanla 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden birisi olarak kabul edilmiştir.
Felsefesini oluştururken Descartes’ın fikirlerinden etkilenen Spinoza, Hollanda Altın Çağı denen dönemin de önde gelen isimlerinden birisi olmuştur.
Ailesi Spinoza’nın Yahudi hahamı olarak yetişmesini istemiş ve bu yönde gelişmesi için her türlü eğitim olanaklarını sağlamıştı. Spinoza bu sebeple erken yaşta gittiği Yahudi okullarında ve Sinagoglarda İbranice öğrenmiş, Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını öğrenme imkanı bulmuştur.
Spinoza’nın laik ve sorgulayıcı düşünceyle güçlü bağlantısının başlangıcında eğitim sürecinin başlarında yer alan öğretmeni liberal haham olarak bilinen Manasseh ben Israel’in (Amsterdam Yeshiva’sına 1638’de atandı)
• Laiklik (laïcisme) teriminin ilk kez 16. yüzyılda İngiltere’de, papaz olmayanların da kiliselerin yönetiminde rol alabileceklerini savunan düşünce akımı.
• liberalizm bir on dokuzuncu yüzyıl ideolojisidir.
Baruch Spinoza’nın Yaşam Kronolojisi
1650’de Franciscus van den Enden’ın okulunda Latince, doğa bilimleri (fizik, kimya, mekanik, astronomi ve fizyoloji) ve felsefe okumaya başladı.
1651’de Spinoza’nın Descartes’in eserlerini okumaya başladığı tahmin ediliyor.
1655’de Spinoza, Cemaat Mahkemesi tarafından din dışılıkla (materyalistlik ve Tevrat’ı küçük görmek ile) suçlanır. Bu sorgulamada Tanrı’nın bir bedene sahip olduğunu savunan Spinoza, sonunda hahamlar tarafından din düşmanı olmakla suçlanır ve pişman olmaya zorlanır. Bu yıl içinde Spinoza Tractatus de Deo et homine etjusque felicitate (Korte verhandeling van God, de mensch en des zelfs welstand, Tanrı, İnsan ve İnsanın Refahı Üzerine Kısa Bir İnceleme) isimli çalışmasını da bitirir. Bu kitap çok güçlü olmamakla birlikte Spinoza’nın felsefesini tüm temel tezlerini barındıran bir yapıt olarak değerlendirilir.
1656’da 24 yaşındaki genç Spinoza Amsterdam Sinagog’u tarafından, her ikisi de Dekartçılığın bir formuna dayanan, “Tanrı’nın evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliği olmadığı ve İncil’in Tanrı’nın doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğu” iddialarını savunduğu için Yahudi cemaatinden kovulur (cherem veya herem; Yahudilikte, Katoliklikteki aforoz benzeri bir ceza) (bknz. René Descartes) Kovulmasını takiben, ismini Benedictus’a (ilk ismi olan Baruch’un Latince karşılığı) çevirdi. Cherem’in şartları çok kesindi, ceza asla geri alınmazdı (bknz. Kasher ve Biderman).
1660’da Amsterdam Sinagog’u yerel yetkililere Spinoza için “her türlü din ve ahlak için bir tehdit” diyerek şikayette bulunur.
1664 yılında Lahey’de Descartes Felsefesi’nin İlkeleri isimli kitabını yayınlar. Bu kitabın ekinde MetafizikDüşünceler adlı çalışması yer almaktadır. Aralık 1664’den Haziran 1665’e kadar amatör bir Kalvinist teolog olan ve Spinoza’ya şeytan konusunda sorular soran Blyenbergh ile mektuplaşır. 1665’in son aylarında Oldenburg’a, 1670’te basılacak olan yeni kitabı Teolojik Politik İnceleme ‘ye çalışmaya başladığını yazar.
1670’de Teolojik-Politik İncelemeler Amsterdam Kilise Konseyi (Kalvinist)tarafından “Dininden dönen bir Yahudi ve Şeytan tarafından Cehennem’de uydurulmuş ve Sayın Jan de Witt’in bilgisi dahilinde yayınlanmıştır” ifadesiyle eleştirildi. Spinoza Lahey’de Stille Veerkade’de yaşamaya başlar.
1671’de Leibniz ona Notita opticae promoteae isimli eserini oda Leibniz’e Teolojik-Politik İncelemeler eserini yollar.
1673’te kendisine teklif edilen Heidelberg Üniversitesi’ndeki felsefe kürsüsünü de reddeder, çünkü “din adamlarını rahatsız etmeme koşulu” vardır bu önerinin.
Baruch Spinoza ve 17. Yüzyıl Felsefesi
❗️Nicholas Malebranche 1638 ila 1715 yılları arasında yaşamış olan Fransız din adamı ve filozoftur. Malebranche, gerçek Hristiyan felsefesi olarak gördüğü Descartes felsefesine bağlanmış ve Geulincxgibi o da zihin-beden ilişkisi üzerinde çalışmıştır. Evrendeki tek etkin ilkenin ve tek gerçek nedenin Tanrı olduğunu, her şeyin Tanrı’da görüldüğünü öne sürmüştür.
Spinoza’da Descartes felsefesinin özgün izleyicilerinden biri olmuştur.
Malebranche gibi onun da rasyonalizmi ve mistisizmi birleştirmeye yönelik bir çabası olduğu bilinmektedir. Spinoza’nın temel ilkesi “Tanrı sevgisi” olarak belirttiği şeydir. Rasyonalizm bu sevgiye giden yolda kullanılan bir yöntem ve teorik araçtır. Bu bakımdan Spinozacıfelsefenin tam bir panteizm olarak görülmesi söz konusu olmuştur. Ona göre var oluş Tanrı ile doludur, yani evren bizzat Tanrı’nın kendisidir (Malebranche farklı olarak evreni tanrı’da bulmaktaydı).
Atina Okulu, Stanza della Segnatura'dan, 1510-11(School of Athens, from the Stanza della Segnatura, 1510-11 )Raffaello Sanzio Raphael |
Das Suhuf Nedir?
İlk semavi kitaplar; peygamberlere verilen sahifenin çoğulu.
Başka bir değişle Suhuf; “sahife” kelimesinin çoğulu olup Allah tarafından vahiy meleği Cebrâil vâsıtasıyla “dört peygambere” gönderildiğine inanılan ilâhî risâlelerdir.
Dört kutsal kitapla karıştırılmamalıdır.
Kur’an’da geçen “zübür” kelimesi (Âl-i İmrân 3/184; Şuarâ 26/196; Fâtır 35/25) “kitap” manasındaki zebûrun çoğulu olup suhuf ile aynı anlamdadır.
Ancak zebur kelimesinin Hz. Davud’a indirilen kitabın ismi olarak kullanımı yaygınlık kazanmıştır. (Lisânü’l-Arab, “zbr” md.)
Bu sahifelerin ihtiva ettiği hakikatlerin tevhid, ibadet, ahlâk, muamelât ve ahkâm esasları olduğunu anlamak için herhangi bir vesikaya gerek yoktur. Çünkü Cenabı Hakkın risâlet ve nübüvvetle ilgili koyduğu şartlardan ve Kur’ân-ı Kerim’den bunu anlamak kolaydır
Allah şu dört peygambere de toplam 100 sayfalık küçük kitaplar göndermiştir.
•Hz. Adem Peygambere 10 sayfa
•Hz. Şit Peygambere 50 sayfa
•Hz. İdris Peygambere 30 sayfa
•Hz. İbrahim Peygambere 10 sayfa
(Hz. Ebû Zer'den yapılan bir rivayete göre; Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, VIII, 489) (İ.K.)
https://www.secdem.net/genel/hangi-peygamberlere-kac-sayfa-suhuf-gonderilmistir.html
İmam-ı Rabbanî, hem delile, hem keşfe dayanarak demiş ki:
"Hindistan'da çok peygamberler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veya sayılı birkaç kişiyle sınırlı kaldığı için iştihar etmemiş veyahut nebi ismi verilmemiş."
(bk. Nursi, Mektubat, s. 386)
Sumerlilerden Yahudilik
5000 yıl önce icat edilen bu yazı, evvela anlatılmak istenen nesnenin resmini yapmakla başlamış, yüzyıllar boyu geliştirilerek her istenileni yazacak hale getirilmiştir. Yazıyı oluşturan çizgilerin çiviye benzemesi nedeni ile bugün Giviyazısı olarak adlandırılan bu yazıyı, Sumerliler zamanındaki komşu milletler ve daha sonra gelen Babilliler, Asurlular, Hititler, Hurriler, Urartular alarak kendi dillerini yazmışlar, Ugarit-ve Persler de bundan harf yazısı yaparak yararlanmışlardır.
Muazzez İlmiye Çığ
https://belleten.gov.tr/tam-metin/2318/tur
Hermes Trismegistus
Kurgusal karakter
Hermetizm fikrinin temel taşı olan Hermetika'yı yazmıştır.
Kökeni ve kimliği
Hermes Trismegistus, Yunan Tanrısı Hermes ve Antik Mısır Tanrısı Thoth ile özdeşleşiyor olabilir. Thoth Antik Mısır ilahı, Osiris'in habercisidir. Habercilik, aydınlatıcılık, rehberlik ve aracılık fonksiyonları olan bir ilahtır.
- Thoth, hem ölülerin ruhlarının yargılanmasını kaydeden, onların günahlarını hakikat karşısında tartan vicdan sesinin hem de insanlara bilgelik yolunun tebliğ edilmesinin, sezginin kişileştirilmiş biçimi olan ilahtır. Bu bağlamda ilah Thoth insanda vicdan ve sezgi tarzında beliren kelamı simgeler.
- Ayrıca, ruhlara ölüm sonrasında da rehberlik eder; kimi başarılı ruhları onları eğitip yükseltecek Osiris’e getirir, başarısız ruhları ise amenti’nin (amentet, öte-alem) geri düzeyli ortamlarında arınma işlemi geçirmelerinden sonra yeni bir doğuma (reenkarnasyon) sevkeder.

Eski metinlere göre Hermes-Thoth aynı zamanda Antik Mısır'da yaşamış bilgedir. Mükemmel bilim adamı olarak da görülen Hermes-Thoth simyacılıkta önemli rol oynamıştır.
Antik Yunanca metinlerde bilge Hermes-Thoth’dan majinin, simyanın, astronominin, tıbbın ve bilgeliğin kurucusu olarak söz edilir. Bu metinlerde ondan “üç kere büyük Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz edilir. Diğer Hermes’lerden ayırt edilmek üzere, bu bilge çoğu zaman Hermes Trismegistus adıyla yazılır. Mısırlılar ise, aynı zamanda hem kral, hem büyük rahip, hem de din kurucu olması nedeniyle, üç defa büyük anlamına gelen "Trimagistus" sıfatını layık gördüler.[1] James Churchward’a göre, o, Mu ve Atlantis dönemindeki tek tanrılı dini MÖ 16000 yıllarında Mısır’a getirmiş Atlantisli bir bilgedir. Murry Hope gibi kimi araştırmacılar bu yitik kıtalardaki tek tanrılı dinin Sirius kültürü yani Sirius kökenli bir öğreti olduğunu ileri sürerler. Kimilerine göre de bu Hermes, Antik Mısır'da thoth, HristiyanlardaEnoch, Yahudilerde Hanoch, Zerdüşlükde Huşeng, Antik Yunanda Hermes ve İslamiyette İdris olarak söz edilmektedir.
Thoth
Thoth'un ana tapınağı Hermopolis (Mısırbilimsel telaffuz : "Khemenu") şehrinde bulunuyordu. Mısır Arapçasında el-Ashmunein olarak bilinen Thoth Tapınağı, Hristiyanlık öncesi büyük ölçüde yıkılır. Geride kalan çok büyük pronaosu 19. yüzyılın ortalarında yıkıldı ve bir şeker fabrikasının temeli için dolgu olarak kullanıldı.
Thoth Hermopolis'te sekiz ana tanrıdan oluşan bir panteon olan " Ogdoad "ı yönetiyordu ve eşi Nehmetawy idi. Diğer şehirlerde de çok sayıda tapınağı vardı.
Thoth, Mısır mitolojisinde evreni sürdürmek ve Ra'nın güneş teknesinin her iki tarafında duran iki tanrıdan biri (diğeri Ma'at) olmak gibi birçok hayati ve önemli rol oynadı.[4] Eski Mısır'ın daha sonraki tarihinde tanrısal anlaşmazlıkların hakemliği,[5]büyü sanatları, yazı sistemi ve ölülerin yargılanması ile yoğun bir şekilde ilişkilendirildi.
Wahib Atallah'a göre Nisa suresi 51 de geçen جِبْت (jibt); قِبْط (Qıbt, Kıpti, İng; Copt, "Mısırlı") kelimesinin, birçok ayette tekrarlanan طَاغُوت (ṭāḡūt) ise kişileştirme ile birlikte Thoth'un Hicazi telaffuzundan başka bir şey değildi.
Nisâ Suresi - 51 . Ayet Tefsiri ; Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve bâtıla iman ediyorlar, sonra da kâfirler için “Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır” diyorlar.
Uhud Savaşı’ndan sonra Medine yahudilerinden bir grup Kâ‘b b. Eşref, Huyey b. Ahtab gibi reislerinin peşine takılarak Mekke’ye gelmişler, müslümanlara karşı savaşmak üzere Mekke müşrikleriyle bir antlaşma yapmak istemişlerdi. Mekkeliler bunların okur yazar ve Ehl-i kitap olduklarını göz önüne alarak kendi din ve gelenekleriyle Hz. Peygamber’in getirdiği din ve yaptığı işler hakkında bilgi vermişler, yahudilerden bir değerlendirme yapmalarını istemişlerdi. Yahudiler İslâm aleyhine, şirk lehine hüküm verdiler ve değerlendirme yaptılar, şirkin İslâm’dan daha hayırlı olduğunu söylediler, hatta müşriklerin isteği üzerine putlara (cibt) secde ettiler. Âyet-i kerîme –başkalarına da ibret olmak üzere– bu çirkin, ahlâksız, ikiyüzlülüğe dayalı, kendi kutsal kitaplarına da aykırı (Çıkış, 20/3-4) davranışı kınamak ve sahiplerinin hak ettikleri cezayı bildirmek için gönderildi (“bâtıl” diye çevirdiğimiz tâgut kelimesi hakkında bilgi için bk. Mâide 5/60).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 80

Thoth için firavun unvanına benzer birçok unvan da bilinmektedir.[13]
[14] Yunanlılar, benzer nitelik ve işlevleri nedeniyle Thoth'u kendi tanrıları Hermesile ilişkilendirdiler.
[15] Thoth'un unvanlarından biri olan "Üç kez büyük" Yunanca Grekçe: τρισμέγιστος çevrilmiştir. ( trismégistos ), Hermes Trismegistus'u yapıyor.[16][17]
Tasvirler

Thoth, tasvir edildiği dönem ve sanatçının iletmek istediği görünüme bağlı olarak birçok şekilde (genellikle yeşil ibis başı ile insan formunda) tasvir edilir.[18]
Bu formda, başının üzerinde duran bir hilal üzerinde oturan ay diskinden bir başlık ile zamanların ve mevsimlerin hesaplayıcısı olarak temsil edilebilmektedir.
Bir Şu veya Ankher formu olarak tasvir edildiğinde, ilgili tanrının başlığını takmasıyla tasvir edildi. Sanatta bazen Atef tacını veya Yukarı ve Aşağı Mısır'ın çift tacını taktığı da görülmüştür.[12] Bu yaygın formda tasvir edilmediğinde, doğrudan ibis şeklini alabilmektedir.[18]
Ayrıca denge tanrısı A'an olduğunda köpek suratlı bir babun veya babun başlı bir adam olarak görünür.[19]
A'ah-Djehuty formunda, daha insan görünümlü bir form aldı.[20] Bu formların hepsi sembolik metaforlardır. Thoth genellikle Mısır'ın yaşam sembolü olan bir ankh tutarken tasvir edilir.
Öznitellikler

Thoth'un Mısır mitolojisindeki rolleri çoktu. Yazının ve Mısır hiyerogliflerinin mucidi[21] ve tanrıların yazıcısıydı.[22] Yeraltı dünyasında, Duat, bir maymun olarak göründü, denge tanrısı Aani, ölen kişinin kalbini tüye karşı tartan terazinin Maat ilkesini temsil eden tam olarak eşit olduğunu bildirdi.[23]
Eski Mısırlılar Thoth'u kendi kendine doğmuş ve kendi kendini yetiştirmiş bir olarak görüyorlardı.[18]O, Ma'at'ı uygun şekilde kullanan[18] fiziksel ve ahlaki (yani ilahi ) kanunun efendisiydi.[24]Göklerin, yıldızların, yerin[25] ve bunlarda bulunan her şeyin oluşumunun hesabını yapan O'ydu.[24]
Mısırlılar onu tüm bilim, din, felsefe ve büyü eserlerinin yazarı kabul ettiler.[26] Yunanlılar onu ayrıca astronomi, astroloji, sayılar bilimi, matematik, geometri, ölçme, tıp, botanik, teoloji, medeni hükümet, alfabe, okuma, yazma ve hitabet biliminin mucidi ilan ettiler. Ayrıca, insani ve ilahi her bilgi dalındaki her eserin gerçek yazarıydı.[22]
Tarih

Thoth bir Ay tanrısıydı. Ay geceleri ışık sağlamakla kalmaz, güneş olmadan da zamanın ölçülmesine izin verir. Evreleri ve belirginliği ona erken astrolojide/astronomide belirgin bir önem kazandırdı. Ay'ın döngüleri Mısır toplumunun medeni ve dini ritüel ve kutlamalarını organize etmelerine olanak verdi. Sonuçta Thoth yavaş yavaş bir bilgelik, sihir ve olaylar ve zamanın ölçülmesi ve düzenlenmesi tanrısı olarak görülmeye başlandı.
[30] Güneş tanrısı Ra'nın sekreteri ve danışmanı olduğu söylendi ve Ma'at (hakikat/düzen) ile birlikte gökyüzünde gece yolculuğunda Ra'nın yanında duruyordu.
Thoth, hiyerogliflerin mucidi[31] ve ayrıca yeraltı dünyasının katibi olarak kabul edildi. Bu nedenle, Thoth'a eski Mısır yazıcıları evrensel olarak tapıyordu. Birçok yazıcının "ofislerinde" Thoth'un bir tablosu veya resmi vardı. Aynı şekilde, yazıcılar için sembollerden biri de ibis idi.
Sanatta Thoth, muhtemelen Mısırlıların ibis gagasının kıvrımını hilalin bir sembolü olarak görmesinden dolayı, genellikle bir ibis başıyla,[32]bazen de hilal tutan bir babun olarak tasvir edildi.
Eski Mısır'ın Geç Dönemi'nde, Khmun'un (Hermopolis Magna) başkent olması nedeniyle Thoth kültü önem kazandı. Milyonlarca ölü ibis mumyalandı ve onuruna gömüldü.[33]
Thoth'un nitelikleri ayrıca Yunanlılar tarafından Hermes ile özdeşleştirilmesine yol açtı; Hermes Trismegistus olarak birleştirildi.[17]Yunanlıların Thoth'un kült merkezini Hermes şehrianlamına gelen Hermopolis olarak adlandırmasına yol açtı.
Mısır Ölüler Kitabı'nın Ani Papirüs nüshasında yazar şöyle der: "Ben senin yazı paletinim ey Thoth ve sana mürekkep kavanozunu getirdim. Ben gizli yerlerinde fesat işleyenlerden değilim; başıma bir kötülük gelmesin." Ölüler Kitabı'nın Plate XXIX Chapter CLXXV (Budge), bizzat Thoth'un işi olduğu söylenen en eski gelenektir.
Ondan sonra Djehuty (Thoth) adında Onaltıncı hanedandan bir Mısır firavunu da vardı ve üç yıl hüküm sürdü.

🔂Büyük Kiros, Büyük Keyhüsrev veya Büyük Kuroş olarak da bilinen II. Kiros, batıda daha çok Sirus (Cyrus) ismi ile tanınır. Birinci Pers imparatorluğu olan Ahameniş İmparatorluğu'nun kurucusudur.
M.Ö. 559'da Medya İmparatorluğu'nun bir bölgesi olan ve günümüzde İran’ın İsfahan civarlarına denk gelen Anşan'ın yöneticisi olmuştu. MÖ 550 yıllarında Kral Astiages'i bozguna uğratıp Med Krallığı'nı Pers İmparatorluğu'nun merkezi yaptı. MÖ 545 yılında Lidya Kralı Kroesus'u yenilgiye uğratarak Batı Anadolu'yu ve buradaki Yunan şehir devletlerini de ele geçirdi. MÖ 539'da Babil kentini fethedip Filistin'i de içine alarak Orta Doğu'nun büyük bir kısmını hakimiyeti altına aldı.
⚠️II.Kiros, ilk insan hakları bildirgesi olarak kabul edilen Kiros Silindiri'ni yazdırmıştır. Kiros Silindiri kilden yapılmış, 23 santimetre uzunluğunda bir yapıt olup, Kiros’un Babil’i fethinden ve yahudilerin de içinde olduğu sürgündeki insanların özgür bırakılmasından söz eder.‼️
Dünyanın ilk anayasası olarak da bilinen Kiros Silindiri, Akkad dilinde pişmiş kil silindire elle yazılmıştır. İngiliz arkeolog Hormuzd Rassam tarafından, 1879 yılında, Esagila Tapınağı(Mabuk Mabedi)kazılarında bulunmuştur. Günümüzde Londra bulunan British Museum’da sergilenmektedir.
Kiros Silindiri’nde üç ana konu yer almakta olup, bunlar ırk, dil ve din eşitliği, köleler ve göçe zorlananların tüm haklarının verilmesi ve şehre dönmelerinin sağlanması, ayrıca yıkılan tüm tapınakların tekrar tamir edilmeleridir.
Med-Yahudi ilişkileri, MÖ 539’lu yıllarda Med Kralı (Mado-Pars soylu) Büyük Kiros’un yahudileri Babil esaretinden kurtarmasıyla daha da kuvvetlenmiştir. Büyük Kiros, Asur’dan ele geçirdiği topraklarda bir süre kalıp dinsel hoşgörüyü hayata geçirdi. Medler ilk etapta eski efendileri Asur’un bütün kötü idare tarzından uzak duruyorlardı. Köleliğe başvurmadılar, insanları zorla kendi inançlarına katmadılar ve insanları göçe zorlamadılar. Hatta birçok yeniliğin ve özgürlüğün kapısını araladılar.
Medler, Zerdüştçülüğün İmparatorluğun resmi dini olmasından dolayı köleliğe karşıydılar. Bölgelerinde de bulunan Asur’un esiri olan yahudi köleleri serbest bıraktılar. Kendilerine yardım eden Babil halkının yanı sıra yahudileri de ödüllendirdiler.
II.Kiros, böylece, yahudilerin Babil sürgününü sona erdirmiş, onların yurtlarına dönmelerini sağlamıştır. Ayrıca, II. Kiros, Asur Kralı Nebukadnezar tarafından yakıp yıktırılan Kudüs’teki Süleyman Tapınağı ve diğer yerlerin inşasına yardım etmiş, Nebukadnezar ve ordusunun Filistin topraklarını işgali sırasında yağmalanan altın ve gümüşlerin ve bazı kutsal eşyaların da geri alınmasını sağlamıştır.🔁
📒Türk tarihinin önemli yapı taşlarından olan İskitler, Hunlar ve Göktürkler’in dini inançlarının ve sanatsal faaliyetlerinin irdelendiği İskitler, Hunlar ve Göktürkler’de Din ve Sanat adlı bu kitabı Doç. Dr. İbrahim Çeşmeli kaleme almıştır.
❗️Hormuzd Rassam’dır (1826-1910). İki kültür arasında sıkışıp kalmış bu garip insan, geçmişle geleceği kaynaştıran büyük arkeolojik araştırma serüveninin mütevazı emekçilerinden biridir.
Bu yazı Sayın Orhan Bursalı’nın şahsında Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji Dergisi’ni yaratanlara ithaf edilmiştir.
Bilim ve Gelecek’in Kasım 2015 sayısının kapak dosyasını Gılgamış Destanı’nın 5. tabletine ait yeni çözümlenen dizeler oluşturmuştu. Neredeyse dört bin yıllık destanın yazımında kullanılan edebi dil, zengin hayal dünyası ve insan doğasının evrensel özelliklerini yansıtan öyküleri ile gerçek bir başyapıt olan bu görkemli manzume daha uzun yıllar kültür dünyamızı derinden etkileyecek gibi görünüyor.
Özellikle tek tanrılı göksel dinlerin kutsal kitaplarına bir ölçüde esin kaynağı olan Gılgamış Destanı’nı anlatan tabletleri gün yüzüne çıkaran kişinin Kuzey Iraklı bir Osmanlı vatandaşı olduğunu sanırım çoğumuz bilmiyordur. Hormuzd Rassam (Resim 1) 1826’da, Osmanlı İmparatorluğu içinde yer alan Musul’un Dicle Nehri kıyısındaki bir semtinde doğar. Ailesi Keldani Katolik Kilisesine bağlı Asurilerdendir. İngiliz arkeoloğu Austin Henry Layard’ın 1845’de Britanya Müzesi adına Nimrud’a (Musul’un 30 kilometre güneyindeki antik Asur kenti) kazı yapmaya gelmesi Rassam’ın yaşamında dönüm noktası olur.
❗️1872’de Britanya Müzesi uzmanlarından George Smith’in (Resim 3), Rassam tarafından 1853’te keşfedilmiş kil tabletlerden birinde (Gılgamış Destanı’nın 11. Tableti) Tevrat’taki Nuh Tufanı’nı (Büyük Tufan) çağrıştıran kimi dizeleri çözmesi Avrupa ve ABD’de büyük yankı yapar ve Asur kazıları konusu tekrar müzelerin gündemine girer.
KAYNAKLAR
1) http://www.britannica.com/biography/Hormuzd-Rassam
2) http://www.sacred-texts.com/ane/chad/chad.htm
3) http://www.smithsonianmag.com/smart-news/epic-of-gilgamesh-new-verses-discovered-worlds-oldest-story-180956844/?no-ist
4) Reade J., (1993). Hormuzd Rassam and His Discoveries. Iraq, 55: s.39-62.
5) J. L. M.,(1911). Obituary: Hormuzd Rassam. The Geographical Journal, 37 (1): s.100-102.
6) Gadd C. J., (1953). Assyrian Antiquities, 1825-56. The British Museum Quarterly, 18(2): s.56-57.
Pythagorasçı felsefeyi benimseyerek katı disiplinli bir zühd hayatı yaşamaya başladı. Et yemeyi, şarap içmeyi ve beşerî zevklerin tamamını terkederek kıl gömlek giyip yalınayak dolaşmayı âdet edindi. Yaymaya çalıştığı fikirlerin esasını Pythagoras’ın mistik felsefesi teşkil etmekle birlikte, getirdiği kendine has yorumlarla bu doktrini yeni bir boyuta ulaştırdı. Savunduğu felsefeye göre var olan her şey bir tek ilâhî özden (mutlak varlık, ruh) oluşuyor, böylece mevcûdatın tamamını bu ilâhî özün biçimlenmiş parçaları teşkil ediyordu (pantheism).
Buna göre insan da ilâhî bir varlıktı ve fıtratında mevcut olan üstün değeri bu tanrılık vasfından alıyordu. Taşıdığı ilâhî değerin bozulmaması ve kötülüklere bulaşmaması için insanın, din adamlarının koydukları din ve ahlâk kuralları ile hilkatini bozmaması ve sadece tabiat kanunlarına uygun basit bir hayat sürmesi gerekiyordu. Ona göre ölüm, kalıba girmiş olan ilâhî ruhun serbest kalmasından ibaretti ve ruh tekrar başka bir kalıba da girebiliyordu (tenâsüh).
Apollonios’un hararetle savunduğu Hint kökenli panteizm doktrini de İslâm tasavvufunda revaç bulmuş ve yaratılmışların tamamını tanrı sayan ana prensibi Allah’ın âlemde tecellisi şeklinde yorumlanıp İslâmî akîdelerle bağdaştırılarak “vahdet-i vücûd” adıyla benimsenmiş ve özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) tarafından sistemleştirilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 372, 422.
Suter, Die Mathematiker, s. 3, 208.
Sezgin, GAS, III, 230-231, 354-355; IV, 77-91, 417-418; VI, 102-103; VII, 64-66, 227-229, 318-319.
Sarton, Introduction, I, 320.
T. J. de Boer, The History of Philosophy in Islam, New Delhi 1983, s. 75.
Mohammad Muslehuddin, Islam: Its Theology and the Greek Philosophy, Lahore 1984, s. 57-63.
Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, İstanbul 1987, s. 207-209, 256-257, 292-294.
a.mlf., Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, Ankara, ts., s. 346-376.
B. Carra de Vaux, “Belînûs”, İA, II, 491.
P. Kraus, “Câbir”, İA, III, 3-5.
Ahmed Ateş, “Muhyi-d-Din Arabî”, İA, VIII, 535-555.
L. Massignon, “Tasavvuf”, İA, XII/1, s. 26-31.
A. H. Armstrong, “Apollonius of Tyana”, EBr., II, 123.
M. Plessner, “Balīnūs”, EI2 (İng.), I, 994-995.
M. E. Reesor, “Stoics”, EAm., XXV, 665-668.
G. L. Carey, “Apollonius of Tyona”, The New International Dictionary of the Christian Church, Michigan 1974, s. 57.
“Apollonios (Tyanalı)”, Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, İstanbul 1983, I, 368-369.
https://islamansiklopedisi.org.tr/apollonios-tyanali
Gülek Geçidi’nin Kapadokya’ya açıldığı bölgedeki yüzlerce yıllık tarihe sahip belde Genç Hitit ve Romalılar döneminde ön plana çıkmıştır.Niğde il merkezinin 24 km güneyinde,bor ilçe merkezine 8 km uzakıkta ve Bahçeli Beldesiyle iç içe durumdadır.Bu antik kente birçok isim verildi.
Platon, Phaedrus adlı diyalogunda Thoth'tan bahseder. Yazmanın tembelliğe ve unutkanlığa yol açtığını göstermek için Thoth mitini kullanır. Hikâyede Thoth, Mısır Kralı Thamus'a yazmanın hafızanın harika bir ikamesi olduğunu söyler. Gelecek nesiller, düzgün bir şekilde öğretilmeden çok şey duyacak ve bilge görünse de öyle olmayacak.
MÖ 3. veya 2. yüzyılda yaşamış Mısırlı bir Yahudi olan İskenderiyeli Artapanus, Thoth-Hermes'i tarihi bir insan olarak euhemerize etti ve esasen metin yazarları ve kanun yaratıcıları olarak ortak rollerine dayanarak Musa ile aynı kişi olduğunu iddia etti. Artapanus'un Musa biyografisi, Musa ve Thoth hakkındaki gelenekleri birleştirir ve birçok ayrıntı icat eder.[35] Geç antik çağlardanRönesans'a kadar sonraki birçok yazar, Hermes Trismegistus'u Musa ile özdeşleştirdi veya onları benzer inançları açıklayan çağdaşları olarak gördü.[36]
Kaynakça
- ^ Thutmose III: A New Biography By Eric H Cline, David O'Connor University of Michigan Press (January 5, 2006)p. 127
- ^ Temple of the World: Sanctuaries, Cults, and Mysteries of Ancient Egypt (İngilizce). American University in Cairo Press. 2013. s. 149. ISBN 978-977-416-563-4.
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians Thoth was said to be born from the skull of Set also said to be born from the heart of Ra.p. 401)
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 400)
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 405)
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians p. 403)
- ^ "Arşivlenmiş kopya". 24 Mayıs 2023 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 2 Haziran 2023.
- ^ "Arşivlenmiş kopya" (PDF). 24 Mayıs 2023 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF). Erişim tarihi: 2 Haziran 2023.
- ^ The Ancient Egyptian Language: An Historical Study (İngilizce). Cambridge University Press. 11 Temmuz 2013. ISBN 9781107032460. Yazar
|ad1=eksik|soyadı1=(yardım) - ^ The Ancient Egyptian Language: An Historical Study (İngilizce). Cambridge University Press. 11 Temmuz 2013. ISBN 9781107032460. Yazar
|ad1=eksik|soyadı1=(yardım) - ^ Hopfner, Theodor, b. 1886. Der tierkult der alten Agypter nach den griechisch-romischen berichten und den wichtigeren denkmalern. Wien, In kommission bei A. Holder, 1913. Call#= 060 VPD v.57
- ^ a b (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 402)
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 pp. 402–403)
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 pp. 412–413)
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians p. 402)
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 415)
- ^ a b A survey of the literary and archaeological evidence for the background of Hermes Trismegistus in the Greek Hermes and the Egyptian Thoth may be found in Bull, Christian H. 2018. The Tradition of Hermes Trismegistus: The Egyptian Priestly Figure as a Teacher of Hellenized Wisdom. Leiden: Brill, pp. 33–96.
- ^ a b c d (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 401)
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 403)
- ^ (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 plate between pp. 408–409)
- ^ (Budge Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 408)
- ^ a b (Budge Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 414)
- ^ (Budge Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 403)
- ^ a b (Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 407)
- ^ (Budge Gods of the Egyptians Vol. 1 p. 401)
- ^ (Hall The Hermetic Marriage p. 224)
- ^ "Egyptian Myths". ss. 40−41. ISBN 0-292-72076-9.
- ^ A Dictionary of Egyptian Gods and Goddesses. ss. 144−145.
- ^ Isis and Osiris. Loeb Classics. ss. LCL 306: 30−31. 26 Mart 2023 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 24 Mayıs 2023.
- ^ Assmann, Jan, The Search for God in Ancient Egypt, 2001, pp. 80–81
- ^ Mythology. The illustrated anthology of world myth & storytelling. Londra: Duncan Baird Publishers. 2002. ss. 24. ISBN 9781903296370. Yazar
|ad1=eksik|soyadı1=(yardım) - ^ Wilkinson, Richard H., The Complete Gods and Goddesses of Ancient Egypt, 2003, p. 217
- ^ Wasef (2019). "Mitogenomic diversity in Sacred Ibis Mummies sheds light on early Egyptian practices". PLOS ONE. 14 (11): e0223964. doi:10.1371/journal.pone.0223964. PMC 6853290 $2. PMID 31721774.
- ^ "Museum item, accession number: 36.106.2". www.metmuseum.org. Metropolitan Museum of Art. 18 Şubat 2017 tarihinde kaynağından arşivlendi.
- ^ Mussies, Gerald (1982), "The Interpretatio Judaica of Thot-Hermes", in van Voss, Heerma, et al. (eds.) Studies in Egyptian Religion Dedicated to Professor Jan Zandee, pp. 91, 97, 99–100
- ^ Mussies (1982), pp. 118–120
- ~ https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Thoth
⚠️Antik Mısır’ın psikostazi kavramının bir benzerine, vaktiyle Harran Ovası’nda yaşamış bulunan Sâbiîler’de rastlanır. ‼️
Psikostazi’deki terazi bu tradisyonda Abatur’un terazisi olarak adlandırılır. (Abatur'un eski Mısır'daki çakal başlı Anubis'in bir versiyonu olduğu ileri sürülür.)
anubis; bir başka ölüm, mumyalama, gece ve nehir tanrıçası olan nephthys'in oğludur. nephthys, seth'in karısı olsa da anubis'in babası osiris'tir. hatta bazı yazıtlarda babasının ra olduğu görülmektedir. çakal başın sebebi, mezarlıklarda gezen çakalları simgeler. nadir de olsa, kurt başlı olarak da tasvir edilmiştir.~ Amon, Amon, Amen, Ammon Mısır dilinde ‘gizli olan’ anlamına gelen ilk tanrının adıdır. 11. Hanedan (MÖ 2133-2000) döneminde Teb’in güçlü güneş tanrısı, daha sonraki dönemlerde tanrı Ra ile birleştirilerek Amon-Ra adıyla tüm Mısır’ın milli tanrısı olmuştur. Teb’in düşmesinden sonra Amon kültü çöl kabileleri tarafından Etiyopya’ya taşınmıştır.
anubis, cesetlerin mumyalanması ve gömülmesinden sorumlu olan mısır tanrısıdır.genellikle siyah başlı bir çakal-köpek olarak resmedilir. ölülerin yargılanmasına yardımcı olur. mumyalamada bulunan, kutsal ülkenin efendisi gibi lakapları bulunur.
ölülerin kalplerini bir tüyle tartar ve ceza mı yoksa ödül mü hak edeceğine karar verir. iyi birinin kalbi tüye karşı hafif gelirken kötü birinin kalbi tüye karşı ağır gelir.
⚠️ Peygamber Efendimiz’in (sav) buna cevabı ise, niyet okuması yaparak hareket eden herkese çok ciddi bir uyarı niteliğindeydi: “Sen nereden biliyorsun? Kalbini açıp baktın mı!?”‼️

📙Madauruslu Apuleius: Altın eşek ya da Başkalaşımlar, dünyanın en eski fantastik romanlarındandır. 2. yüzyılda yazılmıştır. Bir bütün olarak günümüze gelebilmiş olan tek Latin romanıdır.
Anubis’in İsimleri
Anubis’in eski Mısır’da bilindiği diğer bazı isimler arasında Anpu, Inpu, Ienpw, Imeut (“Mumyalamanın Efendisi”) bulunmaktadır. Ayrıca mumyalamanın destekçisiydi ve yeraltı dünyasına taşındıklarında ölen kişiydi. Anubis’in görünüşü, hayvan gibi çakal başlı bir adam olarak görülüyordu. Kafa rengi siyahtı, bu da onu ölülerin tanrısı olarak temsil ediyordu.
Sâbiîler güney Mezopotamya ovasına özgü etno-dinsel bir gruptur ve tek tanrılı Gnostik bir din olan Sâbiîliğin takipçileridir. Muhtemelen antik çağlardan kalan son Gnostik gruplardan biri ve vaftizi ilk uygulayanlardandır.
Sâbiîler, bugün günlük Irak Arapçası ve Modern Farsçakonuşuyor olmalarına rağmen, geçmişte Aramice'den gelişen bir Sami dili Sâbiîce'yi anadili olarak kullanmaktaydı.
Sâbiîce esas olarak ayin dili olarak korunmuştur. 2003 Irak Savaşı'ndan sonra 60.000-70.000 kişilik Iraklı Sâbiî topluluk dünyaya dağıldı; topluluğun çoğu komşu İran, Suriye ve Ürdün'e taşındı veya Orta Doğu'nun ötesinde diaspora toplulukları oluşturdu.
Osiris dini, yitik efsanevi kıta Atlantis’ten Mısır’a getirilmiş olduğu ileri sürülen bir öğreti ya da tek tanrılı bir dindir. Terim ilk kez ünlü Muaraştırmacısı James Churchward tarafından kullanılmıştır.

- Osiris’in öldürülmesine karşın bu öğreti Atlantis’te varlığını sürdürdü ve MÖ 16.000 yıllarında Atlantis'li bir bilge olan Hermes Trismegistus tarafından Mısır'a getirildi.
Osiris dininin şeriatını oluşturan 42 kural ya da ilkeden bazıları papirüslerde şöyle ifade edilir:
- “Yalan söyleme!”
- “Kimseyi öldürme!”
- “İnsanlar arasında ayrım yapma!”
- “Servetini haksız kazanç yoluyla (başkasının hakkına el uzatarak) arttırma!”
- “Kimseyi ağlatma!”
- Kökeni ile ilgili varsayımlar

Hermetika
Hermetizm hakkında bilgi veren eski metinler günümüzde hermetika ya da zümrüt tabletler olarak adlandırılır.
Bunlar eski Mısır’da kutsal alfabeyle yazılmış orijinal kayıtların farklı alfabelere çevrilmiş kopyalarının kısmen eski Yunanca’ya ve Latinceye çevrilmiş bölük pörçük parçalarından oluşurlar.
Bu metinlerin İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş kısımlarındaki bilgilerin de, hem çeviriler sırasında hem de başka nedenlerle bir miktar anlam kaybına uğradıkları sanılmaktadır.
İskenderiye Kütüphanesi’nin 5. yüzyılda Kilise tarafından yönlendirilen yıkımından sonra bu metinlerdeki bilgilerin günümüze dek korunabilmasinde, Pisagor, Platon ve eski Yunan yazarlar kadar, Ortadoğu’daki ezoterik ekollerin de büyük katkısı olmuştur.
Ortadoğu’da korunan hermetik bilgiler Avrupa’ya özellikle Floransa yoluyla aktarılmış olup Kilise’nin tüm çabalarına rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır. Söz konusu Yunanca ve Latince çevirilerin yazarları başta Poimandres olmak üzere, Zosimos, Fulgentius, Iamblikos ve John Stobaeus’dur.
- Hermetik bilgilerden bazıları eldeki metinlere göre şunlardır
- Fiziksel alem süptil alemin aynasıdır.
- Ezeli ve ebedi olan Tanrı, düşüncelerle anlaşılmaz.
- Ruh ilahi bir ışıktır
- Ruhlar yeryüzüne sınavlarla gelişim için gelirler, almaları gereken dersleri alana kadar tekrar tekrar doğarlar.
- Kişiyi ölüm sonrasında vicdanı yargılar, kişinin yeryüzünde yaşarken yaptıkları unutulmaz.
- Bu ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir.
- Eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır.
- Evrende kozmik yasalar işlemektedir.
- İnsanlar kaderlerini yaptıkları iyi ya da kötü hareketlerle belirler.
- İnsanlar yaşadıkları dünyayı kirletmeleri halinde dört unsurun başkaldırmasıyla karşılaşacaktır.
- Yunuslar ve arslanlar diğer hayvanlardan daha gelişmiş varlıklardır.
- KAYNAKÇA
- Hermetika, Ege Meta Yayınları
- Dharma Ansiklopedi
Antik Mısır Sembolleri
Ankh, Latince’de “kulplu haç” anlamına gelen “crux ansata” olarak bilinir. Bu sembolün gelen anlamı “yaşam”dır. Mezarlara çizilmiş olan ve ellerinde Ankh taşıyan tanrıların pek çoğunun, yaşamı diğer dünyaya hediye ettikleri düşünülmektedir.
Ankh, Mezopotamya ve İran’a kadar pek çok arkeolojik kazıda bulunduğundan ve hatta İncil’de geçen kral Hezekiya’nın mühründe bulunduğundan dolayı önemli bir sembol olarak kabul edilmiştir.
Sembol, 1960’lı yıllarda New Age mistisizminde benimsenmiş ve Paganizm ile diğer pek çok toplulukta yer almıştır.
Wiccanlar ve Paganlar gibi pek çok toplulukta bu sembol, şifacıya yardım etmek için yaşamın sembolojisini kullanan bir şifa aracı olarak kullanılır. Ankh vücudun ilgi, yenilenme ya da ilahi şifa gerektiren bölgelerine yerleştirilmelidir. Ankh, ağırlıklı olarak büyü (magick) biçimleriyle kullanılır ve bazen kullanan kişiyi negatif enerjilerden ve kötü şanstan korumak için tılsım olarak takılır, taşıyan kişinin “yaşam” enerjisini korur.
- ❌❌❌❌❌
'İlk insanların ortaya çıkış hikayesi
- Pallab Ghosh
- BBC Bilim Muhabiri, Paris
Afrika kıtası çapında zamana yayılan bir evrim geçirdiği yönünde. Eğer bir cennet bahçesinden bahsedeceksek bu bütün Afrika olmalı."
Paris'teki College de France'da düzenlediği bir basın toplantısında konuşan Prof. Hublin, Fas'ın Jebel Irhoud bölgesinde buldukları fosil kalıntılarını gazetecilere gururla gösterdi.
Jebel Irhoud bölgesindeki fosiller 1960'lardan beri bilim dünyasının ilgisini çekiyor
Prof. Hublin, MPI ekibine katılarak bu mağarayı tekrardan incelemeye aldı ve 10 yılın ardından çok farklı bir hikaye anlatan kanıtlarla ortaya çıktı.
Fosillere göre ilk Homo Sapiens kafatasının şekli böyleydi
Gelişmiş teknolojik yöntemlerle elde edilen veriler, kemiklerin 300 ile 350 bin yıllık olduğunu ve kafataslarının modern insanlarınkiyle neredeyse aynı olduğunu ortaya koyuyor.
Bugüne kadar türümüze ait ilk fosiller Etiyopya'nın Omo Kibish bölgesinde ortaya çıkarılan 195 bin yıllık fosillerdi.
Prof. Hublin "Artık ilk insanların ortaya çıkış hikayesini baştan yazmamız gerekecek" dedi hınzırca bir gülüşle.
Türümüz evrilmeden önce Afrika'da birbirinden farklı, çok sayıda insan türü yaşıyordu.
Doğu Afrika’daki Modern İnsan Kalıntıları 230.000 Yıllık Çıktı
Yarım yüzyıldan fazla bir süredir fosil, dünyanın herhangi bir yerinde bulunan en eski Homo sapiens kafataslarından biri olarak biliniyor. (Kısmi kafatası ve iskelet, Fas’taki Jebel Irhoud’tan 300.000 yıllık kafatası, çene ve diş parçalarının 2017 keşfine kadar en eskisi olarak kabul ediliyordu). 2005 yılında, radyoaktif tarihleme çalışması, fosil kafatasının yaşını önemli ölçüde geriye çekerek 195.000 yıl öncesine tarihledi. Ancak bugünün çalışması, Omo I’in aslında on binlerce yıl daha yaşlı olduğunu gösteriyor.

Homo sapiens’in yaklaşık 360.000 yıl ile 100.000 yıl önce Afrika’da ilk kez ortaya çıktığı ve kademeli olarak evrimleştiği dönem, şiddetli volkanik faaliyetlerin yaşandığı bir dönemdi. Muazzam patlamalar bölgeyi sarstı ve bazı bölgeleri yaşanmaz hale getirecek kalın kül katmanları biriktirdi. Değişen ortamlar bazen erken insanları yeni davranışlar ve araçlar benimsemeye ittiğinden, bu patlamalar aslında buradaki evrimin şekillenmesinde rol oynamış olabilir.
Smithsonian Magazine. 12 Ocak 2021.
Makale: Vidal, C.M., Lane, C.S., Asrat, A. et al. (2022). Age of the oldest known Homo sapiens from eastern Africa. Nature.
Homo Sapiens

Fas’daki Jebel Irhoud bulunan fosiller Homo Sapiens türünün Afrika’nın farklı yerlerinde eş zamanlı olarak evrimleştiğini göstermektedir (F: G. Grullón/Science; (DATA) Smithsonian Human Origins Program.)
Rastafari hareketi'nin ilk vaizlerinden biridir. (diğerleri Joseph Hibbert, Archibald Dunkley ve Robert Hinds) Aynı zamanda İlk Rasta olarak bilinir.
1933'te Afrikalıların topraklarından alınması ve dağılması ve Etiyopya İmparatoru Ras Tafari Makonnen yani I. Haile Selasiye hakkında vaaz vermeye başladı. Vaazlarındaki iddialarına göre Haile Selassie dünyaya geri dönmüş olan Mesihidi. Bu iddiasından sonra tutuklanmasına ve iki yıl hapis yatmasına rağmen, isyan girişimlerinde bulundu ve Rastafari hareketi büyüdü.[1]
Takip eden yıllarda, Howell Jamaika'daki tüm otoritelere (sömürgeciler, ticaret sendikaları, kiliseler, polis teşkilatı) karşı savaş açtı. Yine de hareket başarılı oldu ve bugün Rastafari inancı tüm dünyaya yayıldı.
• Ras Tafari Makonnen yani I. Haile Selasiye
Rastafari, tipik bir büyük kurtuluş beklentisi hayâli etrafında oluşturulmuş bir ideoloji ve toplumsal harekettir.
Haile Selassie'yi geri dönen Mesih ve yeryüzünde yaşayan tanrı olarak kabul etmek, Batı siyasî sistemini (Babil Düzeni vya da Babil adını verdikleri yozlaşmış ve ayrımcı bir düzen) reddetmek ve siyahî insanlara eşit haklar temin edilmesi uğruna savaşmak. Jamaika ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki zenci nüfus büyük ölçüde dindardı, ancak birçoğu Mukaddes Kitabı kendi çıkarlarına göre yorumladı; anavatanlarından uzakta zorla köleleştirilmiş, ancak vadedilmiş topraklara geri dönmek isteyen Musa'nın halkıolarak görüyorlardı. Vaad edilmiş topraklar, Filistin'de değil, Etiyopya'dadır ve İncil'de de bahsedilir. Afrika'ya Dönüş Hareketi'nin kurucusu Marcus Garvey, Jamaika'daki Rastafari hareketinin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Garvey, 1920'lerde Afrika'da güçlü bir zenci kralın tahta çıkacağını iddia ediyordu.
Mısır kökenli Ra dinlerinin Hristiyanlık ve Musevilikile karışımından oluşan bir dindir. Musa'nın asıl yol gösterdiği kutsal kavimin Siyahlar, özellikle de Etiyopyalılar olduğunu savunur. Rastafaryanizm'de vadedilmiş topraklara Zion (bir anlamda cennet) denilmektedir. Rastafaryanlar kendi içlerinde birçok kola ayrıldıklarından değişik inanışlara ve Jah kavramına sahip olabilirler.
⚠️Rastalar tek tanrılıdır ve Jah dedikleri tek bir Tanrı'ya taparlar. "Jah" terimi, Eski Ahit'in İngilizce çevirilerinde Tanrı'nın adı olan "Yehova" nın kısaltılmış bir versiyonudur. Rastafari, bu tanrısallığın içkinliğine kuvvetle bağlıdır; Jah'ı bir tanrı olarak görmenin yanı sıra, Rastas, Jah'ın her bireyin doğasında var olduğuna inanır. Bu inanç, Rastas tarafından sık sık alıntılanan aforizmada yansıtılır, "Tanrı insandır ve insan Tanrı'dır"‼️
Kaynakça
- ^ Lee, Hélène (2000). Der erste Rasta. Höfen. ISBN 978-3-85445-178-5. OCLC 76215882.
- ^ King, Stephen A. (2002). Reggae, Rastafari, and the rhetoric of social control (İngilizce). Barry T. Bays, P. Renée. Foster. Jackson: University Press of Mississippi. ISBN 1-4175-0697-0. OCLC 55153777. Diğer özet.
- ^ Savishinsky, Neil J. (1 Ocak 1994). "Transnational popular culture and the global spread of the Jamaican Rastafarian movement". New West Indian Guide / Nieuwe West-Indische Gids. 68 (3-4): 259-281. doi:10.1163/13822373-90002653. ISSN 1382-2373.
- ^ Department Of State. The Office of Electronic Information, Bureau of Public Affairs (19 Eylül 2008). "Jamaica". 2001-2009.state.gov (İngilizce). 19 Ocak 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 5 Nisan 2022.
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Rastafari
Etiyopya, Afrika tarihinde coğrafi yapısının getirdiği yağışlı iklimi ve yeşil bitki örtüsü sebebiyle yerleşim açısından cazibeli bir bölge olarak dikkat çekmiştir. Antik çağlardan itibaren özellikle Nil üzerinden antik Mısır'la etkileşimde bulunan Etiyopya'da milattan önce 1'inci yüzyılda Amhara kavminin ileri gelenlerince Aksum Krallığı kurulmuştur.
Etiyopya topraklarına Arap Yarımadası'ndan Sami göçü yaşandığı, Samilerin Etiyopya'da siyahilerle karıştığı ama daha üst sınıf olarak kaldığı tahmin edilmektedir. Amharaca'nın Sami dillerinden olması, tarihte Etiyopya'yı yönetenlerin tam siyahi değil oldukça esmer beyazlar olması bu göçe dair delil sayılmaktadır. Etiyopya'nın tarihteki ismi olan Habeşe / Habeşistan da Sami dil ailesi kökenli bir kelime olup ülkenin 4. yüzyıldan 1931'e değin resmi ismi olmuştur.
320'de tahta çıkan Aksum Kralı Ezana putperest iken Mısır'dan etkilenerek Hristiyanlığa geçti, Hristiyanlığı ülkenin resmi dini yaptı ve halktan Hristiyan olmasını istedi. Böylece Habeşistan yeryüzünde ilk Hristiyanlığı kabul edilen devletlerden biri oldu. Mısır'daki Hristiyanlık anlayışı Monofizitlik üzere olduğundan Habeşistan da Monofizit oldu.
Bugünkü Etiyopya'nın özellikle batı kesimini ve Kızıldeniz kıyılarını ele geçirmeye çalışan Aksum Krallığı deniz yoluyla Yemen üzerinde de nüfuz kurmaya çalıştı.
Hz. Muhammed dönemindeki Habeşistan Hicreti
İslam Peygamberi Hz. Muhammed ve Sahabeleri 610'lu yıllarda Mekke'de baskı görmekteydi. Hz. Muhammed 615-616'da Sahabelerini Aksum Necaşi'si (Kralı) Ashame'nin (560-630) adil bir yönetici olduğunu belirterek Habeşistan'a (Aksum Krallığı) hicret etmeye yönlendirdi.
Kızıldeniz üzerinden gemi yoluyla yapılan bu hicretle Habeşistan Mekke'nin ardından İslam'ın ulaştığı ikinci yer oldu.
Mekke'yi yönetenler, bu hicretin ardından Habeşistan'a heyet göndererek Müslümanların kendilerine verilmesini talep ettiler. Daha sonra Müslüman olacak olan Mekkeli Amr bin As, Habeşistan ile ticareti nedeniyle Necaşi Ashame ile dostluk kurmuştu. Bu sebeple, Necaşi Ashame ile görüştü.
620'li yıllarda Hz. Muhammed ve Sahabelerinin güç kazanması üzerine Habeşistan'daki Sahabeler Hicaz'a geri döndü. Bu arada Necaşi Ashame'nin Müslüman olduğu belirtilmektedir. 630'da Necaşi Ashame'nin ölümü üzerine Hz. Muhammed onun için gıyabi cenaze namazı kıldırdı. Necaşi Ashame'nin ardından Aksum tahtına Hristiyan Necaşiler çıkmaya devam etti.
Aksum Krallığı'nın yıkılışı ve Süleymanlı Hanedanı
640'lı yıllarda Mısır'ı alan Müslümanlar Mısır üzerinden Aksum Krallığı'nın kontrolündeki bugünkü Eritre'yi 646 yılında ele geçirip krallığı denize kapattılar. Aksum Krallığı'nın diğer bölgelerde de çeşitli topluluklarla savaşa girmesi krallığın git gide zayıflamasına yol açtı. 10. yüzyılda Aksum Krallığı yıkıldı. Yerine gelen ve yine Amharalılarca daha dar bir alanda kurulan Zegva Krallığı 1270'e kadar sürdü.
1270 yılında rakip bir hanedan Ansata Savaşı'nda Zegva Hanedanı'nı yenerek yönetimi ele geçirdi. Bu yeni Amhara Hanedanı soyunun Süleyman Peygamber ile Belkıs'ın evliliğinden doğan oğullarına dayandığını iddia etmekteydi. Bu Süleymanlı Hanedanı ülkeyi 1270'den 1974'e değin kesintisiz 704 yıl yönettiler, kendilerini imparator ilan ettiler.
Süleymanlı Hanedanı Mısır'da hakim olan Memluklülerle ilişkilerini geliştirmeye önem verdi. Memluklülerin hükümdarları değiştiğinde resmi Habeş heyetleri Kahire'yi ziyaret edip yeni sultanı tebrik etmekte ve değerli hediyeler sunmaktaydı. Bununla beraber iki ülke arasında sorun yaşandığında Süleymanlılar Memluklüleri Nil'in yatağını değiştirmekle ve Habeşistan'daki Müslümanlara eziyet etmekle tehdit etmekteydi.
Süleymanlı-Adel Savaşı (16. yüzyıl)
Süleymanlılar 14. yüzyıl başında devletlerini oldukça genişletip güçlerini artırdılar. Resmi dinleri olan monofizit Tevahedo Kilisesi'ni önceki krallıklardan daha fazla bayraklaştırıp halkı tümüyle bu kiliseden olmaya zorladılar. Aynı dönemlerde İslam da ülkeyi etkilemeye başladı. İlerleyen dönemde Hristiyan Süleymanlılar ile Somali'deki Müslüman Adel Sultanlığı arasında din eksenli savaşlar oldu.
16. yüzyılda Eritre'yi ele geçiren Osmanlıların desteğiyle Adel Sultanlığı ile Süleymanlılar arasında 1529-1543 döneminde yoğun savaşlar yaşandı. Adel Sultanı Ahmed bin İbrahim el-Ğazi başkentini Etiyopya'daki Harar şehrine taşıdı, ülkenin tamamını fethetme gayesi güttü.
Süleymanlılar Amhara Bölgesi'nin dağlık yapısından istifadeyle Ğazi'yi durdurmayı başardı. 1543'te Süleymanlılarca Ğazi'nin bir savaşta öldürülmesi üzerine Adel Sultanlığı'nın ülkeyi fethi durdu. Bununla birlikte bu savaşla bugünkü Doğu Etiyopya ve Oromo Bölgesi'nde İslam'ın nüfuzu artmış oldu. Adel Sultanlığı'nın ortadan kalkmasının ardından da Harar merkezli olarak Habeş Müslümanları'nın Osmanlı ile ilişkileri ve bölgede siyasi varlıkları sürdü.
16. yüzyılda Süleymanlılar Katolik Kilisesi ile derin itikadi ihtilaflarına rağmen Müslümanlara karşı ittifak için Avrupa ile temasa geçtiler. Bunun üzerine Papalık tarafından ülkeye gönderilen Cizvitlerin ülkede Katolikliği yayma çabaları Süleymanlılar tarafından tehlikeli bulunduğundan iş birliği ilerleyemedi.
Habeşistan'da iç karışıklıklar dönemi
18. yüzyıl başından itibaren Etiyopya'da merkezi yönetim oldukça zayıfladı ve yerel derebeylerinin hakimiyeti başladı. Bu derebeylerin birbirleriyle nüfuz savaşı ülkeyi, özellikle de kaynakları daha zengin olan Amhara Bölgesi'ni çok yıprattı. Süleymanlı Hanedanı ise Amhara Bölgesi'nin merkezinde bulunan başkentleri Gondar (Gonder) ve çevresine sıkıştılar. 19. yüzyıl ortalarına kadar ülkede yeniden merkezi yönetimi sağlama girişimleri sonuçsuz kaldı.
Habeşistan İmparatorluğu'nun yeniden dirilmesi (19. yüzyıl)
1855'te Gondar'da tahta çıkan Süleymanlı Hanedanı'ndan İmparator 2. Tevodors (1818-1868) ülkede merkezi otoriteyi yeniden sağlamak üzere harekete geçti. Amhara halkı derebeyliklerin hakimiyetinde çok yıprandıkları için genel olarak bu fikri desteklemekteydi.
Fakat Amhara derebeylerinin güçlü olduğunu düşünen 2. Tevodros imparatorluğu yeniden ülkeye hakim kılmak için nüfusa oranları son dönemde gittikçe artan Oromolarla ittifak yapmaya karar verdi. Buna göre Oromolar 2. Tevodros'a Amhara derebeylerinin yenilmesinde yardım edecek, karşılığında yeni dönemde Oromoların etkinliği artacaktı. Bu ittifakla 2. Tevodros ülkeyi birkaç yılda yeniden hakimiyetinde birleştirdi.
Oromolarla yapılan ittifakın bir uzantısı olarak ilerleyen dönemde Habeşistan'ın başkenti Gondar'dan, Oromo Bölgesi'nde önemini kaybetmiş ve nüfusu çok az bir şehir olan Finfinne'ye taşındı. Finfinne şehri, başkent olmasıyla Habeş dilinde 'Yeni Çiçek' anlamına gelen Addis Ababa ismini aldı.
Fakat Addis Ababa'ya yönelen Amhara göçüyle Amharalar yeni başkentte nüfusça Oromoları geçtiler. 2007 nüfus sayımına göre Oromo Bölgesi'nin ortasında ayrı bir bölge olarak yer alan başkent Addis Ababa'da nüfusun yüzde 48,3'ü Amhara iken yüzde 30,2'si Oromo'dur. Addis Ababa kurulduğundan beri Hristiyan çoğunluklu bir şehir olmakla beraber yakın dönemde Müslüman nüfusun oranının her sene artması dikkat çekmektedir.
Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa
1868'de 2. Tevodros'un ölümü üzerine tahta çıkan imparatorlar genişleme siyaseti gütmeye başladılar. 16. yüzyılda Osmanlı hakimiyetine giren Eritre, 19. yüzyılda Osmanlı'ya şekli derecede bağlı kalıp büyük ölçüde bağımsızlaşan Mısır Hidivliği'nin yönetimine geçmişti.
1882'de İngilizlerin Mısır'ı işgali üzerine Eritre'deki siyasi boşluktan yararlanmak isteyen Süleymanlılar Eritre'yi işgale başladılar. Fakat Eritre'yi sömürgeleştirmek isteyen İtalya yaptığı çıkarmayla 1880'li yılların sonunda Süleymanlıların Habeş güçlerini Eritre'den çıkarıp bu ülkeyi ele geçirdi.
Eritre'nin kaybının ardından Habeşistan İmparatorluğu Avrupalı güçlere karşı savunmada kalıp yerel güçleri ele geçirmeye karar verdi. İlerleyen dönemde Harar merkezli Müslüman Aussa Sultanlığı, ve Somali'yi işgal eden İngiltere ve İtalya'nın da desteğiyle Somali'nin iç kısmındaki Ogaden ele geçirildi. Habeş güçleri ele geçirdikleri bu topraklarda Müslümanlara yönelik katliamlar yaptı, halkı ve yönetici sınıfları Hristiyan olmaya zorladı. Yine Habeş güçleri bugünkü Güney Etiopya'yı da zayıf yerli kabileleri yenerek ele geçirdi. Aynı dönemde Sudan'daki Mehdi Hareketi'nin kurduğu devlet ile Habeş güçleri arasında da savaşlar yaşandı.
Habeşistan'ı yöneten Süleymanlı Hanedanı'nın ünlü imparatoru 2. Menelik'in (1844-1913) devrinde (1889-1913) başkent Addis Ababa ile sınırlı kalsa da ülkeye modern araçlar ve teknolojiler girmeye başladı. Addis Ababa'da modern mimarinin ilk örnekleri inşa edildi. Ülkenin yurt dışı ile teması arttı.
Habeşistan-İtalya Savaşı (1894-1896)
1894'te İtalya Eritre ve Somali üzerinden büyük birliklerle Habeşistan'ı sömürgeleştirebilmek için saldırıya geçti. Fakat Habeş güçleri İtalyanların beklemediği büyüklükte bir direniş gösterdi, İtalyanlar ağır kayıp verdi. 1 Mart 1896'da Adova Meydan Muharebesi'nde Habeş güçleri İtalyan güçlerini ağır bir bozguna uğrattı.
Binlerce İtalyan askeri komutanlarıyla beraber katledilirken bazı İtalyan komutanlar Habeş askerlerce esir alındı. Yenilgiyi kabullenen İtalya, Addis Ababa Anlaşması'yla Habeşistan'dan tamamen çekilirken Eritre'yi muhafaza etti. Bu savaş ve Adova Muharebesi Afrika sömürgecilik tarihinde yerli bir gücün Avrupalı bir güce karşı en büyük zaferi olarak tarihe geçti.
2. Menelik devrinde Habeşistan'da kölelik yasaklandı.
Habeşistan'ın Müslüman olduğu için devrilen imparatoru: 5. Iyasu
İmparator 2. Menelik son yıllarında halefi olarak torunu Iyasu'yu (1895-1935) seçti. Iyasu 2. Menelik'in küçük kızının oğluydu. Iyasu'nun babası Vollolu Mikael (1850-1918) aslen Muhammed Ali isminde bir Müslüman olup Somali ve Eritre sınırında yer alan, çoğunlukla bugünkü Afar üzerinde bir bölge olan Vollo'nun kralıydı.
1880'li yıllarda Vollo'nun Habeşistan İmparatorluğu tarafından alınmasıyla diğer pek çok kişi gibi ölüm tehdidiyle Hristiyan olmaya zorlanmış, Mikael ismiyle vaftiz edilmişti. Yeni ismiyle Vollolu Mikael'in kiliseler inşa etmekle beraber gizlice Müslümanlığını sürdürdüğüne dair şüpheler devam etmişti. Yine de İmparator 2. Menelik onu kızıyla evlendirmiş, bu evlilikten 2. Menelik'in en sevdiği torunu olan Iyasu doğmuştu.
Aralık 1913'te 2. Menelik ölünce aile içi bazı tepkilere rağmen 2. Menelik'in vasiyeti gereği torunu Iyasu, İmparator 5. Iyasu olarak 18 yaşında tahta çıktı.
Tahta çıktığı andan itibaren 5. Iyasu'nun ülkedeki Müslümanlar lehine kararlar almaya başlaması, babasının Müslüman geçmişinden dolayı Iyasu'nun da gizli Müslüman olduğuna dair şüpheleri artırdı. Iyasu'nun annesinin ablası olan teyzesi Zevditu (1876-1930) yeğeni Iyasu'yu devirip tahta çıkmak için ülkedeki asilleri ve Tevahedo Kilisesi rahiplerini Iyasu'ya karşı kışkırtmaya başladı. 1914'te 5. Iyasu, dostu Hararlı Müslüman bir iş adamı olan Abdullah Sadık'ı Ogaden valisi ve merkezi idarede de danışmanı yaptı. Abdullah Sadık'ın da teşvikiyle ilerleyen dönemde 5. Iyasu Müslüman olduğunu saklamamaya, Müslüman kıyafetiyle dolaşmaya başladı. 5. Iyasu 1915'te Harar'a yerleşerek başkentin değiştirilmesine yönelik resmi bir karar açıklamadan fiilen ülkenin başkentini bir Müslüman şehri olan Harar yapmış oldu.
1914'te 5. Iyasu Somali'de yerli Müslümanların İngiliz ve İtalyan sömürgecilerine verdiği desteğe direnişe Ogaden üzerinden Abdullah Sadık aracılığıyla yoğun destek vermeye başladı. Yine 1914'te Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurdu. 5. Iyasu 1915'te Harar'a yerleştiğinde yönetici konutunu bilerek Osmanlı Devleti'nin Harar'daki konsolosluğunun karşısında seçmişti.
İngiltere 5. Iyasu'dan Somali direnişine destek verdiği için rahatsızdı ve Addis Ababa'da 5. Iyasu aleyhine propagandaları desteklemekteydi. Yine de 1915'te İngiltere 5. Iyasu'dan devame etmekte olan 1. Dünya Savaşı'nda destek istedi. 5. Iyasu İngilizlere ret cevabı verdiği gibi İngiltere ile karşı cephede yer alan Osmanlı Devleti'ni desteklemeye başladı. Bu gelişmenin ardından İngiltere 5. Iyasu'yu devirmeye özel önem verip 5. Iyasu'yu devirmeye çalışan teyzesi Zevditu ile temas kurdu.
Eylül 1916'da papazların öncülüğünde ve Zevditu'nun liderliğinde Addis Ababa'da isyan çıktı. İsyancılar Müslüman olduğu için 5. Iyasu'nun imparatorluktan düştüğünü söylemekte ve yerine Zevditu'nun geçmesini istemekteydi. Nüfusunun o dönem çok büyük kısmı Hristiyan olan Addis Ababa isyancıların eline geçti. İsyancılar Zevditu'yu Habeşistan İmparatoriçesi seçtiklerini ilan ettiler. Harar'da bulunan 5. Iyasu Addis Ababa'ya ordu göndermeye karar verdi.
5. Iyasu'nun babası Vollolu Mikael'in yönettiği yaklaşık 80 bin kişilik orduyla, savaş bakanı Habte Giyorgis'in yönettiği, yaklaşık 120 bin kişilik Zevditu destekçisi ordu Addis Ababa'nın kuzeyindeki Segale'de 27 Ekim 1916'da karşı karşıya geldi.
Zevditu ordusunda İngilizlerin verdiği modern silahlar bulunurken 5. Iyasu güçleri böyle bir dış destekten mahrumdu. Savaş 5. Iyasu'nun ordusunun yenilgisiyle sonuçlandı.
Zevditu'nun ordusu bu zafer üzerine Harar'a yöneldi. Güçleri dağılan Iyasu Harar'ı 1917'de kaybedip babasının memleketi olan Vollo'ya (Afar) sığındı. Burada az sayıda kuvvetiyle, gerilla taktikleriyle tutunmaya çalıştı. Iyasu 1921'de yakalanıp Addis Ababa'ya getirildi. İmparatoriçe olan teyzesi Zevditu onu Hristiyanlığa davet etti. Iyasu bu teklifi reddetmesi üzerine teyzesinin emriyle Addis Ababa'da ev hapsine alındı.
1931'de Iyasu hapiste tutulduğu evden kaçmayı başardıysa da kısa süre sonra yeniden yakalanıp daha sıkı ve kötü şartlarda hapsedildi. 1930'da tahta çıkan yeni imparator Haile Selassie Iyasu'yu öldürmek istemekte fakat imparatorluk geçmişi olduğundan ve 2. Menelik'in en sevdiği torunun Iyasu olduğu bilindiğinden halkın tepkisinden korkarak buna cesaret edememekteydi.
Kasım 1935'te İtalya'nın Etiyopya'ya istilasının başladığı bir dönemde Iyasu'nun hapiste öldüğü duyuruldu. Iyasu'nun ölümünün doğal bir ölüm olmadığı, savaş durumunda Iyasu'nun kaçıp imparatorluk iddiasında bulunmasından korkan Haile Selassie'nin emriyle öldürüldüğü tahmin edilmektedir.
Kraliçe Zevditu dönemi (1916-1930) ve Haile Selassie'nin yükselişi
5. Iyasu'yu Hristiyanlık propagandasıyla deviren Kraliçe Zevditu iktidara geldiği andan itibaren Hristiyanlık vurgusunu ve papazların yönetimdeki yerini, aynı zamanda Müslümanlara baskıyı artırdı. Zevditu, 5. Iyasu'ya isyan başlattıkları Eylül 1916'da yeğeni, hem anne hem baba tarafından Süleymanlı Hanedanı'ndan olan, daha sonra Haile Selassie olarak meşhur olacak olan Tafari Makonnen'i (1892-1975) veliahtı ilan etti.
Zevditu dönemi boyunca Haile Selassie yönetimde aktif olarak yer aldı. 1920'li yıllar boyunca git gide Zevditu'nun yönetimdeki yeri sembolikleşirken Haile Selassie'ninki arttı. Zevditu 1930'da ölünce tahtta yerini Haile Selassie aldı.
Haile Selassie dönemi (1916-1974)
Süleymanlı Hanedanı'nın son imparatoru olan Haile Selassie'nin yönetimi aslında imparator olduğunda değil, Eylül 1916'da veliaht ilan edildiğinde başladı. 1911'de henüz 2. Menelik sağken ve Haile Selassie Harar valisiyken 5. Iyasu'nun yeğeni Menen Asfav (1891-1962) ile evlenmişti.
Eylül 1916'da Addis Ababa'da 5. Iyasu'ya karşı isyana katılan Haile Selassie Addis Ababa'nın isyancıların eline geçmesi ve Zevditu'nun kraliçe seçilmesiyle veliaht oldu, 5. Iyasu'ya karşı savaş da dahil yönetimde aktif biçimde yer aldı.
1918 İspanyol Gribi salgınını atlatan Haile Selassie 1923'te Avrupa ziyaretinde Habeşistan'ı yeni kurulan Milletler Cemiyeti'ne kattı. Milletler Cemiyeti Haile Selassie'den Habeşistan'da köleliğin kaldırılmasını talep etti. Haile Selassie Habeşistan'da köleliğin 2. Menelik döneminde kaldırıldığını söylese de Avrupalılar ona bu kararın tam olarak uygulanmadığını, halen Habeşistan'da 2 milyon köle olduğunu söylemesi üzerine Haile Selassie Habeşistan'da kölelikle daha aktif mücadele sözü verdi.
1924'te Haile Selassie resmi bir heyetle Ortadoğu ve Avrupa turu yaptı. Habeşistan'a dönüşünde bir modernleşme hamlesi başlattı. Fakat aynı dönemde İngiltere ve İtalya ile ilişkiler bozuldu. İngiltere ve İtalya basınları Habeşistan yönetimini ülkeyi geri tutmakla suçlarken ABD ve Fransa basınları Habeşistan yönetimini savundular.
1920'li yıllarda Haile Selassie'nin teşvikiyle ülkede modern okullar açılmaya başlandı. Modern okullar açtıkları gerekçesiyle misyoner faaliyetlerine izinden ve teşvikte bulunuldu. Protestan misyonerlerin yerli monofizit Hristiyanları Protestanlaştırmaya başlaması Tevahedo Kilisesi'nin büyük tepkisini çekti.
1928'de Haile Selassie'nin fiilen imparator gibi hareket etmesine ve reformlarına karşı başarısız bir darbe girişimi oldu. Mart 1930'da Kraliçe Zevditu'nun hastalandığı dönemde Zevditu'nun kocası Gugsa Velle, Haile Selassie karşıtı kesimlerden birlik toplayarak kendini Zevditu'nun veliahtı ilan etti, Haile Selassie'yi veliahtlıktan azlettiğini açıkladı. Haile Selassie topladığı birliklerle Gugsa Velle'nin güçlerini yenip Gugsa Velle'yi öldürdü. Kraliçe Zevditu 2 Nisan 1930'da öldüğünde Haile Selassie resmen imparator oldu.
1931'de Haile Selassie meşrutiyet ilan ederek ülkenin ilk parlamentosunu açtı ve ilk anayasasını hazırlattı.
Habeşistan'dan Etiyopya'ya isim değişikliği (1931)
Haile Selassie 1931'de Habeş kelimesinin anlamının tam olarak belli olmadığı, taşıdığı belirtilen "melez" anlamının da aşağılayıcı olduğu iddiasıyla ülkenin ismini değiştirmeye karar verdi. Yunanca'da ateş yüzlü anlamına gelen ve Mısır'da Yunancanın etkin olduğu dönemlerde Habeşistan halkı için kullanılan tabir olan Etiops'tan türetilerek ülkenin ismi Etiyopya olarak belirlendi. 1923'te ülke Milletler Cemiyeti'ne Habeşistan olarak kaydolduğundan Haile Selassie Milletler Cemiyeti'nden üyeliklerinin Etiyopya olarak değiştirilmesini istedi, dünyaya da bundan böyle Habeşistan olarak değil Etiyopya olarak isimlendirilmeyi istediklerini duyurdu.
İtalya'nın Etiyopya'yı işgali (1935-1941)
İtalya'nın diktatörü Mussolini 1890'lı yıllarda başarısızlıkla sonuçlanan Etiyopya'nın işgali ve sömürgeleştirilmesi projesini tekrar hayata geçirmeyi planlamaktaydı. 1934'te İtalyan Somalisi ile Etiyopya arasında çıkan bir sınır çatışmasını bahane eden Mussolini'nin tam kontrolündeki İtalyan basını Etiyopya'nın yönetimini halkına kötü davranmakla eleştirdi ve İtalya'nın Etiyopya'ya "medeniyet götürmesi gerektiğini" yoğun biçimde işledi.
Somali ve Eritre'ye asker yığan İtalya 3 Ekim 1935'te Etiyopya'ya istilasına başladı. Etiyopya'nın İtalyanlarca ele geçirilmesi çıkarlarına uymayan İngiltere ve Fransa iç sorunları nedeniyle bu işgale etkili tepki gösteremedi, Etiyopya'nın başvurusuyla Milletler Cemiyeti İtalya'ya bazı az etkili ekonomik yaptırımlarla yetindi.
İtalyanlar 500 bin asker ve modern araçlarla saldırıya geçtiklerinden Etiyopya güçleri başarılı bir savunma gösteremedi. 1936'da başkent Addis Ababa düştü. 1937'de Etiyopya tamamen İtalyan işgaline girerken yerel çapta silahlı direniş sürdü. Haile Selassie 1936'da ülkeden kaçarak İngiltere'ye sığındı.
İşgal esnasında ciddi kayıplar veren İtalyan ordusu Etiyopya genelinde büyük katliam ve insanlık suçlarına imza attı.
Etiyopya halkına karşı İtalyanlar bu savaşta çok yoğun şekilde hardal gazı gibi kimyasal silahlar da kullandılar. 1936'da Addis Ababa'yı ele geçiren İtalyan ordusu sadece burada 30 bin sivili katletti. 1935-1941 döneminde İtalyanların Etiyopya halkından 400 bin kişiyi katlettiği tahmin edilmektedir.
Etiyopya'da İngiliz denetimi (1941-1948)
2. Dünya Savaşı'nda İngiltere ve İtalya düşman cephelere düştü. 1941'de İngiltere Somali üzerinden Etiyopya'daki İtalyan yönetimini devirmeyi başardı. Bu gelişme üzerine Haile Selassie İngiliz korumasında Etiyopya'ya döndü. Ülkenin geçici süre İngiltere denetiminde kalmasında anlaşılırken bu dönemde Ogaden İngiltere denetimindeki Somali'ye bağlandı.
Haile Selassie'nin baskıcı yılları
1960'lı yılların başında halkının tamamı Müslüman olan Ogaden'de 'Batı Somali Kurtuluş Ordusu', halkının çoğu Müslüman olan Eritre'de ise 'Eritre Kurtuluş Cephesi' bağımsızlık için Etiyopya'ya karşı savaş vermeye başladı.
Yine 1960'lı yılların başında Etiyopya genelinde Müslümanlara zaten daha önce de hep mevcut olan baskı daha fazla artırıldı. Şer'i mahkemeler ve Arapça yasaklandı.
1960'lı yıllarda Haile Selassie'ye olan tepkiden dolayı muhalif fikirler ve Komünizm halk arasında, öğrencilerde, orduda yayılmaya başladı. Halk son derece fakirken Haile Selassie'nin imparator olarak çok lüks şartlarda yaşaması ve bunu sürekli sergilemesi de tepkilere neden olmaktaydı.
1972'de Tigray ve Afar bölgeleri başta olmak üzere Etiyopya'da büyük bir kıtlık baş gösterdi. 1973 itibariyle 200 bin kişinin açlıktan ölmesine rağmen kıtlığın varlığının kabul edilmemesi, Haile Selassie'nin emriyle yurt dışına tarım ürünü ihracının sürmesi, dış yardımın kabul edilmemesi, Haile Selassie'nin lüks yaşamını sergilemeyi sürdürmesi hem ülke içinde hem de ülke dışında Haile Selassie'ye tepkinin artmasına neden oldu.
Kasım 1974'te Mariam, rejim içi bir darbeyle yeni yönetimdeki 60 kişiyi ihanet suçlamasıyla idam ettirdi, ülkede katı bir diktatörlük dönemi başladı. Eritre ve Ogaden'de savaş sürdüğü gibi Tigray başta olmak üzere Amhara Bölgesi dışında ülkenin dört bir tarafında örgütlü isyanların çıkmasıyla kanlı bir iç savaş başlamış oldu.
1973 Küresel Krizi'nin zararı kıtlıkla birleşince Şubat 1974'te başkent Addis Ababa'da Haile Selassie karşıtı gösteriler yaşandı. Bu gösterilere Haile Selassie'nin sert müdahele edilmesi emrinin ordu tarafından tam olarak uygulanmaması ordudaki muhalefeti de ortaya koydu.
1974 Darbesi ve 704 yıllık Süleymanlılar Hanedanı'nın sonu
Haziran 1974'de ordudaki Komünist subaylar gizli bir birlik kurarak darbe hazırlıklarına başladılar. 12 Eylül 1974'te gerçekleştirilen askeri darbeyle uygulamaları yüzünden çok yıpranmış olan Haile Selassie devrildi.
Rastafaryanizm
1930'lu yıllarda Amerika Kıtası'ndaki Jamaika Adası'nda bir Protestan papaz olan Leonard Howel, Haile Selassie'nin İncil'de bildirilen kutsal bir kişilik olduğunu işlemeye başladı.
Daha sonra siyahiler arasında yayılan bu hareket Haile Selassie'nin Tanrı'nın "yeryüzündeki yansıması" olduğuna dair müstakil bir dine dönüştü ve Rastafaryanizm ismini aldı.
Derg rejimi ve iç savaş (1974-1991)
12 Eylül 1974'te yönetime gelen darbeciler Haziran 1974'te darbe hazırlıklarına 'Etiopya Geçici Askeri Yönetimi' ismi altında başladıklarından yeni yönetimin ismini de bu şekilde devam ettirdiler. Amhara dilinde bu ifadenin kısaltılmışı olan 'Derg' ülke içinde ve dışında yeni rejimin kısaltması olarak kullanılmaya başladı.
Die Yeni rejimin başında askeri bir konsey olmakla beraber en öne çıkan ismi ailesi yarı Amhara olup kültürel olarak tamamen Amharalaşan Mengistu Haile Mariam'dı (1937-). Yeni yönetimden en büyük baskıyı Müslümanların tümü, Hristiyanlardan da Eritreliler ve Tigraylar görmekteydi.
Komünist yönetim ilerleyen dönemde Haile Selassie'nin eleştirdiği ekonomik yanlışlara düşerek ülkede kıtlık varken yurt dışına tarım ürünü ihracına ve lüks harcamalara yöneldi. Her sene darbenin yıldönümü olan 12 Eylül'de çok masraflı kutlamalar yapıldı. Etiyopya'nın taşrası bu savaş ve israf ortamında Haile Selassie devrinden bile daha kötü bir ekonomik durum ve kıtlığa düştü.

Dişiliğin simgesidir. Sadece analık ve doğurganlığı değil, ayni zamanda uğur, bereket, kısmet, mutluluk ve neşeyi de sembolize eder.
İlk insanlar ana tanrıçalara tapıyorlardı. Erkeğin üremedeki biyolojik rolü anlaşılmadığı için, sadece dişilerin insan yavruladığını görüyorlardı. Hepsi bereket ve çoğalma sembolü olarak gördüğü anatanrıçayı, Afrodit, Hera, Kibele, Atena, Leto, İştar, Artemis, Hepa(Havva), İsis gibi çeşitli adlarla kendi dillerinde isimlendirmiştir
Bilimsel saptamalar, doğuran güçlü kadına tapınmanın ilk kez İ.Ö. 7000-8000 yıllarında. Mezopotamya'da başladığına işaret etmektedir.
Batı Anadolu'da Beycesultan, Çatalhöyük, Hacılar gibi yerleşimlerde Anadolu tarihinin Mezopotamya ile çağdaş olduğu, yapılan kazılarla ortaya çıkmıştır. Anadolu topraklarında, tarım kültürünü bilen ve yerleşik nitelikte uygar şehirlerin ortaya çıkış tarihi olarak İ.Ö. 5500 yılları belirlenmiştir. Bugünkü dokumalarda kullanılan, anatanrıça kültünün devamı niteliğindeki elibelinde motifi, anatanrıça ile ilgili inancın kültürel miras olarak günümüze geldiği gerçeğinin kanıtıdır.
Kaynak : http://www.dipnotkitap.net/DENEME/Anadolu_Motifleri.htm
Mine Erbek -Dösim Yayınları
https://egitim.tarimorman.gov.tr/elazig/Sayfalar
İnsanlığın Birçok İlkine Tanıklık Eden Mezopotamya Nedir?
Mezopotamya, günümüz Irak ve Suriye’sinde Dicle ve Fırat Nehir sistemi içinde yer alan ve Türkiye’nin güneydoğusu ile İran’ın batısına kadar uzanan bölgeydi. Aslında Mezopotamya ismi Antik Yunanca’da “nehirler arasındaki toprak” anlamına geliyor.
Bugün bu bölge kuraklık ve giderek kuraklaşan topraklarla kaplı, ancak bir zamanlar “Bereketli Hilal” olarak bilinen ve yaklaşık 12.000 yıl önce Tarım Devrimi sırasında insanların tarıma başlaması için ideal koşulları sağlayan bir bölgenin parçasıydı.

Tarım bu dönemde dünyanın birçok yerinde, özellikle de Bereketli Hilal’de bağımsız olarak gelişti, ancak Mezopotamya bu gelişmenin meyvelerini toplayan ilk bölgelerden biriydi. Avcılık ve toplayıcılığın gündelik eziyetinden farklı olarak, yerleşik tarım insan nüfuslarının bir fazlalık ve planlanabilir bir gıda arzı oluşturmasına izin verdi, bu da daha büyük nüfus gruplarını desteklemeyi mümkün kıldı.
Mezopotamya, MÖ 5.500 yıllarında ortaya çıkan ve kayıtlara geçen en eski uygarlık olan Sümerlerin bulunduğu yerdi. Sümerler, çivi yazısı adı verilen bilinen en eski yazı sistemini icat ederek, gelişmiş sulama teknikleri geliştirerek ve bazı inanılmaz mimari özellikler inşa ederek insanlık tarihine önemli katkılarda bulundular.
En büyük şehirleri, bugün Irak’ta bulunan Uruk’tu ve büyük olasılıkla en parlak döneminde yaklaşık 80.000 kişiye ev sahipliği yapıyordu. MÖ 3.200’lere tarihlenen kil tabletler şeklinde dünyanın en eski metinlerinden bazıları burada üretildi.
MÖ 2.334 civarında Sümer, dünyanın kayıtlara geçen ilk imparatorluğu olan Akad İmparatorluğu’nun etkisi altına girdi. Akadlı Sargon’un yönetimi altında, birkaç Sümer şehir devleti Mezopotamya’nın büyük bölümüne yayılan imparatorluğuna dahil edildi. Söz konusu imparatorluk, 200 yıldan az hayatta kalabildi.
MÖ 1.894’te Babil İmparatorluğu önem kazandı ve bölgenin güç merkezi haline geldi. Merkezi Fırat’ın aşağısındaki Babil’di. Babil İmparatorluğu, birçok başarısının yanısıra, MÖ 1.750 civarında yazılan Hammurabi Kanunları adı verilen en eski yazılı kanunlarına da sahipti.

İlk Babil Hanedanı yaklaşık 300 yıl hüküm sürdü. Bu dönemde Hititler ve Assurlular gibi diğer uygarlıklar güçlendi ve Mezopotamya üzerinde nüfuz sahibi oldular. Assur İmparatorluğu belki de en çok, bugünkü Irak, Suriye, İran, Türkiye ve Mısır’ın büyük bir bölümünü fethetmek için kullandığı şiddetli askeri gücüyle tanınıyordu.
Ardından MÖ 626 – MÖ 539 yılları arasında hüküm süren Yeni Babil İmparatorluğu, bazı tarihçiler varlığından şüphe etse de Antik Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri olarak bilinen Babil’in Asma Bahçeleri’nin yaratılmasına tanıklık etti.
Mezopotamya tarihinin bundan sonraki kısmı yakın ve uzak diyarlardan gelen dış güçler tarafından şekillendirildi: önce Pers İmparatorluğu, sonra Helenistik ve Roma İmparatorlukları, ardından İslam Halifelikleri ve nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu.
20. yüzyılda Saddam Hüseyin, Irak tarihinin ihtişamını göstermek için sık sık Mezopotamya’nın mirasına atıfta bulunmuş ve hatta Babil’i yeniden inşa etmeye kalkışmıştı. Ancak bu proje nihayetinde başarısız oldu ve bölge terk edildi.
Bununla birlikte, Mezopomya’nın en parlak döneminin mirası, dünya üzerinde gerçekten iz bıraktı: ilk çiftçiler, ilk şehirler, ilk imparatorluklar ve ilk yazı sistemleri, bölgenin büyük başarılarından sadece birkaçı.
IFL Science. 29 Temmuz 2023.
Yazar: Zeynep Şoray on 1 Ağustos 2023
Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Tarih bölümü mezunu. Antik Çağ Tarihinde yüksek lisans yapıyor.

Afrika Siyasi Haritası, 1914, 1920.(Political Map of Africa, 1914, 1920. )John Bartholomew and Son |

Mezopotamya Seferini Gösteren Harita, 1919.(Map to Illustrate the Mesopotamian Expedition, 1919)George Philip and Son Ltd |
Mısır mitolojisinin diğer kültürler için önemi, ölümden sonra sonsuz yaşam, merhametli tanrılar ve reenkarnasyon kavramlarının geliştirilmesinde yatmaktadır. Yunanlı Pisagor ve Platon'un Mısır'ın reenkarnasyon inancından etkilendikleri söylenirken, Roma dini kültürü de diğer medeniyetlerden olduğu kadar Mısır'dan da geniş ölçüde etkilenmiştir.
İnsan varoluşu Mısırlılar tarafından, Mısır panteonunu oluşturan çok sayıdaki tanrıformundaki doğaüstü güçler tarafından yönetilen ve düzenlenen ebedi bir yolculuğun sadece küçük bir bölümü olarak anlaşılmıştır. Tarihçi Bunson'a göre,
Bazı dönemlerde Huh olarak adlandırılan Heh, Hermopolis'teki Ogdoad'ın [Eski Krallık döneminde tapınılan sekiz tanrı, M.Ö. 2575-2134] orijinal tanrılarından biriydi ve sonsuzluğu temsil ediyordu - Mısır dini inançlarında tüm insan yaşamının amacı ve yazgısı, ölümlülerin sonsuz mutluluğa erişebileceği bir varoluş evresiydi. (86)
Bununla birlikte, kişinin dünyevi yaşamı daha büyük bir şeyin başlangıcı değil, tüm yolculuğun bir parçasıydı. Mısırlıların öbür dünya kavramı, kişinin dünyadaki hayatının (özellikle de Mısır'daki hayatının) bir aynasıydı ve kişi ebedi yolculuğunun geri kalanından keyif almayı umuyorsa bu hayatı layıkıyla yaşamış olmalıydı.
Dünya'nın Yaratılışı
Mısırlılar için yolculuk, dünyanın ve evrenin karanlıktan ve karmaşadan doğuşuyla başlamıştı. Bir zamanlar biçimsiz ve anlamsız sonsuz karanlık sudan başka bir şey yoktu. Bu boşluğun içinde yaratılış anını bekleyen Heka (büyü tanrısı) vardı.
Shu ve Tefnut, Atum'un gözüyle (daha sonra Udjat gözü, Ra'nın Gözü veya Her Şeyi Gören Göz ile ilişkilendirildi)

Shu ve Tefnut çiftleşerek Geb (yeryüzü) ve Nut'u (gökyüzü) doğurdular. Geb ve Nut, kardeş olmalarına rağmen birbirlerine derinden aşıktılar ve birbirlerinden ayrılamıyorlardı. Atum onların davranışlarını kabul edilemez bulmuş ve Nut'u Geb'ten uzağa, gökyüzüne itmişti. İki sevgili sonsuza dek birbirlerini görebilecekler ama artık dokunamayacaklardı. Ancak Nut, Geb'ten hamileydi ve sonunda Osiris, İsis, Set, Neftis ve Horus'u doğurmuştu - bunlar genellikle eski tanrı figürlerinin en eski ya da en azından en tanıdık temsilleri olarak kabul edilen beş Mısır tanrısıydı. Ne
Osiris & Set
Osiris, kız kardeşi İsis ile birlikte dünyayı etkin bir şekilde yönetmiş, ağaçların en iyi nerede yetişeceğine ve suyun en tatlı nerede akacağına karar vermişti. ⚠️Osiris, Nil Nehri'nin insanların ihtiyaçlarını karşıladığı Mısır topraklarını mükemmel bir şekilde yaratmıştı.‼️
Her şeyde ma'at (uyum) ilkesine uygun hareket etmiş ve her şeyi uyumlu bir denge içinde tutarak babasını ve kardeşlerini onurlandırmıştı. Ancak kardeşi Set yaradılışı ve Osiris'in gücünü ve ihtişamını kıskanmaya başlamıştı.

Yüzüncü Ad - Baldassare'nin Yolculuğu
❌❌❌❌
Uygarlik Tarihi:
Dünyanın en eski 5 şehri
❌❌❌❌
İsrailoğulları henüz Hz. Musa (as) hayatta iken dahi, Eski Mısır'da gördükleri putların benzerlerini yapıp onlara tapınmaya başlamışken, Hz. Musa (as)'ın vefatının ardından daha ileri sapmalara kaymaları zor olmamıştır.
Mısır'ın putperest kültürünü yaşatmış, dahası bu kültürün temelini oluşturan Mısır rahiplerinin (Firavun büyücülerinin) öğretilerini sürdürmüş, bu öğretileri Yahudiliğin içine sokarak onu tahrif etmişlerdir.
Eski Mısır'dan Yahudiliğe devrolunan öğreti, Kabala'dır. Kabala da, aynı Mısır rahiplerinin sistemi gibi, ezoterik (gizemli) bir öğreti olarak yayılmış ve yine Mısır rahipleri gibi temelde büyü ile ilgilenmiştir. Ünlü Yahudi araştırmacı Shimon Halevi, "Kabala, Tradition of Hidden Knowledge" (Kabala, Gizli İlmin Geleneği) adlı kitabında Kabala'yı şöyle tanımlamaktadır:
"Pratikte Kabala, kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı ve büyüye dayalı bir formudur."
{ das Buch "Die Kabbala von Papus" in der Übersetzung von Prof. Julius Nestler. }
Kabala'nın en önemli özelliği, büyü ile yakından ilgili olmasıdır. Kabala'yı tanıtan en tanınmış kitaplardan biri "Die Kabala" (Von Papus) da, Kabala-büyü ilişkisini şöyle vurgular:
"Kabala'nın teorisi, büyünün genel teorisine bağlanır."
Pappus Teoremi Nedir?
En başından beri geometri ölçüler yani uzunluklar, alan ve hacim hesaplamaları ile ilgiliydi. Ancak Pappus teoremi bu anlamda farklıydı. Bu teorem tüm ölçüm öğelerinden bağımsız olarak kurgulanan ilk teoremdi. Sinagog, 1588’de Latince çevirisinin yapılmasından sonra Avrupa’da yaygın olarak tanınmaya başlandı. Pappus’un Sinagog’u yazmasından yaklaşık 1300 yıl sonra, Fransız matematikçi Blaise Pascal, Pappus teoreminin ilginç bir genellemesini sağladı.
Kabala'nın dikkat çekici bir yönü ise, Tevrat'taki yaratılış anlatımından çok farklı bir anlatım içermesi, Eski Mısır'ın maddenin sürekliliğine dayalı materyalist görüşünü korumasıdır.
Eski Mısır'ın materyalist, büyüye dayalı ezoterik öğretilerini devralan Yahudiler, Tevrat'ın bu konudaki yasaklamalarını tamamen göz ardı ederek, diğer putperest kavimlerin büyü ritüellerini de benimsemişler ve böylece Kabala Yahudiliğin içinde, ama Tevrat'a muhalif bir mistik öğreti olarak gelişmiştir.
Kur'an'da bu konuya işaret eden bir ayet bulunmaktadır. Allah, İsrailoğulları'nın, kendi dinlerinin dışındaki kaynaklardan şeytani büyü öğretileri öğrendiklerini şöyle haber vermektedir:
"Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi, ancak şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: 'Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme.' demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Oysa onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi.Kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi."
(Bakara, 102)

“Dediler ki:
«–Onu ve kardeşini biraz burada beklet ve şehirlere toplayıcı vazîfeliler gönder; ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa getirsinler!»” (eş-Şuarâ, 36-37)
O dönemde sihirbazlık çok ilerlemişti. Firavun, bu sebeple yapılan teklîfi hemen kabûl etti.
Allâh Teâlâ buyurur:
“And olsun Biz ona (Firavun’a) bütün delillerimizi gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.
İşin ilginç yanı, bu mücadaleye bazı Yahudi olmayan kimselerin de katılmasıdır. Kabala ve ona dayalı pagan öğretiler, sadece Yahudiler içinde değil, Yahudi olmayanlar arasında da yankı bulmuştur.
https://sorularlaislamiyet.com/kabala-nedir-kabala-hakkinda-kapsamli-bilgi-verir-misiniz-0?amp

Kabala (İbranice: "gelenek" veya 'yazışma') veya Kabbalah, Yahudimistisizminde ezoterik bir disiplin, düşünce okulu veya kurallar bütünüdür.[3] Yahudilik'te üyelerine [Kabaliste Mequbbāl] denir. Kabala'nın tanımı, onu takip edenlerin geleneğine ve amaçlarına göre değişiklik gösterir.[4] Kabala, Yahudiliğin ilk yıllarına kadar uzanır; öyle ki, Hristiyanlığı kuran ilk Yahudilerden, Hristiyanlığa da geçmiştir (Hristiyan Kabala).[3][5][6] Yahudilik içindeki mistik dinî yorumların temelini oluşturur. Yahudi Kabalalar, değişmeyen, sonsuz ve ebedi Tanrı'ları Yehova'nın gizemi Ein Sof'u (anlamı "Sonsuz") ve ölümlü, sonu olan Evren'in arasındaki ilişkiyi felsefî bir şekilde araştıran bir dizi ezoterik Yahudi öğretileridir.

Kabala kaynakları
İnanışa göre, dört bin yıl önce Sefer Yetira'yı (Yaratılış Kitabı) yazan İbrahim ile başlayarak, Kabala hakkında birçok kitap yazılmıştır. Bir sonraki önemli kitap, MS 2. yüzyılda yazılmış olan Zohar kitabı'dır. Zohar’ı, ünlü 16. yüzyıl kabalisti Isaac Luria (Ha'ARI)’nin çalışmaları takip eder. Ve yirminci yüzyılda Kabalist ’ın çalışmaları ortaya çıkmıştır.
Aşlag'ın yazıları diğer Kabalistik kaynaklar gibi, üst dünyaların yapısını ve nasıl alçaldıklarını, evrenimizin ve onun içindeki her şeyin nasıl var olduğunu betimlerler. Yehuda Aşlag’ın "Talmud Eser Sefirot" (On Sefirot Çalışması) adlı ders kitabı, sorular, cevaplar, tekrar materyalleri ve açıklamalar içeren bir çalışma yardımcısı olarak tasarlanmıştır. Bu kitabın manevi âlemdeki evreni yöneten kanunları ve güçleri betimleyen, üst dünyaların fiziği olduğuna ve öğrencileri aşamalı olarak dönüştürdüğüne inanılır. Çünkü kişi manevi dünyayı nasıl deneyimleyeceğini ararken, kendisini ders kitabında yazan manevi kanunlara aşamalı olarak adapte eder.
Kabala öğretisi
Kabala öğretisi, herhangi soyut bir şey ile uğraşmaz, sadece insanın nasıl yaratıldığı ve daha yüksek varoluş seviyelerinde nasıl faaliyette bulunduğu ile uğraşır.
Kabala bilgeliğin manevi dünyaya çalışmak için bir araç olduğuna inanılır. Beş duyu ile algılanan dünyayı araştırmak için fizik, kimya, biyoloji gibi bilimler kullanılır. Bazı insanlar, "Dünyayı bütünüyle anlamak için, duyuların algılayamadığı gizli âlemi keşfedebilecek bir araştırma aracına ihtiyaç" hissederlet.
Kabala bilgeliğine göre hakikat iki güç veya nitelikten oluşur: alma arzusu ve verme arzusu. Verme arzusu vermek istediği için bir alma arzusu yaratır, bu nedenle daha yaygın biçimde kullanılan adı ‘Yaratan’dır. Bu yüzden inanca göre tüm yaratılış bu alma arzusunun tezahürleridir (görünüm). Kabala sadece yaratılışın tasarımını öğretmez, aynı zamanda hakikatin her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen başlangıçtaki tasarlayanı gibi, nasıl tasarlayanlar olunabileceğini öğretir.
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Kabala
Siyonların Gizli İlmi “Kabala”
“Kabala’nın teorisi, büyünün genel teorisine bağlanır.”
KABALA VE MASONLUK
Masonluğun Felsefesi Kabala
Masonluk felsefesi üzerinde de Kabala’nın etkisi yoğun olarak görülür. Bu konu masonik dergi ve kitaplarda üstü kapalı olarak anlatılır. Örneğin Amerikan masonluğunun yayın organı New Age dergisi, Kabala ile masonluk arasındaki bağlantıyı şöyle dile getiriyor:
“Kabala, bilinç altının kapılarını açan ve ruhu saran manevi değerlerinin dışarı çıkmasını sağlayan anahtardır. Masonluk, onu insanın yaşamı anlaması için gerekli görür.” (New Age, sf.31)
Kabalistler trans halinde ayin yaparken
“Masonlar ana düşüncelerini ve belirgin sembollerini Kabala’dan almışlardır. Amblemlerin pek çoğu da Kabala kaynaklıdır. Örneğin; Jakin ve Boaz sütunları Kabalist bir eser olan Chearé Ora’dan alınmıştır. Masonluğun, Kabala’nın felsefesiyle olan çok büyük benzerliği çok yerde belirtilmiştir.” (La Kabbala, Henri Seronya)
Bu sır çok az masonun bildiği gerçektirBir masonun özelikle 27. dereceyi aşabilmesi için tüm inançlarını ve dünya görüşünü masonluk prensiplerine uydurmaya kesin olarak karar vermiş olması gerekmektedir
üst dereceli masonların bildiği ve katıldığı büyü ayinleri masonlukta büyük önem taşır:
“İnisyatik ve hermetik gelenek içinde yer alan masonluğun geniş manadaki büyücülükle bir yakınlığı vardır.” (Tarihte ve Günümüzde Masonluk, Paul Naudon, sf.186)
‼️Baefomet teriminin kökeni Eski Fransızca'da yer alan ve Muhammed anlamına gelen Mahomet sözcüğüne dayanmaktadır. Eski çağlarda Hristiyanlar, Müslümanları Muhammed'e tapınan putperestler olarak görmekteydi. Pek çok Orta Çağ Avrupası kökenli eserde Muhammed, Bafum veya Bafumetz adları ile bir put olarak anılmıştır.
‼️Baphomet veya Bafomet, 14. yüzyıl başlarında Katolik Kilisesi tarafından aforoz edilen Tapınak Şövalyeleri'nin taptığı iddia edilen şeytanî figür. Tarihte bir ilah olarak ilk 1307 yılında kullanılmış olsa da Baphomet terimi 19. yüzyılda popülerize edilmiştir. Özellikle bu tarihten sonra Eliphas Levitarafından çizilmiş "Sabbat Keçisi" olarak da anılan eser ile Baphomet karakterize edilmeye başlanmıştır. Bu tasvir erillik ve dişilik, iyi ve kötü, aşağı ve yukarı gibi zıt kavramları içerir.

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Baphomet
Yahudi Büyücü Eliphas Levi tarafından çizilmiş olan şeytan tasviri. Şeytan’ın kucağında ünlü Yahudi sembolü “sütuna sarılı yılan” ve başında beş köşeli yıldız.
Çırak, Kalfa, Usta isimli mason yayınında, masonik yemin töreni şöyle anlatılır:
“Tören üç kısımdan oluşur: Yakarma, söz verme, lanetleme. Yakarma: Masonik ilahlara ve şeytani kuvvetlere, yemin garantisi olarak çağırıda bulunur. Söz verme: şeytana verilen yeminin konusudur. Lanetleme: yeminin tutulmaması halinde uygulanacak ölüm cezasıdır.”
https://www.kerimusta.com/siyonlarin-gizli-ilmi-kabala/
İskenderiyeli Pappus
MS. 3-4. yüzyıl Yunan matematikçi
MS. 290 - 350 antik çağın son büyük Yunan matematikçilerinden biridir. İskenderiye doğumlu Helenleşmiş bir Mısırlıydı. Synagoge (ya da Koleksiyon (yaklaşık MS. 340) olarak da adlandırılan eseri ve Pappus teoremi ile bilinir.
Pappus, sekiz cildinin günümüze ulaştığı (muhtemelen orijinalinde on iki cilt olan) Synagoge adlı eserinde Yunan matematiğinin tamamını özetledi ve genişletti, En iyi bilinen eseri olan Koleksiyon, matematiğin sekiz bölüme ayrılmış bir özetidir. Günümüze ulaşan kısmı geometri, Delos problemi, ve çokgenler gibi konuları ele almaktadır.

Martinizm
Martinizm, 18. yüzyıl Fransası'nda Louis-Claude de Saint-Martin tarafından başlatılan mistik bir harekettir.
1891'de Fransız Meclisi'nin 21 üyesi bu harekete katılmıştır. Papus bu konsülün ilk başkanı ve tarikatın büyük üstadı seçilmiştir. Onun çabaları altında teşkilat genişlemiş ve 1900'lerde pek çok ülkede yüzlerce üye sayısına ulaşmış
I. Dünya Savaşı'nda Papus doktor olarak görev yaparken ölmüş, savaştan sonra da kalan üyeleri çeşitli alanlara dağılmışlardır. Karl Wilhelm Naundorff'un Fransız Krallığı iddialarını destekleyen bir grup Fransız Martinist, Ordre Martiniste et Synarchique (OMS) hareketini kurmuştur.
Martinist Felsefe
Martinist Felsefe Martinez de Pasqually'nin "Treatise on the Reintegration of Beings" adlı eseri ve öğrencileri Louis-Claude de Saint-Martinve Jean-Baptiste Willermoz'un yazıları üzerine kurulmuştur. Öğretileri daha çok HristiyanMistisizmi, Musevi Mistisizmi ve Kabala ağırlıklıdır.
Martinizm, Hristiyan ezoterizmini ve mistisizmini kullanarak "İnsanın Düşüşü" üzerine odaklanan ve onun orijinal yaratılış halinden ve İlahi Kaynağıyla olan birlikteliğinden, bu İlahi Kaynakla "yeniden bütünleşmesini" sağlamak için çalışan felsefi bir disiplindir.
Martinizm Geleneği
Martinist sistem üç derecelidir. Gelenek, 1765'te Fransa'da Martinez de Pasqually tarafından kurulan derece sistemi ile başladı, daha sonra çırakları Louis Claude de Saint-Martin ve Jean-Baptiste Willermoz tarafından iki farklı biçimde devam etti. Bu geleneklerin üç temel aktarımı şunlardır:
Seçilmiş Coen'ler
Arabuluculuk, dua ve içsel değişimleri veya ruhsal simyayı etkileme yoluyla yeniden bütünleşmeye odaklanır. İlginçtir ki Aziz Martin yaşadığı dönemde bu disiplini bir tarikat olarak değil, daha ziyade bu öğretilerin sunulduğu ve tartışıldığı çalışma grupları olarak yapılandırmıştır. Seçilmiş Coen'lerin yanı sıra Jakob Böhme'nin yazıları da Aziz Martin'i ve öğretilerini büyük ölçüde etkilemiştir. Bu geleneğin yapılandırılmış bir tarikat olarak resmileşmesi, Gerard Encausse ve Augustin Chaboseau'nun çabaları sonucunda 19. Yüzyılın sonlarına kadar Paris'te gerçekleşmemiştir.
Kalbin Martinist Yolu
de Pasqually tarafından oluşturulan ve dualar, büyülü yakarışlar ve diğer teurjik işlemler de dahil olmak üzere teurjik çalışmalar yoluyla ulaşmaya odaklanan ritüelleri barındırır.
C.B.C.S.
"Kutsal Şehrin Merhametli Şövalyeleri"
Pasqually'nin 1778'de vefatından sonra Willermoz, Mason "Sıkı Gözetim" ayinlerini "Düzeltilmiş İskoç Ayini" veya "RER" olarak yeniden düzenledi. Bu tarikat, Tapınak Şövalyelerinin Sıkı Gözetim temasını yansıtırken, cerrahi operasyonlar olmaksızın Seçilmiş Coen'lerin felsefi amaçlarına odaklanan dereceleri sürdürdü.
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Martinizm
Mistik Karakter Büyücü İsimleri
Giges: Lidya kralıdır. Büyücü olduğu düşünülmektedir. Olağanüstü güçlere sahip olduğu söylenmektedir.
— Abaris: Mitolojik bir karakterdir. Doktor ve gelecekten haber verdiğine inanılan bir büyücüdür.
— Atomus: Antik Kanserya bölgesinde büyücülük ve falcılık yapan bir bilgedir.
— Tyanalı Apollon: Büyücü. Olağanüstü yetenekleri olan kişidir. Büyücü isimleri denildiğinde akla gelenlerdendir.
— Simon Magus: Yeni Ahit’te geçen üstün güçlere sahip olan bir büyücüdür.
— Iannes ile Mambres: Yeni Ahit’te isimleri geçmektedir. Firavun zamanında, firavunun büyücüsü görevini üstlenmişleridir.
— Merlin: Arthur hikayelerinde yer alan büyücü kişiliktir.
— Abramelin: Büyük bir büyücüdür. Hatta bir büyü kitabının da yazarıdır.
— Libyalı Apsethus: Bir büyücüdür. Hatta kendini o kadar yüce görmüştür ki tanrılığını iddaa etmiştir.
https://medium.com/@falcibabamedyum/mistik-karakter-
💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢
Bütün varoluşun sırlarının saklı olduğu sembol.
Yaşam Çiçeği (Tuba Ağcı, Yaşam Ağacı) 
Büyük bir çemberin içinde yer alan eşit alanlara sahip iç içe geçmiş.19 çemberin oluşturduğu geometrik bir şekil. Dünyanın farklı coğrafyalarındaki çeşitli tapınak ve yapılarda ve bazen de mezar taşlarının üzerinde rastlanan bu sembol her yerde aynı isime sahip olduğu söyleniyor. Saf şekil ve orantı olarak biliniyor.
Yaşam Çiçeği…
Tuba ağacı derler cennet şarında
Dalı yerde biter kökü derinde
Burcuda sulanır bendi derinde
Sen de bu sırlara erdin mi aşık
Aşıki
Yaşam Çiçeğinin Evreleri
On ikidir hücresi, yedi dervazesi var.
An’da iki dilber var, bilmezsin ki sorasın
Yunus Emre
Peki bu sembolün bizimle ne ilgisi olduğu akla gelebilir? Neden Alevi ozanları nefeslerinde bu sembolü anlatmışlar? Hem kutsal mekanlarında Yaşam Çiçeğini (Tuba Ağacı, yaşam ağacı) sembolünü kullanmışlar hem de özellikle mezar taşlarının üzerinde Yaşam çiçeği sembolünü kullanmışlar. Bende ilk dönemlerde bu sembolü Hacı Bektaş Veli Dergâhı,


Efes antik kenti ve daha pek çok kutsal mekanda ve özellikle mezar taşlarının üzerinde gördüğümde çok ilginç gelmişti. Bu sembol ile ne anlatılmak isteniyor diye?
Hem “7iklim çar köşe” kitabımda hem de bu yazımın içinde paylaşamadığım pek çok görsel ve bilgi var. Biraz araştırdığınızda eminim sizler de fark edeceksiniz ve benim sorduğum soruları belki sizlerde soracaksınız. Yaşam Çiçeği sembolü ile anlatılmak istenen ne?
Evrenin ve yaşamın tüm kodunun ve başlangıcının bu sembolde gizli olduğuna inanılmaktadır. Drunvalo Melchizedek “Yaşam Çiçeğinin Unutulmuş Sırrı” isimli kitabında bu sembolün Atlantis zamanında bilindiğini ve Atlantis’in çöküşüyle unutulmaması için Mısır’a taşındığını söylemektedir. Ayrıca Da Vinci’nin de bu sembolü kullandığını anlatır.
Drunvalo Melchizedek’in “Yaşam Çiçeğinin Unutulmuş Sırrı-1” kitabında:
“Bütün evren bu kutsal küreden doğmuştur. Bu küre koşulsuz sevginin sembolüdür. Bizim DNA ve RNA’mız bu holografik modelden türemiştir.” der.
Hayat sahrasında bir ağaç gördüm
Yedi budağı var on iki dalı
Can meyvası derler aslını sordum
Baharı Muhammed, mayvası Ali
Sefil Abdal eder fehm-eyle anı
Cümlenin maksutu ol kerem kânı
Bir ağaçta remz-eylemiş insanı
Çiçeği Muhammed meyvası Ali
Yaşam Çiçeğine çiçek denilmesinin nedeni sadece çiçeğe benzemesinden değil meyve ağacının evrelerini temsil etmesinden dolayıdır.
Cennette olduğu düşünülen Yaşam ağacı ( Tuba Ağacı) Alevi ozanlarınca da soyut- somut bütün yaşamı temsil eder ve Pençei Ali Aba’nın kıyafetlerini, bu ağacın yapraklarından olduğu söylenir.
Tuba ağacından aldı dört yaprak
Pençei Aba’ya taksim kılarak
Bir hırka ayırdı içinde erhak
Giyindi eğnine donandı Ali
Kul Himmet
Yukarıda hem ezoterik farklı öğretilerce hem de Anadolu erenlerinin yazılardan ve nefeslerinden örnekler vererek açıklamaya çalıştığım gibi, Yaşam Çiçeği (Tuba Ağacı, Yaşam Ağacı) doğumdan, ölüme bütün varoluşu kapsadığı aşikar.
Gökte melekler de bunu duydular
Yaman hayıf oldu deyü yandılar
Tabutunu Tûba ağcından yondular
Gönderdiler ġah-ı Merdan Ali‘yi
Kul Himmet
Her ne kadar bugün bizlerin farkındalık alanımızdan çıkmış olsa bile Alevilik inancının özünü oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Cem ritüeli içinde Tarik hizmeti çok önemlidir ve Tarik (erkan) çubuğu gelişi güzel açılmaz. Her yıl görgü cemlerinde çok özel törenler eşliğinde kılıfından çıkarılır. Özel bir tören ile yıkanır ve daha sonra görüden geçen canın sırtına vurulurmuş. Görgü Cemi bittikten sonra yine “rıza suyu” ile yıkanan Tarik çubuğu özel kılıflara sarılarak saklanırmış. Cem ritüelinde vurulan Tarik çubuğunun da Tuba Ağacı’nın dallarından yapıldığı bu yüzden kutsal olduğu söylenir. Cemlerde gözcünün elindeki Asası ve Cemevinin direğinde “Yaşam Ağacın”dan yapıldığı söylenir ve kutsaldır. Hatta (Hubyar yöresinde) Evin ocağından sonra direği de kutsal olarak kabul edilir. İçinde yaşayacağımız yeni yapılan her eve mutlaka bir direk kurbanı kesilir. Direk kurbanı kesilmeyen ev pek makbul sayılmaz ve sanki çok yaşanılası bir ev olmamış gibi gelir insanlara. Ben, evin direğine kesilen kurbanın yaşam ağacına enerji olarak bağlanması, o kutsiyeti almasından dolayı yapıldığını, direğin yaşam ağacına bağlanarak kutsandığı kanısındayım.
Yakınını; eşini, babasını, kardeşini kaybeden bir kadın evimim direği gitti diye ağıtlar yakması boşuna değildir. Eğer direk yok ise ev ayakta duramaz ve bu durumda ev de yok demektir. Anadolu insanı tüm bunları bilgelik süzgecinden geçirdiği için bilir, söyler ve özellikle yaşamının içinde davranışlarına bunu yansıtır…
Yaşamın kodlarını biraz incelediğimizde görüyoruz ki, ‘’Yaşam Çiçeği’’ ‘’Hayat Ağacı’’ veya ‘’Tuba Ağacı’’ diye bilinen bu formları gönül gözü açık ozanlarımız nefeslerimizde çok güzel anlatmışlar.
Aslında her şey birbiri ile nasılda bağlantılı, insan omurgası ve sinir sistemi de aynı ip uçlarını veriyor bize ve o da yaşam ağacını simgeliyor…
Bir ağaçtır bu alem,
Meyvesi olmuş Adem
Maksud olan meyvedir,
Sanma ki ağaç ola
Gaybi
Yukarıda örnek nefeslerde ve görsellerde paylaştığım Yaşam Çiçeği formu, tüm kadim inançlarda olduğu gibi Alevilik ve Aleviler için de olmazsa olmazlardan. Çünkü yaşamın kutsallığını yüklemiş içine ve adından da anlaşılacağı gibi hakikaten Yaşam Çiçeği. Paylaştığım nefesler de çok sırlı, içinde bir değil, çok fazla şeyi anlatılıyor. Yaşam döngüsü doğadaki bütün canlıları kapsıyor olsa da tüm bunları anlamlandıran, bilinçli farkındalığı yaşayan insandır. O yüzden insan üzerinden daha fazla vurgu yapıyor. Tabii ki açık açık söylemiyor bunları… Diğer ezoterik öğretiler gibi bazı semboller içine gizleyerek, sembolik bir dil içinde anlatmayı yeğliyor. Tıpkı Yaşam çiçeği üzerinden doğayı, canı, insanı kısacası tüm evreni anlattığı gibi…
Tuba ağacı derler cennet şarında
Dalı yerde kökü biter serinde
Burcunda sulanır bendi derinde
Sen de bu sırlara erdin mi aşık
Dokuz mihrab ile vardır bir cami
Yedi kapısı var örtülü kimi
Kümbendi suvağı meydanda kamu
Sende o camiye girdin mi aşık
Aşıki
Ozanlarımız muhteşem nefesler ile anlatmış ve genel anlamda Alevilik öğretisi hakikaten muhteşem… Hem her şey çok açık hem de bir o kadar sırlı. Tam anladım o sırı çözdüm dediğinde başka sırlar olduğunu görüp öylece kalabiliyor insan. Öyle ki ölümde yeni bir yaşam görmesi, mezar taşlarında bile yaşama vurgu yapması, yaşamı hatırlatması gibi… Çünkü ölüm ve yaşam iç içe ve ona göre ve ne ölüm var ne de ölen … ‘’Hep buradaydım zaten, siz de buradaydınız, biz hep beraberdik’’ diyor. O yüzden mezar taşlarında bile ölüm değil, yaşam çağrışımı yapıyor, yaşamı hatırlatıyor. Alevi inancında ölüm yok. Hakka yürümek ve bedenin sırlanması, Hak ile Hak olmak var. Hakka yürüyen Can’a ‘’sen yaşamın çocuğusun ezelde vardın, ebedde de olacaksın’’ derken. Hakka yürüyen Can da ‘’ben ölmüyorum, Yunus’un dediği gibi ‘’Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil’’ diyor. “Ben yaşama yeniden doğuyorum’’ mesajını veriyor ve böylece döngü sonsuza dek devam ediyor. Her son yeni bir başlangıç olarak beden toprakta sırlanır iken, Canı Hakta bir’liyor. Sır oluyor, nur oluyor, tekrar nurdan noktaya, noktadan bire uzanana kadar…
Kainatın aynasıyım
Madem ki ben bir insanım
Hakkın varlık deryasıyım
Madem ki ben bir insanım
İlim bende kelam bende
Nice nice alem bende
Yazar levh-i kalem bende
Madem ki ben bir insanım
Enel Hakk’ım ismim ile
Hakk’a erdim cismim ile
Benziyorum resmim ile
Madem ki ben bir insanım
Daimi’yim harap benim
Ayaklarda turap benim
Aşk ehline şarap benim
Madem ki ben bir insanım
Aşık Daimi
Anlayana sırra erene aşk ola… Aşk ile…
Not; ukarıda kullandığım Onar Köyü Cemevi ve iki tane mezar fotoğrafı, Sevgili Rıza Çelik Olcay’a aittir kullanmam izin verdiği için çok teşekkür ederim.
https://nazatmaca.com/butun-varolusun-sirlarinin-sakli-oldugu-sem
💢💢💢💢💢💢💢
Hayat Ağacı Motifi

Hayat ağacı motifi anlamı, isminden de anlaşılabileceği üzere yaşamın devamını simgeleyen bir semboldür. Özellikle Anadolu Selçuklu sanatında hayat ağacı motifi, sık sık rastlanılan örnekler ile doludur.
Yeryüzünün cennet ile arasındaki bağını temsil eden hayat ağacı, çoğunlukla asma, selvi, nar, hurma, zeytin, palmiye gibi ağaçlar şeklinde resmedilmiştir.
Kilim motifleri ve anlamları arasında en çok merak edilen şekillerden olan hayat ağacının toprağın altına yerleşmiş kökleri ebediyete, alt bölümünde yer alan dallar ve gövdesi gökyüzüne, üst kısımlarındaki dallar ise cennete uzanma anlamı taşımaktadır.
Bereket Motifi

- Bir diğer bereket motifi ise ağaç, çiçek ve yaprak motiflerinin birleşiminden oluşmuştur. Bu motif ise bolluğun ve uğurun simgesi olarak kuşaklar arası bir yolculuk yapmıştır.
https://www.dogtas.com/kilim-motifleri
BEREKET :
1.Grup: Dut, karpuz, kavun, nar, incir, üzüm, bitki ve yılan, ejder, koç, boğa, geyik, kelebek, balık gibi, hayvanlardan oluşan formda bereket motifleri sonsuz mutluluğu ifade eder.
2.Grup: Ağaç, çiçek, yaprak motiflerinden oluşur. Hayat ağacı Bereket ve bolluk simgesi. Nar Bereket sembolü.
3.Grup: Cansız kayalar, sular, dağlar ve bazı doğa varlıklarından oluşur.
HAYAT AĞACI :
![]() | Hayat Ağacı sürekli gelişen, cennete yükselen hayatın dikey sembolizmini oluşturur. Geniş anlamda sürekli gelişim ve değişim içinde yaşayan evreni sembolize eder. Evrenin üç elementini; toprağın derinliğine inen kökleriyle yeraltını, alt dalları ve gövdesiyle gökyüzünü, ışığa yükselen üst dallarıyle cenneti birleştirir. Yeryüzü ve cennet arasındaki iletişimi sağlar. Servi, sedir, incir zeytin, asma, hurma, palmiye, kayın, nar, meşe, vb ağaçları toplumlarda hayat ağacının sembolüdür. Hayat ağacının üzerindeki kuşlar, zamanı gelince uçacak olan can kuşlarıdır. Hayat ağacı motiflerinde en çok kullanılan servi devamlı yeşil renk, uzun ömürlülük, dayanıklılık, güzel şekil ve boyluluk gibi nitelikler serviyi iyilik ve güzellik sembolü haline getirmiştir. Ağaçlar, belirli bir bölgede köklenip yerleşmeleri ve göçememelerinden dolayı yerleşikliği ve kök salmayı sembolize ederler. Hayat, güzellik, ebedilik ile evrenin ölümsüzlüğünü ve yerkürenin eksenini simgelerler. Hayat Ağacı formu, çeşitli stilize motiflerle taş, tahta, çömlek, çini işleme, dokuma, cam, tezhip, minyatür, edebiyat ve müzikte yer almıştır. |
https://egitim.tarimorman.gov.tr/elazig/Sayfalar/
⚠️Pazırık Halısı’nın orta alanındaki karelerin içindeki motifler, diğer adıyla “Hun gülü” Tekçe’ye göre nilüfer çiçeğinin stilize edilmiş hâli, Çoruhlu’ya göreyse Türk kültüründeki cihan hâkimiyetinin sembolü olan dört yön ve sekiz bucak motifidir. Bu motifin benzer biçimleri neredeyse tüm Türk halılarında özellikle Türkmen, Kırgız ve Türkistan halılarında; ayrıca Ural Dağları’nın güneyinde yer olan ovalarda yaşamış Türklerin yazıtlarında görülmektedir
(Diyarbekirli, 1972: 128; Tekçe, 1993: 97; Çoruhlu, 2007: 132)
⚠️Halıcılık tarihinin bilinen en eski halısı olan Pazınk Halısın'da kullanılan Hun Gülü -Türkmen Gülü- motifi çeşitli zamanlarda Buhara Gülü, Neben Gülü, Salur Gülü isminde çeşitli formlar almış, Selçuklu ve Türkmenlerde "sekizgen" gül motifine dönüşmüştür. Günümüzde çapraz çiçek motifi adıyla anılan bu motif Anadolu'da çok yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Erzurum'da dokunmuş çapraz çiçekli motifinde bir heğbe görülmektedir.
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/28556
💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢
Kur’ân-i Kerim Ağaç ile ilgili ayetler
• Hurma ağacının tomurcuklarından yere doğru sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri çıkarırız. Bunların hepsinin hem birbirine çok benzeyen yönleri, hem de birbirinden çok farklı özellikleri vardır. Enâm,99
• Âdem’e de: “Ey Âdem, eşinle beraber cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğinizi bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz” dedik. Arâf,19
• Derken şeytan ona vesvese verip: “Ey Âdem! Ne dersin, sana ölümsüzlük ağacını ve asla yok olmayacak bir saltanatın yolunu göstereyim mi?” dedi. Tâhâ,120
• Derken şeytan, “Rabbiniz size bu ağacı, sırf melek olmamanız veya burada ebediyen kalmamanız için yasakladı.” Arâf,20
https://www.kuranvemeali.com/agac-ile-ilgili-ayetler
Hayat Ağacı Tasvirinin Erken Örnekleri
Dünya üzerinde var olmuş en eski inanışlardan olduğu kabul edilen hayat ağacı tasvirlerine MÖ 3000 yılı ve sonrasında Aşağı Mezopotamya’da rastlanılmaktadır. Bundan öncesinde ise özellikle Geç Taş Devri toplumlarında ağaç yerine bir “hayat bitkisi” kavramının mevcut olduğu görülmektedir. Çatalhöyük’te yapılan kazılarda bulunan MÖ 6000 yılına ait, Ana Tanrıça figürünün göbeğinde çoğalma ve bereketi simgeleyen bir bitki yeşermektedir.
Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nda özellikle Kaneş Karumu’nda ve Acemhöyük’te bulunan ve Nimet Özgüç tarafından “Anadolu Grubu Mühürleri” olarak adlandırılan mühür gruplarında da hayat ağacı motifleriyle karşılaşmaktayız. Çağın sanat anlayışına çok önemli bir katkıda bulunan bu grupta özellikle damga mühür baskılarında görülen Tanrı ve Tanrıçalar, nehir kenarında büyüyen küçük yapraklara sahip ağaçların gölgesinde oturmaktadırlar.
Sümer Yaratılış Efsanesi’nin temelinde kutsal ağaç veya yaşama bereket ve verimlilik veren bitki motifi bulunur. Sümer mitolojisinin önemli kahramanlarından Etana da bir çocuk sahibi olmak için bu bitkiyi aramaya koyulmuş, bu amacında başarılı olmuş ancak başarısının sonucunu göremeden yüksekten düşerek ölmüştür.
Türk Dünyasında Hayat Ağacı
Türklerin ağacı kutsal saymaları, yaratılışın özünde bu motifin bulunuyor olmasından dolayıdır.
“İnsanın ilk atası Er Sogotoh’tur. Bu atanın, köşeleri gümüşlü, elli kapılı, kırk pencereli bir evi vardı. Doğuda ise Ağaç Hakan vardı. Ağaç Hakan’ın kökleri yeri kaplıyor, dalları ise göğü deliyordu. Kökünden de hayat suyu akıyordu. […]” (Tunç ve Akbulut, 2016, 87) diye devam eden efsane gösteriyor ki hayat ağacı, Türk töresinde başlangıçtan beri kutsaldır. Hayat ağacı, Türk boylarında farklı isimlerle anılsa da genel olarak “bayterek”, “altunağaç”, “baydirek” isimleriyle karşımıza çıkmaktadır.
Hunların bazı boylarının hayat ağacının gövdesinden türediklerine inanılmaktadır. Eski Türkler hayat ağacını bir güç ve devlet sembolü olarak da görmüşlerdir. Rivayete göre efsanevî hükümdar Oğuz Kağan göbeğinden 3 ağacın çıktığını ve gölgelerinin tüm dünyayı sardığını, dallarının gökyüzüne eriştiğini görür.
Osmanlı’da Hayat Ağacı
Hayat ağacı, içerdiği anlam kadar göze de hitap edebilen bir formdadır. Bundan dolayı Osmanlı’da bu motif sık sık kullanılmıştır. Fermanlara çekilen tuğralarda dahi karşımıza çıkan hayat ağacı, bazen tuğra için bir çerçeve bazen fermanın bir köşesinde küçücük bir detay olarak kendini göstermektedir. Bunların yanında çini, mezar taşı, çeşme, duvar resmi, halı, kaftan, taç, tabak gibi eserlerde de hayat ağacı örneklerine rastlanmaktadır.
Tarihi milattan öncesine dayanan bir ağaç türü Sedir. Mezopotamya’ya yayılmıştır. Hititler’den Eski Mısır'a kadar geniş bir coğrafyada yetişmiştir.
Çamgiller ailesinin bir parçası olan Sedir, Hititler’de kutsal bir ağaç olarak kabul edilmiştir.
Güç, zenginlik ve kuvvetin sembolü olarak görülür. Ki Lübnan bayrağındaki ağaç simgesi Lübnan sediridir ve güç ve kuvveti temsil eder. Lübnan Sedir ağaçlarının vatanı olarak görülür.
Osmanlı’da "Dağların kadısı" ifadesi sedir için kullanılmıştır.
Erkek tanrıların ağacı: Sedir
Sedir eski Mısır’da saraylar, tapınaklar, lüks binalar, binaların kapı ve pencerelerinin yapımında, içinin süslenmesi ve döşemesinde ve mobilya yapımında kullanılmıştır. Firavunlarla yüksek düzeydeki devlet adamlarının tabutları sedirden yapılmıştır. Fenikeliler de sediri tapınak ve sarayların taşıyıcı kirişi olarak, ev, kadırga, gemi inşaatı, sütun, kapı, mobilya, sandık, ağaç oymacılığı ürünleri yapımında kullanmışlardır. Hoş kokulu, çok değerli, tarihi bir ağaçtır sedir. (4)
MÖ 2700 yıllarına kadar uzanan kayıtlarda sedir ağacının, saray, mabet, tapınak, baraj, set inşası ile gemi ve mobilya yapımında kullanıldığı, mumyaların tabutlarının bu ağaçtan yapıldığı, mumyalama işleminde ağacın beyaz reçinesinden yararlanıldığı belirtilmektedir. Sedir eski Mısır’da saraylar, tapınaklar, lüks binalar, binaların kapı ve pencerelerinin yapımında, içinin süslenmesi ve döşemesinde ve mobilya yapımında kullanılmıştır. Firavunlarla yüksek düzeydeki devlet adamlarının tabutları sedirden yapılmıştır. Fenikeliler de sediri tapınak ve sarayların taşıyıcı kirişi olarak, ev, kadırga, gemi inşaatı, sütun, kapı, mobilya, sandık, ağaç oymacılığı ürünleri yapımında kullanmışlardır. Hoş kokulu, çok değerli, tarihi bir ağaçtır sedir. (4)
MÖ 2700 yıllarına kadar uzanan kayıtlarda sedir ağacının, saray, mabet, tapınak, baraj, set inşası ile gemi ve mobilya yapımında kullanıldığı, mumyaların tabutlarının bu ağaçtan yapıldığı, mumyalama işleminde ağacın beyaz reçinesinden yararlanıldığı belirtilmektedir.
Tevrat’ta; Hz. Adem’in ölümünden hemen önce tanrıdan merhamet yağını dilediği ve bunun için de oğlu Şit’i görevlendirdiği, Şit’in cennet bahçelerindeki iyilik ve kötülük ağacından üç tohum aldığı ve babasının ağzına koyduğu, Adem gömüldükten sonra tohumların yeşererek zeytin, sedir ve selvi ağacına dönüştüğü belirtilmektedir. (10) İncil’de de övgüyle söz edilir sedirden. Bunun nedeni odununun hoş kokusu ve rengi, ayrıca kolay işlenebilmesidir. (11) Görüleceği üzere hem pagan hem de tek tanrılı dinlerde gönüllere taht kurmuş bir ağaçtır sedir.
https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2011/04/01/erkek-tanrilarin-agaci-sedir/
Hititler, 'sedir ağacının tatlı kokusunu duyun' derlermiş. Kutsal kitaplarda sedir ağacı, büyüklüğün, kuvvetin, şan ve şerefin, kraliyetin, maneviyatın, şiddetin, takdirin, zenginliğin, yayılış kudretinin sembolü olarak kabul edilirmiş. (…) Sümerlerin Gılgamış destanında da geçen bir ağaçmış sedir: “Dağ oğlu Enkidu’yu yüreklendirdi Gılgamış / Kırkbeş okkalık balta, otuz okkalık kılıçlar / Ve sediri kesti. Bağırdı Humbaba uzaktan / Korularıma saldıran kim, sedire dokunan?”.
Romalı General ve devlet adamı Antonius’un Antalya ve çevresini armağan ettiği Kleopatra’nın ünlü gemisinin de, Barbaros Hayreddin Paşa’nın donanmasının da buradan çekilen sedir ağaçlarıyla yapılmış olduğunu, Hicaz Demiryolu için buradan sedir çekildiğini düşünüyorsun… Sedir ağaçlarının tarihinden ve öneminden sonra bahsedeceğim.
Kutsal kitaplarda sedir ağacı; büyüklüğün, kuvvetin şan ve şerefin, kraliyetin, maneviyatın, şiddetin, takdirin, zenginliğin, yayılış kudretinin sembolü olarak kabul edilmiş
💢💢💢💢

Hayat Ağacı sembolünün tarihteki yolculuğu
Tarih öncesi dönemde Hayat Ağacı
İnsanoğlunun kutsal saydığı varlıklar arasında Ağaç en çok değer verilen olmuştur. Farklı kültürlerde, yaşam umudunu canlı tutan bu varlık için pek çok mit ve inanç geliştirilmiştir. Doğanın kışın uyuyup, bahar gelince yeşillenip canlanması hepimizde yaşama sevincini canlı tutması, onu bu kadar kıymetli kılmıştır. İlkbaharda çiçek açmaları, meyve vermeleri doğumu, sonbaharda yaprak dökmeleri ise ölümü çağrıştırır. Aynı zamanda bu durum, evrenin ve yaşamın kesintisiz devamlılığını da akla getirir. Hayat Ağacına ilişkin ilk izlere M.Ö 3 bin yıl ve sonrasında Aşağı Mezopotamya’da rastlanır. Hitit ve Asur mühürlerinde rastlanan bu motif Sümer, Babil, Hurri, Frig, Mitanni, Urartu gibi pek çok kültürde de yer alıyor.

Selçuklularda Hayat Ağacı
Şamanlarda ve Selçuklularda Hayat Ağacı
Bütün kültürlerde, gençlik ve ölümsüzlük veren bir kavram olarak bilinen Hayat Ağacı, eski Türk inanç sistemi olan Şamanizm’e göre dünyanın merkezini belirleyen, genellikle kuşlar ve kartallarla betimlenen ağaç olup Selçuklu ve Beylikler Dönemi’nde Cennet anlamını da kazanarak çini, taş ve benzeri bezemelerde oldukça sık kullanılmıştır. Anadolu Selçuklu döneminden günümüze kadar gelen birçok mimaride özellikle taç kapının her iki tarafında uygulanan Hayat Ağacı motiflerinin tarihî ve sanatsal değerleri vardır. Selçuklular sadece süsleme unsuru olarak değil, “Evrenin direği, barışın, bereketin, bilimin, hikmetin, kudretin ve sonsuzluğun sembolü” gibi soyut kavramlar yükleyerek Hayat Ağacı motifini büyük tutkuyla kullanmışlardır. Selçukluların Hayat Ağacı kullanımları Sibirya ve Orta Asya Şamanlarının kullanımları ile benzerlikler gösterir. Her ikisinde de ağacın dalları, göğün katlarının simgesidir. Selçuklular ölenlerin ruhlarının, cennete gitmek için bu katları kullandıklarına inanırlardı. Şaman rahipler için ise bu katlar, gökyüzüne çıkmak için kullandıkları merdivendir.

Yggdrasil ve Níōhöggr
İskandinav ve Hint mitolojilerinde Hayat Ağacı
Yaşam Ağacı simgesine rastlanan diğer geleneklere örnek olarak Lapon, İzlanda, İskandinavya, Finlandiya, Avustralya gelenekleri sayılabilir. İskandinav mitolojisinde, dallarıyla tüm evreni destekleyen Yggdrasil adlı ağacın köklerine sarılı olarak yaşayan, bu ağacın kökleriyle beslenen ve dolayısıyla evrenin varlığını tehdit eden Níðhöggr adında bir başka yılan/ejder daha vardır.
Ruhların, Yaşam Ağacı dallarına konmuş kuşlarla simgelenişi Hint metinlerinde de mevcuttur. Hint geleneğindeki bir başka Hayat Ağacı, yayıktaymış gibi çalkalanan süt denizinde bulunan Bodhi ağacıdır. Bir Angkor yazıtına göre Bodhi ağacının kökleri Brahma, gövdesi Siva, dalları Vişnu tanrılarıdır. Kimi versiyonlarda ise ağaç Siva’dır; Brahma ve Vişnu dallarıdır.

Hristiyanlıkta Hayat Ağacı:
Semavi dinlerde Hayat Ağacı; Hayat Ağacı Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerinde bahsedildiği üzere ilk insan kadar eski bir yerdedir. “Hayat Ağacı”nın, Cennet Bahçeleri’nde yasaklı meyvenin yetiştiği ulu ağaç olarak betimlendiğini görüyoruz. Her ne kadar Kur’an’da bu ağaca özel bir isim verilmemiş olsa da, Tevrat’ta bu ağaçtan Hayat Ağacı - “Etz Hayim” olarak bahsedilmektedir. Dinsel kimliğin ulusal kimlikle bütünleştiği, var olabilmek için tarih boyunca oradan oraya göç etmek zorunda kalan bir toplum için ne kadar da anlamlı bir isim.
İslam’da, Cennet’teki Tuba (huzur mutluluk) Ağacı da Hayat Ağacına benzer bir form ile ortaya çıkar. Hristiyan gelenekte Yaşam Ağacı sembolizmi, İncil’in vahiy denilen, Yuhanna’nın Vahyi kısmında görülür. Yuhanna’nın bu vizyonunda Yaşam Ağacı, 12 defa meyve veren, yaprakları ulusların şifa bulmasını sağlayan bir ağaç olarak belirtilir. Ayrıca İsa Mesih’in çarmıhı, alegorik olarak Yaşam Ağacını simgeler.
Sonuç olarak “Hayat Ağacı”, taş devrinden günümüze kadar insanoğluna ırk, din farkı gözetmeden bereket, gençlik, sağlık, mutluluk, huzur, barış gibi hep pozitif çağrışımlarda bulunmuştur.💢💢💢💢💢💢💢💢💢
YazarDrunvalo Melchizedek 📕📗
‼️EN ESKİ TARİHİMİZİ HATIRLARKEN Atlantis'in Düşüşü Gerçekliğimizi Nasıl Etkiledi? ÇİÇEĞİN SIRRI ORTAYA ÇIKIYOR Kutsal Geometri, Yaşam Tohumu, Yıldız Tetrahedron, Dalgaboyu Evreni, Dünya'nın Kutuplarının Yer Değiştirmesi DÜN VE BUGÜNÜMÜZÜN KARANLIK YÖNÜ Tehlike Altındaki Dünya'mız, Buz Çağı, Dünya'nın Tarihi EVRİM PARÇALANDIĞINDA MESİH AĞI ORTAYA ÇIKTI Lemuryalı'lar İnsan Bilincini Nasıl Evrimleştirdiler, Mars'lıların Vahim Kararı, Gezegensel Ağ BİLİNCİN EVRİMİNDE MISIR'IN ROLÜ Ölüm, Yükseliş ve Diriliş, Yaşam Yumurtası, Akheneten'in Pırıltısı, Genesis'in Hikayesi ŞEKİL VE YAPININ ÖNEMİ Torus, Labirent, Yaşam Yumurtası, Plato'nun Cisimleri, Yaşayan Kristaller İNSAN BEDENİNDEKİ GEOMETRİLER Leonardo da Vinci'nin Kanon'u, Mason Çizimlerinin Sırrı, Altın Oran, Spiraller, Fibonacci Dizilimi, Kutsal Pi Oranı Geometrinin harikalar diyarında, bilim, kadim tarih ve yeni buluşların arasında dolaşarak, Drunvalo ve Yaşam Çiçeği'nin geniş vizyonundan varoluşumuzun mucizesini keşfedin.
•Leonardo Da Vinci

‼️💢💢💢💢💢💢💢💢💢

Leonardo Da Vinci:
Bir keresinde çizdiği beyaz süsen çiçeğini çok dikkatle inceleyince, garip biçimine takıldı. Bir tohum olarak başlayan süsen çiçeğinin geçtiği çeşitli süreçleri birkaç yıldır çiziyordu. Bu bitkiyi bu süreçlerden geçiren, şu harika çiçek olarak büyüten, başka hiçbir çiçeğe benzememesini sağlayan neydi? Belki de çeşitli değişimlerden geçmesine yol açan bir gücü vardı.
Bizim topraklarımızda da yetişen sarı süsen (Iris pseudacorus), Batı dilinde, Meryem'e atfen "kılıç zambağı" olarak biliniyor. Süsenin kılıç biçimindeki yaprakları Luka İncili'nde ayrıntılarıyla tasvir edildiği gibi, bebek İsa'yı kutsayan Şimon'un annesi Meryem'e: “Bu çocuk, İsrail’de birçok kişinin düşmesine ya da yükselmesine yol açacak; bu da kalbine bir kılıç gibi saplanacak" kehanetine gönderme yapıyor. O yüzden süsen, inanç ve saflığı; Hıristiyanlığın gelecekteki krallığını müjdeliyor.

15. yüzyıla ait Flaman ressam Hugo van der Goes imzalı (c. 1440-1482) altar panolarında da o yüzden süsenlerin olmasının nedeni de bu.
⚠️Çin tıbbında süsen, doğurganlıkla ve erkek çocuk doğumuyla ilişkilendirilmiş. Süsen suyu Güney Çin'in bazı bölgelerinde törensel bir banyoda kullanılıyor; şarapla karıştırılıp içildiğinde ömrü uzatıp zekayı arttırdığına inanılıyormuş. Bugün Çinliler bitkisel ilaçlarında hala yerli süsen türlerini kullanıyorlar. Örneğin Iris anguifuga hem laksatif olarak hem de yılan ısırıklarının tedavisi için öneriliyormuş.

İris Çiçeği – Fransa
Fransa’da “Fleur-de-lis” olarak bilinen, ülkemizde de mezarlık zambağı ismiyle de anılan iris çiçeği, 12. yüzyıldan beri Fransa’nın ambleminde yerini alıyor. İris, Yunan mitolojisinde de yer alıyor. Tanrıların mesajlarını ileten aynı zamanda da ölen kadınların ruhlarını Hades’e götüren tanrıçanın da adı İris olarak biliniyor. Bu nedenle iris çiçeği, ölümü de temsil ediyor. Olumsuz anlamlarına karşın Fransızlar çiçeği ülkelerinin sembolü olarak görmeye devam ediyor.
12. yüzyılda Fransa Kralı VII. Louis de örneğin arma olarak mor süseni seçmiş. Başta Louis'nin çiçeği anlamına gelen "fleur-de-Louis", Fransızca'da zambak çiçeği anlamına gelen the "fleur-de-luce" ve "fleur-de-lis"e dönüşür ve birçok yerel yönetimin armalarında yer almış. Yüz Yıl Savaşları (1337-1453) sırasında İngiltere kralları da Fransa üzerindeki egemenliklerini vurgulamak amacıyla kendi armalarının içine "fleur-de-lis"i katmışlar ve bu 1700'lere III. George dönemine kadar sürmüş.
16. yüzyılda, Shakespeare'nin Kış Masalı'nda Perdita'nın saydığı bahar çiçekleri arasında süsenin olmasının da nedeni bu simgesel anlamı olabilir. Margaret Willes, A Shakespearen Botanical kitabında yazmış: İlginçtir ki Shakespeare "flower-de-luce" dediği süseni, tüm zambakların en güzeli diye tanımlamış,
Akdeniz'e özgü olan Carolus Clusius'un 16. yüzyılda tanımladığı Juno türlerinden kokulu mavi çiçekleri olan Iris planifolia'nın tam 23 ayrı sinonimi var. 1614 yılında basılmış Crispijn van Passe'ye ait Hortus Floridus kitabında örneğin Iris bulbosa latifolia diye geçiyor.
Osmanlı topraklarına gelmiş gezginlerden Fransız botanikçi Pierre Belon lalelerimizle ilk kez tanıştığında, onlardan "Lils rouges" yani kırmızı zambak olarak söz ediyordu.
The Herball'ın yazarı İngiliz botanikçi, John Gerard da çok emindir tanımlamasından. Şöyle yazmış: "Flower de Luce yani Iris, çok farklı çeşidi var,
Van Gogh'un resimlemeyi en sevdiği çiçeklerden... Irises/Süsenler tablosu, en meşhur eserlerinden biri. Tabii, 1890'da ölümünden önceki yıl, Saint-Rémy de Provance'da akıl hastanesindeyken süsenleri konu ettiği başka birçok tablo yapmış ama bu tabloyu, geldiği hafta hastanenin bahçesinde, doğada yapmaya başlamış. Resim yapmaya devam etmesinin kendisini delirmekten koruduğunu düşündüğü için "hastalığımın paratoneri" diye söz ediyordu bu eserinden.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde Muhibbi Divanı'nda Karamemi de natüralist üslupla tezhiplerde Osmanlı süsleme sanatının repertuarını yeni baştan yapılandırırken, tezhiplerde laleler, karanfiller, mor menekşeler, ayn-ı sefalarla birlikte süsenleri de bol bol resmediyordu. Matrakçı Nasuh Menazilname'sinde laleler, karanfiller ve ayn-ı sefalarla birlikte süsenleri de resmetmiş. Silsilename-i Osmaniye adlı eserde, Muzaffername'de 17. ve 18. yüzyıllarda yapılmış çiçek tasvirleri arasında mor süsenler de vardır. Umur-ı Mülkiye Nazırı Pertev Paşa'nın torunu Abdülaziz Bey'in (1850-1918) Osmanlı toplumunda günlük yaşam üzerine bilgi ve gözlemlerini aktardığı defterlerinde İstanbul bahçelerinde yetiştirilen çiçekler arasında süsenleri de saymış. (Nurhan Atasoy'un Kitap Yayınevi'nden çıkan Hasbahçe kitabından aktarıyorum size...) 17 cins süsen (Osmanlı'daki adıyla susam) yetiştirildiğini söylüyor. "Nevruz susamı, Firengi Nevruz susamı, kadife susamı, deve boynu, beyaz ve mavi altın susamı, beyaz ve alaca susam, Beç (Viyana) susamı, Habeş, beyaz, çividi, bodur susamı, her dem taze ve kuşkonmaz susamı"

💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢

Pisagor, Antik Çağ’da Yunan felsefesi ve matematiğinde doğal sayıları ön plana çıkarmıştı. Bu karizmatik adam kozmostaki her şeyin sayılardan oluştuğuna inanarak inancını bir din haline getirmişti.

Pisagor‘un “her şey sayıdır” demesi, çocukça bir iddia olarak algılanmamalıdır. Thales de “her şey sudan oluşur” demişti. Antik Çağ filozoflarının bu gibi iddialarının altında kendilerinden önceki filozofların çalışmalarının ve mitolojik inançların yattığını unutmamalıyız.
Örneğin Platon kendi icadı olan Beşinci Elemente Aether (Esir) ismini verirken mitolojideki uzay tanrısını düşünüyordu kuşkusuz. Pisagor, kendisinden önceki filozoflar gibi Dünya’nın “toprak, su, hava, ateş” adlı dört elementten oluştuğunu söylemek yerine evrenin temeli olarak “sayı” kavramını ileri sürmüştü.
Günümüzde de her şeyin temelinde matematik yattığına inanmaktayız. Şu da var ki Pisagor sayıları düşüncenin “soyut” yaratıları olarak değil, somut gerçekler olarak ele almıştı. Ona göre sayılar her şeyin şeklini belirleyen bir kalıp gibiydiler.
Örneğin gergin bir tel ya da ses veren metal bir çubuğun çıkardığı notaların ve harmoniklerin (titreşen bir telin verdiği zayıf notalar) basit kesirlerle ifade edilebileceğini bulmuştu. Bu düşünceye bir demircinin çekiç vuruşlarını dinleyerek ulaşmıştı. Sesler ile sayılar arasındaki ilişkiyi keşfetmek onda büyük bir şok yaratmış olmalıydı.
Pisagor ve Astronomi

Pisagor buluşunu Antik Çağ’ın ikinci büyük ilgi alanı olan Astronomi’ye de genelleştirdi. Ona göre Güneş Sistemi, her şey gibi, sayılarla çalışıyor olmalıydı. “10” sayısına kutsallık atfederek gökyüzünde on tane gökcismi bulunması gerektiğini söylemişti. Ancak onuncu gökcismi neredeydi?
Pisagor inancından o kadar emindi ki bunun dünyanın karşıtı olan bir gezegen olduğunu iddia etti ve Güneş’in zıt tarafında kaldığı için görünmediğini öne sürdü. Ayrıca göksel kürelere (kristal küreler ya da felekler) yapışık olan gezegenlerin tıpkı çelik teller gibi dönerken ses çıkarmaları gerektiğini söyledi.
Yani gökyüzünde dolanan gezegenler bir tür “ilahi/kozmik” müzik çalmalıydı. Bu müziği sıradan insanlar duyamaz, ancak ermişler duyabilirdi. Bu düşüncelerin yansımasını bugün bile bilimkurgu yapıtlarında görmekteyiz. (Örneğin Mary Doria Russell‘in “Serçe” adlı romanında, Proxima Centauri yıldızından gelen gizemli bir şarkı bilim adamlarının dikkatini çeker. Jodie Foster’in baş rollerinde oynadığı “Contact/Temas” filminde uzaylılardan alınan mesaj ritmik bir sestir.)
Pisagor’a göre Rasyonel Sayılar, sayma sayılarının bir türüydü. Eski Yunan Matematiği, rasyonel sayıları sisteme dahil etmek için “ortak ölçü” kavramını kullanmışlardı.
Bize göre Rasyonel Sayılar Kümesi, Doğal Sayılar Kümesini kapsar. Ama görüyoruz ki Eski Yunanlılar esas olanın doğal sayılar olduğuna inanmıştı. Onlara göre Rasyonel Sayılar, Doğal Sayılardan türemişti. İşte bu düşünce Antik Çağ matematiğini çıkmaza sokmuştur.
Yunan matematikçiler, rasyonel sayıları, doğal sayıların oranları olarak ifade ediyorlardı. Onlara göre bir kesrin pay ve paydasını ölçen bir üçüncü sayı mutlaka bulunabilirdi.
❌❌❌❌❌❌

Knidos’lu Eudoxus, Pisagor’un yolunda gitmeyerek sayı kavramı yerine onun geometrik karşılığı olan “uzunluk” kavramını kullandı. Böylece İrrasyonel Sayıların yarattığı sorunlardan kaçınabildi. Az önce gördüğümüz gibi Yunan Matematiği, İrrasyonel Sayıları kavramakta yetersiz kalıyordu. Yunanlılar buna “ortak ölçüsü olmayan sayılar” ismini vermişlerdi.
https://www.matematiksel.org/her-sey-sayi-mi-yoksa-geometri-mi-pisagor-ve-eudoxus/
💢💢💢💢💢💢💢💢

OSİRİS
Yeraltı Tanrısı
Osiris (Asir), Nut ve Geb‘in ilk oğlu; Seth, Horus, İsis ve Nephthys‘in de erkek kardeşidir. Heliopolitan Dokuzlu Tanrı Grubu’nun en önemli tanrılarından biridir. Ona ibadet etme çok öncelerden başlamıştı. Heliopolis rahipleri tarafından Atum, Dokuzlu Tanrı Grubu’nun başı ve Osiris de yeraltı dünyasının kralı sayılmıştır. Bu da Osiris‘e popülerlik ve önem kazandırmıştır.
En eski dini yazıtlardan aldığımız referanslara göre Osiris yüce ölüm tanrısıydı. Bir zamanlar insan şeklindeydi ve yeryüzünde yaşamıştı. Seth tarafından öldürüldükten sonra yeraltı dünyasının kralı oldu ve ölülerin ruhlarının durumuna başkanlık etti. Osiriskrallığına girebilmek için ölen kişi yargı salonundan tehlikeli bir yolculuğa girmeyi üstleniyordu. Ölenin kalbi tekrar Ma’at tüyü ile dengeleniyordu. Eski Mısırlılar pragmatik insanlardı. Bir kişinin mükemmel olması asla beklenmezdi. Sadece dengeli bir kişiliği olması istenirdi. Bunun bir örneği “Negatif itiraflar”dır. Hayatı boyunca yapmayacağı kötü ve şeytani işler… Adam öldürmemek, hırsızlık yapmamak gibi. Bunlar Osiris‘i inandırmaya yeterli durumlardı.

Osiris hayatı boyunca iyi ve merhametli bir hükümdar olmuştu. Yeraltında onun varlığı insanlara da büyük rahatlık veriyordu. Girişte engeller vardı ve bu engeller karar salonuna yolculukla ilgiliydi. Bunlar vücudu ve ismini korurdu. Piramitler, mezar yazıtları, Ölüler Kitabı, Kapılar Kitabı‘ndaki detaylarda Duat’a (yeraltına) geçmek için gerekli büyüler yazmaktadır. Çok sağlam bir büyüyle kombine bir mezar yapılmıştı.

Osiris aynı zamanda tarım tanrısıydı. Öldüğünden dolayı ve teknik olarak da kısır olmasından bu garip gelebilir. Aslında bu çok şey ifade etmektedir. Tahıl ekim ve hasadı arasındaki döngü, doğumla ölüm arasındaki döngüyle aynıdır. Her hasatta tanrı sembolik olarak öldürülür ve vücudu harman odasına konulurdu. Su altında kalacak ve bitkilerin büyümesine yardımcı olacaktı. Efsaneye göreOsiris tarımı geliştirene kadar Eski Mısırlılar yamyamdılar.Osiris ve İsis bu kötü alışkanlığı durdurmaya onları ikna ettiler. Fakat antik insanların yamyam olduklarına dair elimizde hiç bir kanıt yoktur. Efsane Osiris‘in kaostan bir düzen getirdiğinin altını çizmeye çalışmıştır. Böylece başarılı ve dayanıklı medeniyetin temelini oluşturan bir kültür oluşturmuştur.

Osiris genellikle mumyalanmış bir kral, kavisli sakal, tacı, harman döveni ve krozyerli biri olarak tasvir edilmiştir. Teninin genellikle yeşil veya siyah olması da ölmüş olduğu gerçeğini temsil etmektedir. Sıklıkla Yukarı Mısır’ın beyaz tacını veya Atef tacı (iki tarafında akbaba tüyü ve üstünde bir disk şeklinde) giymektedir. Atef tacındaki tüyler Osiris‘in kült merkezi, Djedu’yu (Busiris) temsil ettiği düşünülmektedir.
Tasvirlerde gülümsemesi onun korkulacak bir ilah olmadığını göstermektedir. Gerçekten de Osiris, Eski Mısır inancında yeniden doğuşun temsilcisi aynı zamanda adaletin ve düzenin mezardan sonrasında da devam ettiği inancını insanlara aşılamıştı. “Buğday mumyalar” Osiris kalıbında yapılan toprak mumyalardı ve ölen kişi ile gömülürlerdi. Bunlar mezar içinde karanlıkta filizlenir ve ölümden yaşam kavramını gösterirdi. Tutankhamun‘un mezarında arpa ve buğday başağı şeklinde yapılanlar en iyi örnekleridir.

Akhet mevsiminin dördüncü ayındaki festivallerden birinde Mısır’daki Osiris‘in baş kutsallığı kutlanmıştı. Bu festivalde Osiris‘in yaşamı, ölümü ve yeniden doğuşu anılmıştı. Seyirciler bu oyunların da bir parçasıydı. Çoğu festivaller Ikhernofret (Senusret III‘ün baş saymanı) tarafından bir dikilitaş üzerine kaydedilmiştir.
OSİRİS ve İSİS EFSANESİ
Seth bir zamanlar Osiris‘in gücünü ve popülerliğini kıskanır. Kardeşinin karısı İsis‘i arzuluyordu. Osiris halkına medeniyet getirmek için dünya seyahatine çıktığı zaman, Seth yerine İsis‘i Mısır’a vekil bıraktı. Bu da bardağı taşıran son damla oldu. Seth güçlü ve cesurdu. Korkunç bir öfkesi vardı ve kardeşini öldürmek için yemin etti. Seth, Osiris‘i bir ziyafete davet eder. Güzel bir sedir ağacından bir sandığı bu durum için yapmıştı. Bu sandığa herkesin sığabileceğini söyledi. Seth planladığı gibi diğer misafirlere böyle bir sandık yapmamıştı. Bu sandığı sadece Osiris‘te deneme istiyordu. Osiris sandığın içine girip uzandığında, Seth kapağını sertçe kapatır ve alttan da çiviler. Sandığı erimiş kurşunla mühürleyip Nil Nehri’ne atar.


Sandık nehirde sürüklenir ve Biblos yakınlarındaki kıyıda durur. Bu kıyıya dokunduğunda büyük bir Ilgın ağacı onu korumak için filizlenir. Ağaç iyice büyür ve Biblos Kralı bunu kestirir ve sarayında bir sütun olarak diker. İsis, Biblos’ta onun vücudunun izini sürer ve bulunca da kraldan bu ağacı kendisine vermesi için ikna eder ve kral ona verir. Kocasının cesedini alıp Mısır’a geri döner. Horus‘a gebe olmak için sihirli bir büyü yapar. Bazı kanıtlarda öldüğünde zaten hamileydi. Seth, Osiris‘in vücudunu normal buldu çünkü Wadjet, Horus bebeği almış ve ona bakıyordu. Sonra Seth cesedi 14 parçaya ya da 16 parçaya ayırdı ve Mısır’ın değişik yerlerine her parçasını dağıttı. İsis bunu duyunca perişan oldu ve Nephthys kız kardeşine yardım edeceğini söyledi. Onlar bütün parçaları buldular. Sadece bir parçayı bulamadılar. Bulunmayan parça da Osiris‘in penisiydi. Bu parçanın da bir balık tarafından yutulduğu düşünülmüştü. İsis ve Nephthys ölen kardeşleri için yas tuttular ve Ra onların bu durumuna acıdı. İlk mumyalama için Anubis‘i gönderdi. Anubis mumyalama için Osiris‘i hazırlayacaktı. Thot, İsis ve Nephthys‘ye talimat vererek bütün parçaları bir araya getirmelerini istedi. İsis uçurtmaya ya da kuşa dönüştü ve ona hayat üfledi. Ama eski halini alması mümkün değildi. O da yeraltına gitti. Burası karanlık ve ıssızdı. Ra, orada da huzur ve mutluluk bulacağına dair Osiris‘e söz verdi. Ölülerin kralı olarak ünvan verildi. Oğlu Horus yeryüzünde saltanat sürdü ve babasına zarar veren Seth’i öldürdü.

Heliopolis ve ve Hermopolis teolojisindeki Sekizli ve Dokuzlu tanrı Grubu birleşti. Osiris, Anubis‘in yeraltı tanrısı ünvanını aldı. Osiris, Anubis yolundan gittiği için ona da saygı duydular. Anubis sonraları Osiris ve Nephthys‘in oğlu olarak bilindi. Nephthys, Seth ile mutsuzdu. Bazı Mısır bilimciler Seth’in çirkin olduğuna bunu bağlarlar. Sinsice kız kardeşi İsis kılığına girer ve Osiris’le uyur. Nephthys kısır kabul edilmiştir fakat Anubis‘ten hamile kalmıştır. Şaşırtıcı olan İsis bundan rahatsızlık duymazken Seth bu duruma öfkeleniyor. Böylece efsane Osiris’e karşı yapılan kişisel bir kan davasını anlatıyor. Mitolojiye göre bütün yıl boyunca çölde bir tane çiçek çıkmadı. Büyük bir su baskını olunca çorak olan bu çöl bereketlendi. Böylece Nil’e hayat veren Osiris’e bağlılık daha da güçlendi.
YAŞLI HORUS ve ÇOCUK HORUS
Mısır’da Horus adı verilmiş çok sayıda şahin tanrı vardı ve bunlar genellikle karıştırılırdı. Heliopolis teolojisinde Çocuk Horus dediğimiz İsis ve Osiris’in oğludur. Ancak Hermopolis’teki Yaşlı Horus, Hathor‘un kocası ya da oğlu olan Horus‘tur. İki teoloji Osiris döneminde birleşince Hathor ve İsis yakın ilişki içinde oldular. Yaşlı Horus bazen Osiris ve Seth’in oğlu oldu. Horus bir güneş disk tanrısı ya da bir Osirian yani yıldızların ilahı oldu. Bazen Harpokrates, Harsiesis, İsis‘in oğlu Horus olarak da bilinirdi. Piramit yazıtlarında Çocuk Horus ile Tanrı Horus ayrı şekillerde yazılmışlardır. Seth yaşlı Horus’un düşmanıdır. Bazı Mısır bilimciler Mısır’da olan bu savaşın iki tanrı arasında olduğunu destekleyici açıklamalar yaparlar. Tanrı Seth ve Tanrı Horus arasında olduğunu söylerler.

OSİRİS’in İSİMLERİ VE ŞEKİLLERİ
Osiris, Yunancadan gelme isimdir. Mısırlılar ona Asir, Asar, Wsar demekteydiler. İlk zamanlarda ismi için “taht” ve “göz” hiyeroglifleri kullanılmış, anlamı ise “o tahtı görendir”. İkinci hiyeroglif şeklinde de “cennetin gözü” kullanılmıştır. Taht ya da oturma İsis (Aset)’in ilk isim işaretidir. Son periyotta Osiris, Un-nefer olarak bilinirdi. “un (açmak, yapmak, gözükmek)”, “neferu (iyi şeyler, güzellikler)” demektir.
Memfis’te Ptah-Sokar Ptah ve Sokar’ın birleşmesinin sonucudur. Ptah, Memfis’in yaratıcı tanrısı, Sokar ya da Seker ise mezarları koruyan yerel bir şahin tanrıdır. Ptah-Sokar, Osiris ile tanımlanmış ve Osiris’in yeni adı Ptah-Sokar-Asir olmuştu. Bu tanrı şafak vakti olmadan önce, yeraltında seyahat esnasında güneş şeklinde temsil edilmişti.
Osiris bunlardan başka birçok tanrıyla da anılmıştır. Mısır’ın her yerinden ona ibadet edilmekteydi. En çok adı anılan tanrılar; Andjety, Sahu, Khentiamentiu, Sepa, Banebdjed, Wepwawet, Serapis, Anhur’dur.
https://www.tarihpedia.com/misir_tanrilar_osiris/
💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢
Mısır Mitolojisi ve Osiris
Mısır Tanrısı Osiris
Mısır Mitolojisi için çok önemli bir yere sahip olan Osiris, yer altının ve ölümün muzaffer tanrısı, sonsuzluğun efendisidir. Kelime anlamı olarak Osiris, Eski Mısır’da öbür dünya hissini uyandırırdı. Yeryüzünün tanrısı olan Geb ile gökyüzünün ve bulutların yaratıldığı yerin tanrıçası kabul edilen Nuit (veya Nut) ‘in ilk çocuğudur. Kardeşi Set (ayrıca Setholarak da bilinir) kötülük tanrısıdır. Osirisise kardeşi Set’in tam zıddı olarak iyilik tanrısı, kural koyucu ve koruyucu olarak tanınır. Osiris’e yüklenen birçok sıfat vardır. En bilinenleri onun Yeraltı Dünyasının Efendisi, İyi Huylu ve Genç Olan, Yaşayanların Kralı ve Ebedi Olan olarak bilinmesidir.
Tanrı Osiris
Cenaze tanrısı olan Osiris ilk olarak 5. Hanedan zamanlarında, adına ilk rastlandığı zamanlar, korkunç bir tanrı olarak ün salmışsa da zamanla iyi huylu bir tanrı olarak tasvir edilmiştir. Osiris’in derisinin yeşil olarak betimlenmesinin sonucunda onun bereket ve bitkilerin büyümesiyle ilişkilendirdiğine de ulaşılabilir. Cambridge Üniversitesinde Mısıroloji okutmanı olan John Ray, Osiris’in ‘mükemmel veya eksiksiz’ anlamına gelen ‘Onnofri’ olduğunu belirtmiştir.
Osiris’in hikayesi Antik Mısırlılar için sonsuz yaşamı simgeleyen ve aslında onlara umut vadeden bir trajedidir.
Osiris’in Mısırdaki Önemi
Geb ve Nut’un dört adet çocuğu vardır. Bunlar; Osiris, Isis, Set ve Nephthys’tir.Ölümsüz yaşam ve diriliş tanrısı olan Osiris, kardeşi Isis’e aşıktır ve onunla evlenir.
Osiris ve Isis
Osiris kardeşleri arasında hem en büyük hem de en şefkatli olan tanrıdır. Osiris, karısı Isis ile Mısır topraklarına hükmetmiş ve Mısır’a büyük ölçüde refah ve zenginlik getirmiştir. Bu yüzden de Mısır halkı için Osiris’in yeri ayrıdır. Halk kültürel olarak da kalkınmış ayrıca tarımı, dokumacılığı ve fırıncılığı öğrenmiştir.
Osiris, adil bir tanrıdır ve yönetimi altındaki herkese çok adaletli yaklaşmıştır. Ek olarak Osiris, Mısırlılara ‘Ma’at İlkeleri’ni öğretmiştir.
Ma’at İlkeleri
Mısır Mitolojisinde de dünya oluşmadan önce kaosun varlığından söz edilir. (Yunan Mitolojinde de olduğu gibi.) İlk güçlerin düzensiz olduğunu belirtilmektedir. Ma’at bu düzensizliğe son vermek amacıyla var olmuştur. Yani, Ma’at düzene ait tüm yasaların temsilidir. Firavunlar Ma’at ‘ı benimsemiş ve ülkeyi yönetirken bu inkılaplara dikkat etmişlerdir.
Osiris, Mısırlılara Ma’at Yasalarını yani gerçeği ve doğru yaşam tarzını öğretmiştir.
Osiris’in yönetiminden kardeşi Set hariç nerdeyse herkes memnun bulunmaktaydı. Kötülük ve kaos tanrısı olan Set, kardeşinin başarılarını kıskanmış ve onu alt etmeyi planlamıştır. Set, (yukarıda da bahsi geçen) kardeşi Nephthys ile evliydi. Mısır tahtını Osiris’in elinden almak isteyen Set için, karısı Nephthys’in Osiris ile beraber olabilmek amacıyla Isis kılığını girdiğini öğrenmesi öfkesini daha da arttırmış, hırslanmasına sebep olmuştur. Nephthys’in ise bu aldatıcı oyun sonunda cenaze ve mumyalama tanrısı olan oğlu Anubis doğmuştur.
Osiris ve Seth
Osiris’i öldüren Seth
Günden güne güçlenen Osiris’i alt etmek isteyen Set, bir gün tanrılar bir arada toplanmışken planını ortaya koymaya başlar. Tanrılara özel bir tabut getirdiğini ve içine herkesin sığabileceğini söyler. Sıra sıra tüm tanrılar bu içine sihir eklenmiş tabuta girip çıkarlar. En son Osiris tabutun içine girdiğinde ise Set kapağı kapatıp Osiris’i tabutun içine kilitler ve tabutu Nil Nehri’nden atar. (Erhat, Azra)
Osiris’in Ölümü ve Dirilişi
Osiris ölene kadar tabutun içinde kalır. Kahrolan Isıs, kocasını tüm arazide arar ve sonunda bulur. Set’in kocasının cesedini bulmasından korkan Isis, Osiris’in bedenini saklar ve ona göz kulak olması için Nephthys’e görev verir. Fakat Nephthys bu göreve hazır değildir; Set, Osiris’in bedenini bulur ve onu 14 parçaya ayırıp dünyanın farklı noktalarına dağıtır.
Hem sinirlenmiş hem yıkılmış olan Isis, Nephthys ile birlikte Osiris’in tüm parçalarını bulmak için harekete geçer. Osiris’in penisi hariç 13 parçayı toplayıp Osiris’in oğlu ölüm ve mumyalama tanrısı Anibus’un yardımını istemeye gider. Daha sonra Isis büyü yaparak Osiris’i hayata döndürür döndürmesine fakat bir parçası eksik olduğu için tam anlamıyla eskisi gibi olamaz Osiris. Yeraltındaki ölüler diyarında yeniden doğar. Yani aslında Osiris tam iki kez yeniden diriltilmiştir. Sadece bir parçası eksik olduğundan ise yaşayanlar üzerindeki hakimiyetini kaybetmiştir.
Firavunların Tarihi
Idfū’deki Horus Heykeli
Osiris, ölüler diyarındaki tahtını talep etmeden önce Isis ile birlikte olmuş ve Isis oğulları Horus’a hamile kalmıştır. Horus, şahin başlı olarak tasvir edilmektedir.
Aslında Eski Mısırlılar, Osiris’in ilk firavunolduğuna inanırlardı. Bu yüzden de ondan sonra gelen firavunların da Osiris gibi düzeni kutsal bir şekilde korumasını beklemişlerdi. Daha sonraları gelen bir inanç firavunların Horus’un insanı tezahürü olduğu yönündeydi. Firavunların, Isis’in kucağında sembolize edildiği de görülür. Bunun sebebi de firavunların dünya üzerindeki Horus olduğu inancından kaynaklandığı düşünülmektedir.
İbadet Şekilleri
Mısırlılar Osiris’e büyük anlam yüklemişler; özellikle düzen, refah, uyum ve ölümden sonraki yaşam için ona tapmışlardır. Osiris’e ibadetin Beşinci Hanedanlık döneminde başladığı düşünülse de arkeologlar hanedanlık öncesinde de Osiris’e tapınıldığına dair kalıntılar bulduklarını öne sürmüşlerdir.
Özellikle Osiris ve Set’in hikayesi, Mısır halkı için kıskançlığın ve minnettar olamamanın getirdiği zararları öğretmiştir.
Mısırlılar Osiris’in yeniden doğuşunu kutlamak için festivaller düzenlemişlerdir ve bunların en bilineni Djed (Pillar) Festivalidir. İngilizcede sütun anlamına gelen ‘Pillar’ sözcüğünün aynı zamanda sütunla dengelemek/destelemek anlamına geldiği de bilinmektedir. Burada festivalin adını sütun kelimesinden almasındaki amacın Osiris’in denge sağladığını ve ondan destek alınmasının önemli olduğunun vurgulanması gerektiği olabileceği kanısındayım. Festival boyunca halka verdikleri için Osiris adına sütunlar taşınır ve bu ona teşekkür etmek amacıyla yapılırdı. Bazı festivallerde ise Osiris ve Set’ın savaşı yeniden canlandırılırdı.
Osiris adına sütun taşıyan Mısırlılar
Antik Mısır’da Semboller
Mısır Mitolojisi, hem Yunan ve İskandinav Mitolojisi ile birlikte en çok ilgi çeken türlerden biri olduğu için hem de köklü bir tarihe sahip olmasından dolayı sembolize ettikleriyle büyük önem taşımaktadır. Mısırlılar için din günlük yaşamın parçası haline gelmiş, maneviyatları fiziksel dünyalarına karışmıştı. Bu kültürel birikimi bir sonraki nesillere aktarmak için semboller kullanmış olmaları topluma kolaylık sağlamıştır.
Ankh Sembolü
Mısır sembollerinden en bilineni Ankh, sadece dünya hayatını değil sonsuz yaşamı da sembolize eden; şekil yönüyle Hristiyanlıktaki haça benzeyen ilmekli bir semboldür. Ankh sembolü ‘Nil’in Anahtarı’olarak geçer.
Bu bağlamda Osiris ve Isis’in oğlu Horus’un sembolünden de bahsetmek gerekmektedir.
Horus’un Gözü
Ankh sembolü kadar bilinen bir diğer sembol Horus’un Gözü’dür. Ay Gözü olarak da bilinir. Şekli bakımdan kaş ve gözden oluşur. Gözün altında oluşan işaretler, Horus’un hayvanı olan şahinden etkilenerek çizilmiştir. Renk olarak ise iris mavi renkte kullanılmıştır.
Horus’un Gözü
Bahçeşehir Üniversitesinden sanat profesörü Dr. Neşe Yıldıran’ göre mavi renkte olmasının sebeplerinden biri Mısır’da bulunan yüksek oksitli kilden kaynaklıyor. Dr. Yıldıran, bu kilin bakır ve kobalt karışımlı olduğunu ve fırınlandığında mavi rengini aldığını söylüyor.
Horus’un, babası Osiris’i öldüren ve onu yaşayanların dünyasından gönderen amcası Set’e karşı açtığı savaş sırasında bir gözünü kaybettiğine inanılır. Bu yüzden de Horus’un Gözü’nün iyileştirici gücü olduğu inancı hakimdir. Ayrıca bu göz sembolü bir tür koruma işlevi görür. Bu sembolü taşıyan kişinin kötü ruhlardan korunduğuna inanılır.
KAYNAKÇA
https://www.dinvemitoloji.com/2017/08/misir-tanrisi-osiris.html
https://www.mitolojisi.com/kaynak/osiris
https://nereye.com.tr/misirin-dirilis-tanrisi-osiris/
https://historyofegypt.net/?page_id=3728
https://www.mitolojisi.com/kaynak/eski-misir-sembolleri-ve-anlamlari
https://kayiprihtim.com/dosya/horusun-gozu-antik-misir-sembolleri/
Archer, Peter, Dinler Tarihi 101, İstanbul, Say Yayınları, 2018
Erhat, Azra, Mitoloji Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2007
💢💢💢💢💢
HÂBİL ve KĀBİL
İslâmî kaynaklarda Hâbil olarak zikredilen kelimenin aslı İbrânîce Hebel’dir (Hevel) ve etimolojisi tartışmalıdır. Kelimenin “soluk, nefes, buhar” anlamına geldiği, ebeveyninin kısa ömürlü olacağını önceden sezdiği için ona bu ismi verdiği ileri sürülmüş, ayrıca asıl adının başka olduğu, hayatı bir nefes ve bir buhar gibi çabuk bittiği için daha sonra kendisine bu adın verildiği rivayet edilmiş, fakat bu rivayetler kabul görmemiştir. Kelimenin Akkadca’da “oğul” anlamına gelen ablu/aplu veya hablu/habaldan gelme ihtimali daha kuvvetlidir (DB, I/1, s. 28; IDB, I, 4).
Hâbil-Kābil hadisesi Kur’ân-ı Kerîm’de isim verilmeden şu şekilde nakledilir: “Onlara Âdem’in iki oğlu hakkındaki haberi gerçek olarak oku. Hani her biri birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. -Kurbanı kabul edilmeyen-, ‘Seni öldüreceğim’ demişti. O da, ‘Allah sadece müttaki olanlardan kabul eder. Andolsun sen beni öldürmek için bana elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Ben âlemlerin rabbinden korkarım. Ben dilerim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenesin ve cehennem halkından olasın. Zalimlerin cezası budur’ dedi. Nefsi kendisini kardeşini öldürmeye yöneltti ve nihayet onu öldürdü; böylece ziyana uğrayanlardan oldu. O anda Allah bir karga gönderdi. Karga ona, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeliyordu. ‘Yazık bana, şu karga kadar bile olmaktan, kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim!’ dedi; sonunda da pişmanlık duyanlardan oldu” (el-Mâide 5/27-31). Hadislerde de, “Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki onun kanından Âdem’in birinci oğluna bir pay ayrılmasın. Zira cinayeti âdet edenlerin ilki odur” denilerek bu olaya atıfta bulunulmuştur (Müsned, I, 383, 430, 433; Buhârî, “Cenâʾiz”, 33, “Enbiyâʾ”, 1, “Diyât”, 2, “İʿtiṣâm”, 15; Müslim, “Ḳasâme”, 27; İbn Mâce, “Diyât”, 1; Tirmizî, “ʿİlim”, 14; Nesâî, “Taḥrîm”, 1).

❕Tevrat’ta Kābil’in takdimesinin rab tarafından niçin kabul edilmediği belirtilmemekte, fakat Pavlus, Hâbil’in ihlâs ve inancıyla Kābil’den daha iyi kurban takdim ettiği için onun takdimesinin kabul edildiğini ifade etmektedir (İbrânîler’e Mektup, 11/4).
❕Ahd-i Atîk’te yukarıda söylenenlerin dışında başka bilgi bulunmamasına karşılık Ahd-i Cedîd Hâbil’e oldukça geniş yer vermiştir. Kābil Ahd-i Cedîd’de işleri kötü, şerirlerden olan (Yuhanna’nın I. Mektubu, 3/12), kötü insanların yolunda yürüdükleri kişi (Yahuda’nın Mektubu, 11),
‼️Kâin’in Tevrat’ta yer alan, “Tarlaya gidelim” ifadesi, Sumer mitosunda çiftçinin çobanı tarlaya çağırmasıyla aynıdır.
Tevrat’taki Hâbil-Kābil kıssası, dinî amaçlı öldürme ve bunun sonucunda katilin sürgün edilmesini, göçebe topluluklarda kan gütme davalarının menşeini, son olarak da medeniyetin kaynağı hakkında en eski Sâmî kavimler arasında mevcut birçok gelenekten sadece birine ait olan soy ağacı listesini ihtiva eden bir rivayetler karışımıdır (a.g.e., s. 143-150).
⚠️Kıssanın Tevrat’taki şekli Kur’an’a göre çok ayrıntılıdır ve muhtemelen kutsal metin yazarı ulaşıp derleyebildiği çeşitli rivayetleri ve farklı unsurları hikâyeye katmıştır.
⬇️⬇️⬇️⬇️
ANTİK MISIR’DA BENZER BİR HİKAYE.

Mısır Osiris ve Seth mücadelesi Tarım tanrısı Osiris ve Savaş tanrısı Seth hikayesi Habil ve Kabil hikayesine benzer…
Hatırlatmak gerekirse, Habil, hayvancılıkla, Kabil ise tarımla uğraşmaktaydı.
Mısır Tanrısı Osiris'in İlginç Hikayesi

Osiris, Geb ve Nut'un oğlu, ölümsüz yaşam için diriliş tanrısı. Kural koyucu, koruyucu, ölülerin yargıcı.
Tüm Mısır tarihi boyunca dualar ve büyüler Osiris’e yöneltilmişti, onu kutsayarak kendisinin kural koyduğu öbür dünyaya girmesi umulmuştu. Özellikle orta krallık döneminde popularitesi arttı. 18. sülale döneminde Mısır’da en çok tapılan tanrı olmuştu.

Geb ve Nut'un dört çocuğu olmuştur. Osiris, İsis, Set ve Nephthys'tir. Efsaneye göre Osiris İsis'e aşıktır. Yani İsis hem Osiris'in eşi hem kardeşidir. Osiris, kardeşi Set'in tam tersine iyilik tanrısıdır.
Horus, Osiris'in İsis'ten olma oğludur. Teorik olarak bir çocuğu vardır ancak bir hikâyeye göre Nephthys, İsis gibi davranarak Osiris’i baştan çıkarmış ve Anubis’i (Ölüm ve Cenaze Tanrısı) doğurmuştur.
İsis'in sihri

Osiris başta erkeklerin dünyasının kural koyucusu oldu ve Ra gökyüzüne kural koymak için dünyayı bıraktığında kardeşi Set, (Kötülük Tanrısı) Osiris’i öldürdü.
Bir gün İsis bir plan kurar. Bu plan eşi Osiris'i kral yapmaktır. Bir gece Ra (o zamanlar kral Ra idi) uyurken İsis Ra'nın tükürüğünü alır ve tükürüğü kille karıştırır ve bir yılan yaratır. O gece yılan Ra'yı ısırır, ısırık Ra'yı mahveder, kimse onu iyileştiremez. İsis'de Ra'ya gizli adını söylerse onu iyileştirebileceğini söyler. Ra bunu kabul eder ve adını söyler, İsis Ra'yı iyileştirir ama onun üzerinde büyük bir güce sahip olur. Osiris'in kral olması için Ra'yı tahtı bırakıp göklere çekilmesi için zorlar, Ra ise bunu kabul etmek zorunda kalır. Ve taht Osiris'e kalır, artık Osiris Tanrıların, insanların ve her şeyin kralıdır.
Set'in kibiri

Osiris'in erkek kardeşi Set Osiris'in kral olmasına çok içerler. Çünkü Set Ra'nın en vefakâr yardımcısıdır ve Ra yok iken ağabeyinin kral olmasına kendisinin olamamasına sinirlenir, tahta geçmeyi kafasına koyar.
Savaşarak kazanamazdı. Ordu kurmak istese tüm halk Osiris'in yönetimini çok beğeniyordu ve ona karşı birleşmezlerdi. Zekice bir plan kurması gerekliydi ve bunu yaptı. Bu plana göre Set, Osiris’in ölçülerine göre bir uyuma tabutu hazırlar ve sandığı en değerli taşlarla süsletir, sadece Osiris'in sığabilmesi için büyüler.
Set, bundan sonra kendisine yardım eden yetmiş iki kişiyle birlikte planını uygulamaya koyulur. Set büyük bir yemek verir ve Osiris’i de çağırır. Osiris hiçbir şeyden şüphelenmeyerek yemeğe gider. Yemeğin sonunda Set tabutu çıkarır ve sığacak olan kişiye hediye edeceğini söyler, her Tanrı denemeye koyulur. Şekil değiştirseler bile sığamazlar. En sona Osiris kalır İsis'in uyarılarına rağmen gene de dener
Osiris tabuta yatar yatmaz Set kapağı kapatır üzerine erimiş kurşun döker. Tanrılar engellemeye çalışsada Set onları durdurur ve tabutu Nil Nehrine atar. Tabutun karaya çıktığı yerde ise süratle büyüyen bir ağaç sandığı gövdesinin içine almıştır.
İsis Osiris'in olduğu tabutu bulduktan sonra onu vatanına götürür ve büyüsüyle hayata döndürmek üzereyken Set, İsis'e ve çocuk Horus'a saldırır.
Mumyalanıp Hayata Geri Dönmesi

Set Osiris’in bedenini 14 parçaya ayırır ve bu parçaları Mısır toprakları üzerine dağıtır. İsis ve Set'in eşi Nephthys bütün Mısır’ı dolaşarak Osiris’in bedeninin parçalarını toplar ve parçaları her bulduğu yere bir tapınak diker. Bu yüzden Mısır’ın birçok yerinde, içinde Osiris’in cesedinin bulunduğu söylenen birçok tapınak vardır. Osiris'in parçalarını topladıktan sonra Nephthys'in oğlu Anubis mumya bezleriyle Osiris'i sarar ve Osiris hayata döner. Efsanenin sonunda ise Osiris’in oğlu Horus Set'i yener. Yeniden canlanan Osiris artık bu dünyada yaşamak istemez ve hükmetmek için ölüler ülkesine gitmeyi tercih eder. Burada yine Anubis ile birlikte olacaktır. Anubis ölüleri yargılanması için Osiris’e getirecektir.
Osiis bu saatten sonra ölüler ülkesinin yargıcı ve koruyucusu olmuştur.
https://onedio.com/profil/senol-ustun
💢💢💢💢💢💢💢💢
Sâbiîler güney Mezopotamya ovasına özgü etno-dinsel bir gruptur ve tek tanrılı Gnostik bir din olan Sâbiîliğin takipçileridir. Muhtemelen antik çağlardan kalan son Gnostik gruplardan biri ve vaftizi ilk uygulayanlardandır.
Sâbiîler, bugün günlük Irak Arapçası ve Modern Farsçakonuşuyor olmalarına rağmen, geçmişte Aramice'den gelişen bir Sami dili Sâbiîce'yi anadili olarak kullanmaktaydı.
Sâbiîce esas olarak ayin dili olarak korunmuştur. 2003 Irak Savaşı'ndan sonra 60.000-70.000 kişilik Iraklı Sâbiî topluluk dünyaya dağıldı; topluluğun çoğu komşu İran, Suriye ve Ürdün'e taşındı veya Orta Doğu'nun ötesinde diaspora toplulukları oluşturdu.
Osiris dini, yitik efsanevi kıta Atlantis’ten Mısır’a getirilmiş olduğu ileri sürülen bir öğreti ya da tek tanrılı bir dindir. Terim ilk kez ünlü Muaraştırmacısı James Churchward tarafından kullanılmıştır.

- Osiris’in öldürülmesine karşın bu öğreti Atlantis’te varlığını sürdürdü ve MÖ 16.000 yıllarında Atlantis'li bir bilge olan Hermes Trismegistus tarafından Mısır'a getirildi.
Osiris dininin şeriatını oluşturan 42 kural ya da ilkeden bazıları papirüslerde şöyle ifade edilir:
- “Yalan söyleme!”
- “Kimseyi öldürme!”
- “İnsanlar arasında ayrım yapma!”
- “Servetini haksız kazanç yoluyla (başkasının hakkına el uzatarak) arttırma!”
- “Kimseyi ağlatma!”
- Kökeni ile ilgili varsayımlar

Hermetika
Hermetizm hakkında bilgi veren eski metinler günümüzde hermetika ya da zümrüt tabletler olarak adlandırılır.
Bunlar eski Mısır’da kutsal alfabeyle yazılmış orijinal kayıtların farklı alfabelere çevrilmiş kopyalarının kısmen eski Yunanca’ya ve Latinceye çevrilmiş bölük pörçük parçalarından oluşurlar.
Bu metinlerin İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş kısımlarındaki bilgilerin de, hem çeviriler sırasında hem de başka nedenlerle bir miktar anlam kaybına uğradıkları sanılmaktadır.
İskenderiye Kütüphanesi’nin 5. yüzyılda Kilise tarafından yönlendirilen yıkımından sonra bu metinlerdeki bilgilerin günümüze dek korunabilmasinde, Pisagor, Platon ve eski Yunan yazarlar kadar, Ortadoğu’daki ezoterik ekollerin de büyük katkısı olmuştur.
Ortadoğu’da korunan hermetik bilgiler Avrupa’ya özellikle Floransa yoluyla aktarılmış olup Kilise’nin tüm çabalarına rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır. Söz konusu Yunanca ve Latince çevirilerin yazarları başta Poimandres olmak üzere, Zosimos, Fulgentius, Iamblikos ve John Stobaeus’dur.
- Hermetik bilgilerden bazıları eldeki metinlere göre şunlardır
- Fiziksel alem süptil alemin aynasıdır.
- Ezeli ve ebedi olan Tanrı, düşüncelerle anlaşılmaz.
- Ruh ilahi bir ışıktır
- Ruhlar yeryüzüne sınavlarla gelişim için gelirler, almaları gereken dersleri alana kadar tekrar tekrar doğarlar.
- Kişiyi ölüm sonrasında vicdanı yargılar, kişinin yeryüzünde yaşarken yaptıkları unutulmaz.
- Bu ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir.
- Eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır.
- Evrende kozmik yasalar işlemektedir.
- İnsanlar kaderlerini yaptıkları iyi ya da kötü hareketlerle belirler.
- İnsanlar yaşadıkları dünyayı kirletmeleri halinde dört unsurun başkaldırmasıyla karşılaşacaktır.
- Yunuslar ve arslanlar diğer hayvanlardan daha gelişmiş varlıklardır.
- KAYNAKÇA
- Hermetika, Ege Meta Yayınları
- Dharma Ansiklopedi
💢💢💢💢
Etimoloji
Terim psikhe (yaşamsal unsur, nefes, süptil beden) ve statis (tartılma) sözcüklerinden türetilmiştir. Ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yargılanması olan psikostaziye, ölümden sonraki vicdani hesaplaşma olgusunun sembolik öğelerle anlatımı da denilebilir.
Antik Mısır metinlerine göre, her ölü için söz konusu olacak “tartılma”, ilahe Maat’ın "hakikat salonu" denilen salonunda gerçekleşir. Yeraltı âleminin sorumlusu ve Ra’nın gözü sayılan Maat'ın hiyeroglifi “hakikat, adalet ve doğruluğu” simgeleyen tüydür.
Mısır Ölüler Kitabı'nda ve Antik Mısır metinlerinde Psikostazi, özetle, şöyle açıklanır:
- Ölü, “ka”sıyla (perispri) Osiris’in önüne, 42 ilahın huzuruna çıkar. Ezoterik kaynaklara ve sembolizm verilerine göre, bu 42 ilah, Osiris dini’ndeki “öldürmeyeceksin, ağlatmayacaksın! vb.” şeklinde belirtilen 42 kuralın somutlaştırılmış, kişileştirilmiş halleridir ki, burada, kişinin yeryüzünde yaşarken İlâhî Yasalar’ın gereklerine uyup uymamış olması irdelenir.[1] 13 Eylül 2006 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- Ölüler Kitabı’na göre, bir süre sonra, yeryüzünde yaşarken yapmış olduklarını görebilmesi için, ölüye hafızası ve anımsama yetisi geri verilir ve tartılma başlar.
- Bu tartılma ve yargılanma sahnesi Mısır resimlerinde, bir kefesinde ölünün kalbi, diğer kefesinde bir tüyün bulunduğu terazi ile temsil edilir. Bu tüy ve kalp sembolizminde tüy sembolü hemen hemen tüm tradisyonlarda olduğu gibi, hakikat, adalet ve doğruluğu simgeler, kalp ise dünyada yaşarken tüm yaptıklarını gözünden kaçırmamış olan manevi tanığı vicdanısimgeler. Mısır hiyeroglif yazısında kalp, ters üçgen biçimli bir vazoyla ifade edilir; "hakikat"in hiyeroglifi ise tüydür.
- Ölü, yeryüzünde yaşarken hangi fiilleri işlediğini ve hangi kuralları çiğnemediğini bir bir sayar.
- Kalp, yani vicdan Antik Mısır metinlerinde Horus’un sesinin duyulduğu yer olarak belirtilir. Birçok Antik Mısır metninde rastlanan “bir insanın kalbi onun bireysel ilahıdır” (Viyana Müzesi) ve “ey kalbimdeki Tanrı” şeklindeki ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, vicdan, tanık olmasının yanı sıra, kendisine hesap soracak olandır. Yani ölüyü yargılayacak olan, kendi içindeki ilahtır; kendi vicdanıdır. Bunu simgelemek üzere, mumyaların içinde bırakılan tek iç organ kalpti (“ab”). Antik Mısır inisiyasyonunda eğitim görmüş olduğu ileri sürülen Platon, bu aşamayı varlığın kendi kendini yargılaması olarak kabul eder.
- Ölüler Kitabı’na göre, bu yargılanma sonunda, ölü, kötü şeylerin anısını ağzından ifrazat olarak dışarıya atar. Bir diğer Mısır metnine göre ise, yargılanma sonucunda günahkar çıkan ölüler timsah başlı Ammait (Ammit) tarafından yenirler. Bu “ölü yiyiciler” sembolizmi Tibet Ölüler Kitabı’nda ve eski İran tradisyonlarında da bulunmaktadır.
- Mısır Ölüler Kitabı’na göre, daha sonra ölülerden bazıları kısa süre sonra tekrar yeryüzünde doğarlar; bazıları ise “büyük ışığa” doğru çekilirler, kendilerine bir süre rehberlik yapıldıktan sonra Osiris’in uygun görmesi halinde onlar da, tekrar yeryüzünde doğarlar.
‼️Antik Mısır’ın psikostazi kavramının bir benzerine, vaktiyle Harran Ovası’nda yaşamış bulunan Sâbiîler’de rastlanır.
Psikostazi’deki terazi bu tradisyonda Abatur’un terazisi olarak adlandırılır. (Abatur'un eski Mısır'daki çakal başlı Anubis'in bir versiyonu olduğu ileri sürülür.)
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Psikostazi
💢💢💢💢
Mısır Ölüler Kitabı, Antik Mısır cenazelerinde okunan metinleri içeren ve asıl adı Günden Dışarı Gidenler anlamına gelen Ra nu pert em hru olan kitabın, Alman bilim insanı Richard Lepsius tarafından 1842'de bu metinlerin bazı kısımlarının bir araya getirilerek oluşturulduğu kitaptır.
Kitabın; Heliopolis uyarlaması, Teb uyarlaması ve Saisuyarlaması olmak üzere üç ayrı kaynaktan uyarlanmış biçimleri bulunmaktadır. Mısır Ölüler Kitabı, Işığa Çıkarma Kitabı olarak da bilinir.

Yer yer sembolik ifadelere yer verilen kitapta özetle, ölüm olayından sonra fiziksel bedenini terk eden ruhun ka’sıyla öte-aleme (amenti, amentet) göçtüğü, burada kendisini bir hesaplaşma, bir yargılanma (psikostazi) beklediği, bu yargılanmada vicdanın rolünün çok önemli olduğu, yargılanma işleminden sonra bazı ruhların tekrar yeryüzünde doğduğu, bazı yükselmiş ruhların ise İsis ve Osiris’in hükümranlığındaki organizasyonlarda görevler aldığı anlatılır.
KÖKEN
Bilim insanlarına göre, Antik Mısır halkı tarafından kullanılan Mısır Ölüler Kitabı, ölümden sonraki yaşamda gerekli olacak bazı talimat ve yönlendirmeleri içermekteydi.
Antik Mısır'da ölümden sonraki yaşamın cenneti olarak düşünülebilecek sazlık tarlalarına ulaşmayı isteyen her Mısırlı için, bu kitap onlara yol gösteren bir kaynak olarak 18. hanedanlıktanbaşlayarak kullanılmaya başlanmıştır.
Mısır hiyeroglif yazısı, birbirinden kolaylıkla ayırt edilebilecek yüzlerce sembolden oluşur. Her işaret belli bir sesi veya nesneyi temsil eder. Bu yazı soldan sağa veya sağdan sola ya da yukarıdan aşağı yazılabilir, okumak için ölçüt sembollerdeki insan ya da hayvan figürlerinin baktıkları yöndür. Mısır hiyerogliflerinde 700'den fazla işaret bulunmaktadır.
Bu yüzden de okuma yazma oranı düşüktür. Çünkü hiyeroglif bir harf yazısı değildi. Bunlar için yazıcı adlı bir meslek vardı. Bu insanlar uzun bir eğitimden geçerlerdi. Ayrıca hiyeroglif öyle zor bir yazıydı ki sanat halini almıştı.

Kimi işaretler 1 harfe, kimileri 2, kimileri de 3 harfe bazılarıysa bir kelimeye karşılık gelir. Buna örnek olarak latin kökenli dillerde 'x' işaretinin Türkçedeki 'iks' harflerine karşılık gelmesi verilebilir. Ayrıca yazılan kelimenin anlamını güçlendiren ve tamamlayan çizimler de vardır. Mesela bastonlu adam çiziminin yaşlı kelimesini tamamlaması gibi.
Bu yazım tarzı tapınak duvarlarında ve mezarlarda görülür. Bu tarzdan başka 3 yazım tarzı daha vardır. Bunlar daha çok papirüslerde görülür.
- Hieratik: Hiyerogliflerin el yazısı hali olarak düşünülmelidir. Katipler ve rahipler tarafından kayıt tutmak için M.S. 300'e kadar kullanılmıştır.
- Demotik: Çizimlerin daha basit olduğu demotik (Yunanca demos - halk kelimesinden gelir) günlük yazışmalarda halk tarafından kullanılmıştır.
- Koptik: Hristiyan Mısırlıların (Kıpti) Yunan alfabesine yaptıkları 6 harflik ilaveyle oluşan yazı. Kıpti Kilisesi tarafından hâlâ kullanılır.
Mısır Hiyeroglif yazısı unutulduktan sonra 1799 yılında Rosetta Taşı'nın bulunması üzerine deşifre edildi. Rosetta taşı Demotik Mısır yazısı, Hieratik Mısır yazısı ve hiç unutulmamış olan Antik Yunancayla yazılmıştı.
Tılsım 125

Tılsım 125 ya da 125. Tılsım, Mısır Ölüler Kitabı'nın en çok tanınmış tılsımlarından biri olup, özet olarak ölen kişinin Osiris ve 42 yargıcı tarafından hayatında yaptıkları ile ilgili yargılanmasını içermektedir.
Ölen kişinin kalbi ile iyilik oranı Osiris, İsis, Neftis ve Anubis karşısında tartılır. Tanrı Osiriskararı verir ve tanrıça Ma'at taşıdığı doğruluk tüyü ile karşılaştırılır. Tüy hafif gelir ise bu kişinin kötülüklerinin daha ağır geldiğine delalettir ve o kişi Ammut adı verilen canlı tarafından yenilir. Eğer ölen kişinin yüreği hafif gelir ise bu da kişinin kötülüklerinin daha hafif (iyiliklerinin daha fazla) geldiğine delalettir ve kişi İsis ile birlikte cennete gider.
Bazı bilimadamlarınca Tılsım 125'te bahsedilen 42 günah ve bu günahlara ait suçsuzluk açıklamalarının (Hırsızlık yapmadım, cinayet işlemedim vs.), Musevilikteki On Emir için temel oluşturduğu öne sürülmektedir.
Kaynakça:
Mısır Ölüler Kitabı, Albert Champdor, Ruh ve Madde Yayınları.
Antik Mısır'da kayık sembolü

Semavi kayıkların tasvir edildiği süptil okyanusa Nun’dur. (Nun’un tüm kozmozda mevcut olduğu ileri sürülen “esîrî okyanus”u ifade ettiği düşünülmektedir.) Mısır tasvirlerinde psikostazi(ölüm olayı ile bedenini terk eden varlıkların yargılanması)
Öte-alemin ışıklı tarafı
Bu ölüler ışığa dönüşürler ki, Nefer-Tem ile özdeşleşenler Sirius yıldızının “yüce kapısı”na ulaşabilirler. İsis’in kudretinden alan ölülerin bir eli Göğe, bir eli de Yer’e doğru açık olur.
💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢
yaşam çiçeği sembolü
Birçok farklı kültür ve dinde yer alan bu sembolün bilinen en eski tasvirleri Mısır’daki Osiris Tapınağı’nda bulunmuştur ve en az 6000 yıl öncesine dayanmaktadır. Ayrıca son yapılan araştırmalarda da bu tasvirlerin M.Ö. 535’ten önce yapılmış olamayacağı sonucuna varılmıştır. Bu arkeolojik kazılar incelendiğinde birçok imparatorluk ve devletin bu sembolü kullanmasındaki sebep ise bu sembolü taşıyan kişinin ruhani olarak korunacağına inanılmasıdır.
İç içe geçmiş 19 adet çember ve bunların hepsini kapsayan büyük bir çemberden oluşan yaşam çiçeği sembolü evrene dair birçok sırrı içinde barındırıyor. Bu desenler evrendeki kutsal sayılan oranların çıkış noktası olarak kabul ediliyor ve kutsal geometri ile de bağdaştırılıyor.

İrlanda, Mısır, Çin, Yunanistan, Hindistan gibi ülkelerde yapılan arkeolojik kazılarda bulunan yaşam çiçeği bu sembolün etkisinin çok geçmiş yıllardan günümüze kadar sürdüğünü göstermektedir. Aynı şekilde ülkemizde de birçok yerde bulunan bu sembol Hacı Bektaş-ı Veli türbesinde bir çeşmenin üzerinde, Burdur müzesinde bir lahit kapağında ve Efes antik kentinde farklı noktalarda bulunmaktadır.
Bazı inanışlara göre evredeki her şey bu şekilden gelmektedir. Evrendeki her şey geometriktir, insanlar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, yıldızlar, güneş sistemleri yani gördüğümüz ne varsa hepsi içinde geometrik şekiller barındırır. Aynı şekilde yaratılışın da geometrik olduğuna inanılmaktadır. Buna göre çevremizdeki her şey geometrik ölçütlerle ölçülebilir. Yaratılışın şeklinin ise yaşam çiçeği sembolü olduğuna inanılan bu inanışa göre bu sembolün insanlar üzerinde çok büyük etkileri vardır.

Bu şekli çizmeye başladığınızda aslında sonsuza kadar gidebilecek bir döngünün varlığını görürüz. Bu sonsuz döngünün içinde Platon’un beş şekli ve Metatron’un küpü de bulunmakta. Bu şekiller ise kutsal geometrinin temeli sayılan şekillerdir.
Sembolün oluşması için çizilen ilk nokta ise her şeyin başlangıcı olarak görülüyor. Burada bu noktanın her şeyin başlangıcı olan tohumu, noktanın kendi etrafında genişlemesi ile oluşan daireler ve dairelerin üst üste gelmesiyle oluşan şekil ise ruhun madde ile birleşmesini temsil ediyor. Bu şekle aynı zamanda ‘vesica piscis’ de deniyor.
Burada yaşam çiçeğinin sırları hakkında kitapları bulunan bir yazar olan Drunvalo Melchizedek ‘in “Yaşam Çiçeğinin Unutulmuş Sırrı-1″ kitabından bir alıntı eklemek istiyorum.

‘Bütün evren bu kutsal küreden doğmuştur. Bu küre koşulsuz sevginin sembolüdür. Bizim DNA ve RNA mız bu holografik modelden türemiştir. Bizim hücrelerimizdeki en küçük atomik parçacığın modeli budur. Kadim Mayalar Yaradılışın matematiksel doğasını keşfettiler. Yaratılışın doğası 13 ve 20 sayılarının frekanslarını içeriyordu. 13 sayısı sembolik olarak daireyle, 20 sayısı da sembolik olarak kare ile ifade ediliyordu. Mayalarda Hunab K’u’nun sembolü daire içinde kare olarak gösteriliyordu. “Hunab K’u’nun anlamı ölçüyü ve hareketi verendir.’
Drunvalo Melchizedek, “Yaşam Çiçeğinin Unutulmuş Sırrı-1″
Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere geometrik şekiller uzun yıllardır insanları doğrudan ilgilendiren yaşamın sırrını aramakta onlara yardımcı olan şekillerdir. Yaşam sembolü çiçeğinin de bu şekillerin başlangıcı, temel noktası olarak görülmesi ona verilen anlamın çok büyük olduğunu gösterir.
Zamanla kendi çevresinde genişleyerek büyüyen daireler oluşturması aslında hayatımızdaki her şeyin içimizdeki o noktaya, yani ruhumuza bağlanarak artan enerjimizi gösteriyor. Yüzyıllar boyunca dünyanın farklı yerlerinde farklı amaçlarla hep aynı sembolün kullanılması tesadüf olamaz.
Yaşam çiçeğine bu ismin verilmesinin sebebi ise bir çiçeğe benzemesi değil. Aslında ağaçları andırdığını düşünenler de var. Ancak bunu daha iyi anlamak için şeklin nasıl olduğuna bakmak gerek.
Ben de uzun zamandır karşıma çıkan ve hakkında hiçbir fikrim olmayan bu sembolü araştırıp enerjisini hissetmek için bu sembolün kolyesini alıp takmaya başladığımdan beri yüzyıllardır insanlar için neden özel anlamlar ifade biraz da olsa tecrübe ettim. Elbette yaşam çiçeğinin anlamları burada anlamakla bitmeyecek kadar fazla. Sizler için bu konuyu ayrıntılarıyla açıkça anlatan bir video buldum. Bu sembolün sırlarını siz de merak ettiyseniz aşağıda videonun bağlantısına ulaşabilirsiniz.
Kaynakça
Drunvalo Melchizedek, “Yaşam Çiçeğinin Unutulmuş Sırrı-1″. https://www.lucky-culture.com/blogs/theluckyblog/yasamcicegi http://www.aylinsabanci.com.tr/maya_astrolojisi.php?m_id=22 https://listelist.com/yasam-cicegi-sembolu/
💢💢💢💢💢💢💢💢
Yaşam Çiçeği ve Mimar Sinan
www.yarinneolacak.net adresinden Barış Yazıcı yazısından alıntılar yapıyor ve ona bu yazı için teşekkür ediyorum.
Tarih boyunca insanlar evren ve yaşamın sırlarının bazı geometrik şekillerde görülebileceği fikri ile hareket etmişler ve bu çalışmalar kutsal geometrinin alt yapısını oluşturmuştur. Yaşam Çiçeği şablonu yaradılışın tüm geometrisini bünyesinde barındırmasından dolayı bence varılacak en son nokta olmuştur.
Yaşam çiçeği şablonunun Atlantis medeniyetinden Mısır’a geldiği varsayılmakta fakat Mısır’dan sonra bu bilgi neden kayboldu sorusuna ve bu dönemde neden tekrar ortaya çıktığına henüz yeterli cevabı verecek durumda değilim ne yazık ki.
Konumuzun Mimar Sinan’la ilgisi “49 yıl baş mimarlık görevi yapan ve 375 eseri ile tarihe adını yazdırmış bir insanın kutsal geometri üzerine çalışmamasını veya yaşam çiçeği gibi şablonları bilmemesi beklenebilir mi?” sorusu ile Mimar Sinan eserlerini araştırmam oldu.
Mesih Mehmet Paşa Cami,Kılıç Ali Paşa Cami,Süleymaniye ve en son "ustalık eserim" dediği Selimiye cami’ni gezdim hepsinin giriş kapısında yaşam çiçeğinin farklı modellerini gördüm daha önce hiç dikkat etmediğimi ve turistlerin neden saatlerce tarihi yerleri santim santim incelediğini anladım.
Mimar Sinan eserlerinin giriş kapılarına lotus çiçeği (yaşam çiçeği) şablonu koyuyordu. Ama ustalık eserim dediği Selimiye’de yaşam çiçeğinin neredeyse her formunu hatta yaşam çiçeğinden çıkan Davut Yıldızı’nı eserinin her noktasına koymuş ve sanki Leonardo da Vinci ile dalgasını geçercesine ayrı ayrı sanat eserine dönüştürmüştü.
Yanılmamıştım kendi hayatını ve eserlerini anlattığı Tezküretü’l Bünyan’da “Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbul’a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım” şeklinde anlatan, diyar diyar bilgi peşinde koşmuş bir mimarın kutsal geometriden haberinin olmaması düşünülemez zaten...
“Lotus çiçeği anlamış nedir? “Budizm’de yeniden doğuş, diriliş, arınma ya da ruhun arındırılması gibi ruhani simgelerdir.” (sembollerinde asillik ve maneviyat olarak bilinir. )
Mısır, Abydos'ta Osirian Tapınağı'ndaki bir duvarda bulunan Yaşam Çiçeği sembolü en eski örneklerden biridir. Hindistan'daki tapınakların yanı sıra Türkiye ve Yunanistan'daki dini sanatlarda bulunan yaşam çiçeği sembolü, uzun süredir meditasyonun bir parçasıdır. Birçok felsefenin ve dinin bir parçası olan bu semboller, manevi çağrışım içinde ya da sadece evreni açıklamak için tek başına bir metafor olarak kullanılmışlardır.
💢💢💢💢💢💢💢💢
“Yukarıda mavi gök,
“Aşağıda Yağız Yer yaratıldığında,
“İkisi arasında İnsanoğlu yaratılmış;
”İnsanoğlunun üzerine de,
“Atalarım, Bumın-Kağan, İstemi-Kağan, (kağan olarak) “oturmuşlar!..”
Onların ağzından dinlediğimiz bu cümlelerden de anlaşılıyor ki “Kök Tengri”, kendi kendine kutsal bir güç ve yaratıcı değildi. Onu da yaratan ve her şeyin üstünde olan bir güç vardı. Bunun için de göğe, bir renkle sıfatlandırma yolu ile, “Kök Tengri” diyorlardı.
tarihçi Süryani Mikâil, Anadolu Selçuklularının İslâmiyetten önceki tek Tanrılarından söz açarken, “Türklerin bu yüce Tanrıya Kan Tengri, yani Han Tanrı, en Yüce Tanrı dediklerini” yazıyordu. Bu deyim “Kang Tengri” şeklinde de söylenebilirdi. Çünkü eski Türkçede “Kang” sözü, baba ve en ulu ata için kullanılan bir deyimdi.
Türk Kağanları, “Tanrının elçisi” idiler:
Büyük Hun devleti Çağında “Tengri” sözü, yalnız başına, Çinlilerin en kutsal gücünü ifade eden “Tien” deyimini karşılıyordu. Çin imparatoru da, “Göğün ve Tanrının oğlu” idi. Bunun gibi, Büyük Hun İmparatorluğunun meşhur Hükümdarı Maotun (Mete)’nin unvanı da, “Tengri’nin oğlu” idi. Bu deyimler, Çin’de de zamnala değişikliklere uğramıştı. Çin imparatorları Göktürk kağanlarına yazdıkları mektuplarında onlara artık “Kutsal Kağan” demeğe başlamışlardı. Bu yolla, meselâ meşhur Göktürk Kağan’ı İşbara (saha-po-lüeh) Kağan’ın unvanına bir Tanrı sıfatı da, eklenmiş oluyordu.
Türkler başlangıçta Tanrı sözünü, yalnızca yaratan tek Tanrı için kullanırlardı. Sonradan anlamını genişletmiş ve her türlü kutsal ve büyük şeyler için söylemeğe başlamışlardı.
Bu konuda Kaşgarlı Mahmud şöyle diyordu:
“Kâfirler göğe Tengri derlerdi. Yine bu adamlar, büyük bir dağ, büyük bir ağaç v.s. gibi, gözlerine büyük görünen şeylere de, hep Tengri adını verirlerdi. Bu yüzden de bu gibi şeylere tapınır ve secde ederlerdi. Yine bu kimseler, bilgin insanlar da Tengrigen adını verirlerdi”.
Bu kitabın birçok yerlerinde sık sık söylediğimiz gibi Türklerde, sağlam prensiplere dayanan bir “devlet dini” vardı. Büyük devletler yaşadıkça bu değişmez prensipler her şeye hâkim oluyor ve devlet dağılınca da, halk yine kendi bildiğine devam ediyordu.
Uygurların Mani ve Buda dinlerini kabul etmeleri ile, durum büsbütün değişti. Bu dinlerin birçok tanrıları varıd. Bu sebeple her kutsal şeye Tanrı denmeğe başlandı. Hatta öyle bir hale geldi ki, hürmet edilen bir yengeye bile, saygı ifadesi olarak, “Tengrim” sözü kullanıldı.
“Eski Türklerin yüce ve tek Tanrısı, İslâmiyetteki ‘Allah’ gibi mücerret ve şekilsiz bir güçtü”:
Hatta Altay Şamanizminde bile, göğün katlarının resmi yapıldığı halde, Tanrının şekli çizelemiyordu. Düşünmeliyiz ki Şamanizm, Türk dininin en dejenere olmuş bir tipidir.
“Türkler göğün yaratılışı hakkında, İslâmiyetten önce ve sonra, pek ayrı düşünmemişlerdi”:
Eski Bektaşî şairlerinden Âşık Hasan‘ın aşağıdaki şiiri, İslâmiyetin ana düşüncelerine ne kadar uygun ise, eski Türk düşünce düzenine de o kadar uygundur:
“Yerlerin göklerin binasın düzen,
“Ak üstünde kara yazılar yazan,
“Engûr şerbetini Kırklara ezen,
“Hünkâr Hacı Bektaş Alî kendidir!”
Başka bir Türk şairi Azmî Baba da aynı fikri, daha başka türlü anlatıyordu:
“Yeri göğü, insü cinni yarattın,
“Sen ey mimarbaşı, eyvancı mısın?
“Ayı, günü, çarhı, burcu varettin,
“Ey mekân sahibi!… Rahşaneı mısın?
Göktürk yazıtlarında da Tanrı güç verir, Tanrı kut, yani şans ve devlet verir, yanılanları yok eder ama; bütün bunları yapan Tanrının nasıl ve kim olduğundan da söz açılmazdı.
Tanrı’nın şekli yoktu:
“Tanrı kendine benzerdi”: Göktürk yazıtlarında “Tengri-teg Tengri” diye bir deyim geçer. Bu deyim, şimdiye kadar “Göğe benzer gök” diye tercüme edilmiş ve böylece açıklanmıştır. Buradaki Tanrının gök olabilmesi için ona Kök Tengri denmesi gerekirdi. Bu sebeple biz bu deyimi, şimdiye kadar hep, “Tanrıya benzer Tanrı” diye açıkladık. Bu, bir nevi, İslâmiyetteki “Vâci. Ül-Vücud” nazariye ve tefsirinin karşılığı idi.
Yukarıdaki eski türkçe cümle de, Tanrının şeklini soranlara böyle bir cevap veriyordu. Yahut da Tanrı, “Göğün maviliği ve sonsuzluğu” gibidir. Bu durumda da şahıs ve şekil bahis konusu değildi ve İslâmiyetin Allah’ından başka bir şeye benzetilmezdi. Dede Korkut Kitabında, Deli Dumru’un Tanrı için söylediği sözler de, bir nevi Göktürk yazıtlarının bir devamı gibidir. Konumuzu Deli Dumrul‘un sözleri ile bitirelim:
“Yücelerden yücesin!
“Kimse bilmez nicesin!
“Görklü Tanrı!”
Tanrı, “Yokluk” demek değildi:
“Zaman ne mekân” prensipleri üzerinde ayrı bölümlerimizde durmuştuk. Yunus Emre derin bir Mutassavvıftır. Onun fikirlerinde, eski Türk halk inançlarını bulmak biraz zordur. Aşağıdaki şiirinde, yer ve göğün yaratılışını, yine Türk halk deyimleri; fakat “Vahdeti vücûd” nazariyesinin fikri içinde anlatır:
“Yere göğe bünyad uran,
“Irılmadan kayyım duram,
“Denizlere göl çağıran,
“Adım Yunus, umman benim!”
Mustasavvıflara göre yer gök yaratılmadan önce “adem”, yani “Yokluk” vardı. İnsan ruhu, yokluktan geçerek bugünkü hale geldi. Altay mitolojisinde, yaratılıştan önce, uçsuz bucaksız bir “Okyanus” vardı. İran mitolojisinde ise, bir esir (Aether) her tarafı kaplıyordu. Altay ve İran mitolojisinde dünya yokluktan “Ex-nihilo” varolmamıştı. Bununla beraber tasavvuftaki “ademiyet” de büsbütün yokluk demek değildi. İşte yine Azmî Baba‘nın bir şiiri:
“Bu âlemi ekvan yaratılmadan,
“Evvel yokken, vara uğradım geldim!
“Onsekiz bin âlem, dünya boğiken,
“Kâmildeki nura uğradım geldim!”
Bütün bunlar da bize gösteriyor ki, ister Şamanizm’de, isterse İslâmiyet veya tasavvufta olsun, insanlığın birleştiği bazı müşterek düşünceler vardır.
Türklerin, gökle beraber insanlığa da önem vermeleri:
Şamanist Altay Türklerinin “Yaratılış destanları”nı ayrı bir bölümümüzde inceleyeceğiz. Bu destanlara, birçok dış tesirler sızmıştı. Aynı zamanda, eski Türk düşüncesi de, bu destanlarda oldukça dejenere edilmişti. Bu bölümümüzde bizi ilgliendiren konular, daha çok büyük devletler kurmuş ve yüksek bir içtimai seviyeye erişmiş Türklerle ilgili meselelerdir.
Türk mitolojisi gökle yere büyük bir önem vermişti. Bunların yanında üçüncü olarak, çok önemli bir eleman da vardı ki, o da insanlık (Hümanitas) idi. Eski Türkler, bu üçüncü ve en önemli unsura, “Kişi oğlu” diyorlardı. Türklere göre insanlık, İran ve Hint mitolojisinde olduğu gibi Tanrının tecrübe ve hatta eğlenmek için yarattığı canlılar değildi. İnsanlar, Önasya mitolojilerinde olduğu gibi, cennetten kovulmuş ve cezalandırılmış günahkârlar da değillerdi. Eski Türklerde, Mani dininde veya Altay yaratılış destanlarında olduğu gibi, zayıf, korkak, âciz ve iradeleri ellerinden alınmış insanlar da yoktu. Türklerde, ve Yunan mitolojisinde olduğu gibi “Kadın, erkek”, “Okeanus” ve “Tethys” gibi Tanrılar, ne de Hint, İran ve Yunanistan’daki gibi ateş, su, toprak ve hava gibi unsurlar görülürdü.
“Göktürk yazıtları, her türlü mistisizmden uzak, gerçekçi büyük bir devlet mitolojisini, bütün açıklığı ile bize veriyorlardı”:
Elbette ki bu çağda da, böyle Türk destanlarını anlatan ozanlar ile türlü kutsal şeylerden söz açıp törenler yapan, fal açan, hasta iyileştirmek isteyen Şamanlar da vardı. Fakat bunların devlet düzenindeki tesirler azdı. Devlet içinde “Baş Rahip” (Pontifex maximum), kağan ve hükümdardı. Tanrıya karşı mes’ul olan, o idi.
Büyük Hun devletinden beri din törenlerinde hükümdarların başkanlık etmesinin nedenini bunlar da aramak lâzımdır. Yavuz Sultan Selim’i Halife olmağa zorlayan sebepler, Ortaasya Türk devletlerinde çoktan denenmiş ve gereği yerine getirilmişti. “Devlet içinde tek otorite prensibi”, Türk ictiami teşkilâtının temel düzenini teşkil ederdi.
“Türk Kağanlığı”, yer ve gökle beraber yaratılmıştı:
Türkler, Güney ve Önasya mitolojilerinde olduğu gibi ateş, su, toprak v.s. gibi cansız şeylere değil; gök, yer gibi büyük varlıklarla, insanlığa önem vermişlerdi. Bu duruma göre Türk mitolojisinin “Dört elemanı” şöyle sıralanabilirdi:
1. “Gök”,
2. “Yer”
3. “İnsanlık” (Kişi oğlu),
4. “Devlet”: Türk Kağanı.
Tanrının yarattığı ve izin verdiği başlıca dört şey, bunlar idi. Genel olarak büyük devletler kuruldukça, mitolojilerde değişikliklere uğruyor ve bu yeni devlet düzenine uyuyorlardı. Büyük İskender ile Yunanistan; Serhas (Xerxes)’le de İran miitolojileri, bu hükümdarların devlet düzenlerine uyma zorunda kalmışlardı. Elbette ki Türk devleti düzeni ile mitolojisine dışarıdan hiçbir tesir girmemiştir, denemezdi. Ama az sonra da göstereceğimiz gibi, Ortaasya’lılarla Doğu Cermenlerin gök dini ile sosyal düzenleri, atlı göçebelerin yaşama ortamlarına göre doğmuş ve gelişmiş bir sistemdi. Türklerden söz açılırken, hatırdan bir an bile çıkarılmaması gereken önemli nokta işte şudur.
“Tanrı, yer ve gökle beraber insanlık ile Türk Hakanını da yaratmıştı”. Buna benzer düşüncelere, Güney Sibirya’da türk halklarının, mitolojilerinde de rastlıyoruz. Meselâ Ak-Han adlı bir Han, yanındaki adamına şöyle diyordu:
“- Gökler yer yaratıldığında ben de vardım”.
Gerçi Ak-Han bu sözü, hükümdarlığının ve devletinin eksikliğini göstermek için söylemişti. Fakat ne de olsa bu da, eski bir zihniyetin bize kadar gelen bir yankısı idi. Manas destanında, Alman-Bet bölümüne geçilirken de şöyle deniyordu:
“Yer, yer olduğunda; su, su olduğunda;
“Altı atanın oğulları kâfirler; üç atanın oğulları müslümanlar da vardı…”
Bu da bir masal tekerlemesidir. Fakat, insanoğlu ile ilgili olayların yer ve suyun yaratılışı ile birlikte başlaması, elbetteki üzerinde durulacak önemli bir noktadır.
Kaynak: Bahaeddin Ögel
Göktürk İnançları ve Mitolojisi
Gök Tanrı dininde önemli unsurlardan biri tabiata saygıdır. Tabiata saygılarını göstermek için kıyafetlerinden bir barça koparıp ağaçlara bağlarlar.

GÖKTÜRK YAZITLARI-ORHUN ABİDELERİ-KÖKTÜRK YAZITLARI
SONER HOCA İLE TÜRKÇE / EDEBİYAT
💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢💢
TENGRİCİLİK DİN DEĞİL, KÜLTÜRDÜR.
Prof. Dr. Nurullah Çetin
*Din ve Kültür Kavramları
Öncelikle şunu belirtelim. Din, Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara hayat kılavuzu olarak gönderilen düşünüş, duyuş ve yaşayış sistemidir. İlk insan Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar pek çok peygamber geldi. Din, insan katkısı olmayan, tamamen Allah kaynaklı kutsal bir mesajdır.
Kültür ise insanlar tarafından üretilen somut ve soyut, maddi ve manevi değerler, kurumlar, ürünler, düşünceler, duygular, yaşantılar, nesneler toplamıdır. Yani kültür insan kaynaklıdır.
Ancak İslam öncesi dinler, ilk geldikleri gibi saf, gerçek haliyle kalmamıştır. Allah’tan gelen saf din, zamanla insanlar tarafından bozulmuş, eklemeler çıkarmalar yapılmış ve insan üretimi bir kültüre dönüşmüştür. İslam ise geldiği gibi duran, bozulmayan, insan müdahalesi olmayan yani kültüre dönüştürülemeyen tek Hak dindir.
*Tengricilik Nedir?
Kur’an’da “Andolsun ki biz her ümmete, ‘Allah’a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının’ diye bir peygamber gönderdik.”(Nahl, 36) ayetiyle belirtildiği gibi tarih boyunca her millete peygamber geldi. Buna göre elbette vaktiyle Türk milletine de bir din ve peygamber gelmiştir. Muhtemelen Tengricilik denilen din de biz Türklere vaktiyle gelen sahih, gerçek bir dindi. Bu dinin peygamberi, kitabı vs var idi.
Ama zamanla bozuldu, değişti, başkalaştı, peygamberi ve kitabı kayboldu ve geriye bugün bazı ilkeler, düşünceler, motifler halinde kalmıştır. Aslında onda din olarak pek bir şey de yoktur. Artık bugün Tengricilik dini, bilinen anlamıyla ilahî bir din olmaktan çıkmış, insan tarafından başkalaştırılarak beşerî bir kültüre dönüşmüştür.
Tengricilik, peygamberi, kitabı, mabedi, kuralları, kurumları olmayan, salt bir inanıştan ibaret ve bazı ahlaki ilkeleri olan bir inanca ve kültüre dönüştü. Yani bugün itibariyle Tengricilik, Türklerin dini değil, kültürüdür.
*Türklere Tengriciliği Din Olarak Dayatma
Son dönemlerde hem Orta Asya Türkleri, hem Anadolu Türkleri arasında Türk görünen, ama aslında karanlık odak mensupları, çok sinsi bir proje başlattılar. O da Türkçü ve milliyetçi Türk gençlerini İslam’dan soğutmak ve onları ya ateist, ya deist yapmak ya da Tengricilik dini dedikleri bir kültüre yöneltmek ve bu kültürü onlara din diye sunmak. Bu çerçevede Tengricilik’i bir Türk deizmi olarak inşa ve ihya etmeye çalışıyorlar.
Böyle bir proje sonucu bugün Tengricilik, Türkçü gençlik arasında, bazı cemaat, tarikat ve siyasi İslamcıların gerçek İslam’a uymayan, İslam dışı sapma olarak değerlendirebileceğimiz düşünce ve uygulamalarına tepki olarak, bir karşı çıkış argümanı olarak ileri sürülüyor. Yani gizli ve sinsi bazı odaklar, İslam düşmanlığını, çarpık İslamcılar üzerinden ortaya koyuyorlar.
İslam düşmanlığını İslam’ın asıl kaynakları olan Kur’an ve Hz.Muhammed üzerinden yapamıyorlar, onun yerine İslam’ı yanlış temsil eden uyduruk İslamcılar üzerinden sergiliyorlar. Bu düşmanlığı da ya deizme, ya ateizme, ya da Tengriciliğe kanalize ediyorlar.
Yani Türkçü gençliğe diyorlar ki: “Cemaatlere, tarikatlara, İslamcı siyasetçilere bakın, buradan hareketle İslam’ın nasıl kötü bir din olduğunu görün ve İslam’ı bırakın. Onu yerine ya ateist, ya deist olun ya da Tengricilik dinine girin.”
Amaçları Türkçü ve milliyetçi gençleri Türk-İslam sentezinden uzaklaştırmak, İslamsız bir Türkçülük üretmek, seküler bir Türk milliyetçiliğini yaymak.
Ayrıca bu karanlık odaklar, Tengricilik’i Şamanizmle karıştırıp bulamaç ederek buradan bir din üretmeye çalışıyorlar. Şamanizm aslında bir din değil, bir gelenektir, kültürdür, folklordür, sadece Türklere has değil, başka milletlerde de, dünyanın pek çok yerinde ilkel kabilelerde görülen bir nevi büyücülüktür. Bu, Türklere özgü olmamakla birlikte, Türkler arasında da yayılmış ve Tengricilik dini bozulup beşerî bir kültüre dönüşünce Şamanizmle de karışmıştır.
Tengriciliği bir din olarak lanse edip yaymaya çalışanlar, tepkisel bir zemin ürettiler. Buna göre İslam’ı Arapların dini olarak sunmaya çalışıyorlar. Bunlara göre İslam, Arap dinidir, Türklerin dini değildir, Türklerin dini Tengricilik dinidir. O halde Türkler, Arap dini olan İslam’ı bırakmalı, Türk dini olan Tengricilik’e girmelidir. Yani dinleri evrensel değil, millî hatta kavmî, ırkî, etnik birer olgu olarak göstermeye çalışıyorlar.
Halbuki İslam, sadece Arap ırkına değil, bütün âlemlere, bütün insanlara gelmiş evrensel bir dindir. İslam Arap dini değil, Rab dinidir. Elbette bir topluluğa ve o topluluğun dili ile gelecekti. Başka türlüsü de olamaz. İnsanlar anlasınlar diye dillerden biriyle inecekti. Son din İslam da Araplara Arapça olarak indi ama sadece Araplarla sınırlı bir din olmayıp bütün insanlara hitap eden bir din olduğunu, bu dinin peygamberinin sadece Araplara değil, bütün insanlara gönderildiğini zaten Kur’an belirtiyor. Ayet öyle: ”Resûlüm! Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)
Şimdi Türkçü gençlere bir din olarak sunulan ve İslam karşısında bir seçenek olarak önerilen Tengricilik dinine bakalım.
*Tengricilik Dininin (Kültürünün) Kaynakları
M.Ö. 5.yüzyıla kadar varlığı tespit edilebilen Kök Tengri, Gök Tanrı ya da Tengricilik dininin başlıca yazılı kaynakları, Orhun Abideleri, 6.asra ait olduğu tahmin edilen Yenisey yazıtları ve bazı eski Çin yıllıklarıdır.
Tengricilik Dininin (Kültürünün) İlke ve Özellikleri
Bugün Tengricilik kültürünün din diye ileri sürülen bazı özelliklerini inceleyelim. Bu ilkeleri verirken aynı zamanda akla ve İslam’a göre eleştirel bir tutum takınacağız.
*Tek Tanrı İnancı Meselesi:
Tengricilik gündeme geldiğinde genellikle eski Türk dininin tek tanrılı olduğu ve bu yüzden bizim tek tanrılı İslam’a kolayca girdiğimiz söylenir ki bu yanlıştır. Eski Türk dini çok tanrılıdır. Ancak bütün tanrıların üstünde tek bir Kök Tanrı’ya inanırlar. Nitekim Abdülkadir İnan şöyle der:
“Eski Türk panteonunda birçok tengriler bulunmuştur. İlk büyük Türk İmparatorluğu devrinden sonra bu panteondaki tanrıların en büyüğü Gök Tanrı olduğuna inanılmıştır. Bu büyük Tanrı Türk hakanlığına giren bütün muhtelif uluslar için müşterek kült olmuştur. Orta Asya’da devlet kuran sülalelerin hepsinde Gök Tanrı kültünün bulunduğunu Çin kaynakları tespit etmişlerdir. M.Ö.2. asırda büyük İmparatorluk kuran Hun Türklerinin Gök Tanrıya inandıklarına dair Çin kaynaklarında haberler vardır.”
Tengricilik dininin ana kaynağı olan Orhun Abidelerinde şöyle bir ifade var: “Üze tengri, asra yer yarlıkkadug üçün” yani “Yukarıda Tanrı, aşağıda yer irade ettiği, bahşettiği için”
Burada gökyüzünde ayrı, yeryüzünde ayrı irade sahibi iki farklı Tanrının varlığından söz edilir.
Ayrıca şu ifadelere bakalım: “Geleni cesur değildi, duymadı. Tanrı, Umay ilahe, mukaddes yer, su üzerine çöküverdi her halde.”
Yani Tanrı, Umay ve Mukaddes Yer-Su ruhlarının Türklere yardım ettiklerinden söz eder. Umay, koruyucu dişi Tanrıçadır. Yer-su ise Türklerin koruyucu ruhları, tabiatı koruyan ruhlardır. Mukaddes Yer-Su ruhları Gök Türklerin mukadderatını idare ediyorlardı.
Tengriciliğe göre Kök Tengri, aynı zamanda Tengri tarafından yaratılmış olan maddî göktür.
Gökyüzünü Tanrılaştıranlardan biri de azılı Türk düşmanı Firdevsi. Şöyle diyor:
“Göğ Allah’tır!
“Şu hızla dönen göğe iyice bak. Dert de ondan gelir derman da. Zaman onu yıpratamaz; ne zahmetten üzülür ne rahatlıktan ferahlar. Ne böyle dönmekte geri kalır, ne de bizim gibi sonunda yok okur. Artıklığı da eksikliği de ondan bil. İyi olsun, kötü olsun, onca gizli hiçbir şey yoktur.”
Tengricilik dininde çelişkiler vardır. Bu doğaldır. Zira Kök Tanrı dini ilk geldiği zamanlarda elbette muhtemelen sahih, gerçek bir dindi ama zamanla bozuldu, asıl kimliğini, özelliğini, ilkelerini kaybetti, unutuldu, değişti ve bugün bir kültüre dönüştü. Artık o bir din değil; beşerî bir kültürdür. Mesela çok tanrılı bir anlayışı ifade eden, tabiatın değişik unsurlarına dağıtılmış koruyucu Tanrısal ruhlara inanılır.
Hatta her çadırın bir tanrısı vardı. Ocak tanrısı, dağ, ağaç, kaya, güneş, ay Tanrıları vardı.
Ayrıca Kök Tanrı dininde yer ve suların Tanrısal ruhları vardır. Bu ruhlar Türkleri korur. Bu ilke akla, mantığa ve İslam’a uymaz. Zira yerlerin, göklerin, suların, denizlerin, dağların vs. ayrı ayrı Tanrısı olmaz. Tanrı tektir, o da Allah’tır. Tek olan Tanrı, yere de, suya da, her şeye hâkimdir. Yerlerin, suların vs ayrı ayrı tanrısı olsa, bu akla uygun değildir. Zira anlaşamazlar, çatışırlar. Bir yerde idareci tek olur; iki, üç olursa idarede anlaşmazlık çıkar. Birinin şöyle olacak dediğine öteki, hayır böyle olacak der, düzen kurulamaz. Nitekim Eski Yunan mitolojisinde birçok tanrı vardır ama anlaşamazlar ve hepsi birbiriyle kavgalıdır. Eski Yunan mitolojisi bu kavgaların, anlaşmazlıkların, çatışmaların hikâyeleridir. Mesela birisi insanlara kutsal ateşi verelim derken, öteki hayır vermeyelim der.
Ancak gerçek tabiatta, dünyada, evrende bir çatışma, zıtlaşma, farklı farklı işleyişlerin çatışmasını görmüyoruz. Evrenin kuruluşunda ve işleyişinde tam bir ahenk ve uyum görüyoruz. O halde evrenin idaresi tek bir Tanrının idaresindedir. O da Allah’tır.
*Gökte Doğma, Gökyüzünün Mitoloji İlham Etmesi:
Tengricilik dininin ana kaynaklarından biri olan Orhun Abideleri’nde şöyle bir ifade var: “Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum” . Yani “Ben Gök’te doğdum” diyor. Bu doğru değildir. Böyle bir şey olmaz. Bütün insanlar yerde doğdu, biz Türkler de, Bilge Kağan da yerde doğduk.
Ayrıca Tanrı gökte olmaz, gökte oturmaz. Tanrı her yerdedir. Daha doğrusu Tanrı, yarattığı bir mekânda durmaz, oraya hapsolmaz, somut bir mekânla sınırlı değildir. Gerçek Tanrı, mekândan münezzehtir yani mekânlar üstünde ve ötesindedir. Zira mekânı yaratan da odur. Tanrı, yarattığı bir nesneye bağlı kalamaz.
Eski Türklerde insan ölünce, öldü yerine uçtu derlerdi. Yani ruhu gökyüzüne uçtu manasında. Bundan dolayı cennete uçmak denir. Cennet de gökyüzü ile sınırlandırılamaz.
Tengricilik kültüründe gökyüzü, insanlara mitoloji ilham eder. Gökyüzüne bakıp bakıp hayal kurarlar ve hayallerini sanata, simgelere, öykülere dönüştürürler. Bunlara büyü, ritüel, mitoloji gibi adlar verilir ve bunlardan bazen de din üretilir. Kişi, gökyüzüne bakarak evreni anlamaya çalışır. Ancak gerçekliğe dayalı, bilimsel bilgiden yoksun olduğu için anlamayı ve anlamlandırmayı efsanelerle, hayalî kurgularla, uydurma sebeplere bağlayarak yorumlamaya çalışır.
Evreni anlama çabası, onu bir yaratıcıya, Tanrıya götürür. Bu Tanrıya bir isim verir. Evrenin olağanüstü yapısında, tam olarak anlaşılamayan sırlarında Tanrısal enerjiyi sezer. Bunlar doğru değildir ya da insanı hakikate götürmez. İslam ise akıl ve bilim dinidir. Gökyüzünü, yeryüzünü ve içindekileri akılla, bilimle anlamayı ve anlamlandırmayı öğütler. Şu alttaki ayete bakalım:
“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz.”(Rahman, 33).
Bu iş bilim ve teknoloji ile olacaktır.
*Tabiat Unsurlarına Tanrılar Uydurma:
Eski Türkler, eski Yunanlılar gibi Güneş, Ay, yıldız, deniz, ateş, yanardağ, fırtına gibi tabiatın değişik unsurlarında gizli güçler olduğuna inanmışlar, bunlara ya aşırı derecede saygı duymuşlar ya da aşırı derecede korkmuşlar, onları, saygı ve korku duygularını uydurdukları sanal tanrı figürleriyle sembolleştirmişlerdir.
Bu durum, aslında Eski Yunan Mitolojisiyle benzerlik gösteriyor. Eski Yunalılar da anlayamadıkları, açıklayamadıkları tabiatın değişik unsur, olgu, durum ve olayları için ayrı ayrı Tanrılar uydurmuşlardı.
Eski Türkler de tabiatın değişik unsurlarında kutsal ruhlar olduğuna inanmışlar, ama bunları eski Yunanlılar gibi insan şeklinde ya da başka şekillerde putlarla sembolleştirmemişlerdir. Sadece soyut anlamda ruh olarak inanmakla yetinmişler.
Tengricilik dininde tabiatı sevmek ve korumak ibadettir. Bu ilke doğrudur, iyidir, güzeldir. Gök Tanrı dininin ilk indiği ve bozulmadığı zamanlardan kalma bir ilkedir. Bugün ise tabiatı sevmek ve saymak çevrecilik ve doğaseverlik kültüründen ibarettir. Yani tabiat sevgisi ve saygısı evrensel bir kültür ögesidir. Bundan bir din çıkmaz.
Ama bu husus, İslam’da daha açıklayıcı ve gelişmiş haliyle zaten vardır: Ayetler şöyle: “Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların yaptığı hatalar yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönsünler diye Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır.” (Rûm, 41)
“Göğü Allah yükseltti ve mizanı O koydu, sakın dengeyi bozmayınız!” buyurur. (Rahmân, 7-8)
Tengricilikte tabiata saygı motifi, bir bakıma panteizm (tüm tanrıcılık) anlayışına da benziyor. Yani somut nesnelerde, varlıklarda Tanrısal ruhun gizlendiği, dolayısıyla onların tanrılaştığı söylemi. Nitekim 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud, ta o zaman bile yakından tanıdığı, iç içe yaşadığı Tengricileri kâfir olarak nitelendirmiş ve şöyle yazmış: ”Yere batası kâfirler göğe, Tengri derler. Yine bu adamlar, büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her şeye, Tengri derler. Bu yüzden, bu gibi şeylere yükünürler (secde ederler). Yine bunlar, bilgin kimseye, Tenrigen derler. Bunların sapıklıklarından Tanrıya sığınırız.” (Divanü Lügati’t-Türk, C.III, çev. Besim Atalay, TDK Yayınları, Ankara, 1922,s.377)
Yani dağ, büyük ağaç gibi tabiatın iri unsurlarında tanrısal bir ruhun sinmiş olduğunu zannediyor, dolayısıyla onlara Tengri diyorlardı. Böyle bir düşünüş sahih bir din değil, ancak beşerî bir inançtır, Pantezimdir, paganizmdir, politeizmdir. Onun için Türk gençlerine dayatılan tengricilik dini din değildir. Bunu dayatanların kendileri de bilir bunu, ama amaçları Türk gençliğini İslam’dan uzaklaştırmak olduğu için bu işleri pazarlamada ustadırlar.
*Ata Ruhlarına Saygı Motifi:
Tengricilikte ölmüş ata ruhlarına saygı duyulur, onlar için kurbanlar kesilir, onlardan medet umulur, ata ruhları kutsallaştırılır. Çünkü ataların, öldükten sonra da ruhları kanalıyla aile üyelerini korumaya devam ettiğine inanılır.
Ataların kutlu ruhlarından aracılık etmeleri istenir. Bu yüzden atalar da bir bakıma kutsallaştırılır ve saygı duyulur. Bu iş, ata türbelerine tapınmaya, türbelerden dilekte bulunmaya kadar gitti.
Bu ilke, akla mantığa uygun değildir. Ölü ata ruhlarından medet ummak, yardım beklemek ya da onların koruduklarına inanmak, akla mantığa uygun değildir. Zira ölü insanın artık kendisine bile faydası kalmamıştır. Ölüler dirileri koruyamaz. Kur’an’da bu mesele şöyle açıklanır:
“Ey insanlar! Rabbinizden sakının ve bir günden korkun ki, baba çocuğuna hiçbir fayda veremez. Çocuk da babasına hiçbir şeyle fayda sağlayacak değildir.” (Lokman, 33)
Ayrıca atalara kayıtsız şartsız saygı duyulmaz. Ataların iyiliklerine, güzelliklerine, olumlu, faydalı değerlerine saygı duyulur. Atalar yanlış, kötü, çirkin, zararlı işler yaptıysa, kötü bir miras bıraktıysa o olumsuz değerlere de mi saygı duyacağız? Bunun akılla mantıkla bağdaşır bir yanı yok. Mutlak anlamda atalar kültü, bilimsel akla aykırıdır.
İslam bu meseleyi en güzel şekilde şöyle ortaya koymuş: “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine tabi olun!’ dendiği zaman: ‘Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa, onun ardınca gideriz.’ diyorlar. Ya şeytan onları cehennem azabına çağırıyor idiyse de mi onlara uyacaklar?” (Lokman, 21)
Ayrıca eski Türkler, ölen kişilerin dünyadaki kıymetli eşyalarını, silahlarını, altın ve gümüş eşyalarını da hatta atlarını da öte dünyada kullanırlar diye birlikte gömüyorlardı. Bunu da akla mantığa uygun bir tarafı yok. İslam da zaten bunu reddediyor. Nitekim Kur’an’da bu mesele şöyle belirtilmiş:
“İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Halbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.” (Al-i İmran, 14)
*İnsanı Tanrılaştırma:
Tengricilikte insanlar Tengri’nin çocuklarıdır. Hakana ‘gök oğlu’ denir. Yani ‘Tengri teg, Tengri yaratmış’ ifadelerine göre Tengri’ye benzerdir. Orhun Abidelerinde şöyle bir ifade yer alır: “Tanrı gibi Tanrı yaratmış Türk Bilge Kağanı” İnsanı Tanrılaştırma ya da benzetme anlayışı bugünkü bozuk Hristiyanlıkta da var. İsa’yı Tanrının oğlu olarak nitelendirirler. Halbuki Tanrı ayrıdır, insan ayrıdır. Tanrı yaratıcı, insan ise yaratılmıştır. İnsan hiçbir zaman Tanrı olamaz, Tanrıya benzeyemez. Bu akla mantığa aykırıdır. İslam’da Allah doğmamış ve doğurmamıştır. Nitekim ayet şöyle: “Allah, doğurmamış ve doğmamıştır.” (İhlas, 3)
*Tanrıyı Millîleştirme:
Tanrı evrenseldir yani bir ırka, bir millete, bir topluluğa ait değil; bütün insanlığa, bütün varlığa aittir. Yani Tanrı, herkesin, her varlığın, her zamanın, her mekânın tanrısıdır. Türk tanrısı, Arap tanrısı, İngiliz Tanrısı olmaz. Yani Türkleri bir Tanrı, Arapları, İngilizleri başka bir Tanrı yaratmış değildir. Yahudiler Yahudiliği, İngilizler Anglikanizmi millî din haline getirdiler. Millî din icat eden başka topluluklar da var.
Tengricilikte de Tanrı millîleştirilmiştir ve doğru değildir. Nitekim Orhun Abideleri’nde şöyle bir ifade var: ”Yukarıda Türk Tanrısı, Türk mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş.”
Orhun Abidelerine göre Hakan, Türklere Tanrı tarafından verilmiştir. Tanrı Türklerle özel olarak ilgilenmekte, Tanrının atadığı Hakana uyulmadığı zaman ceza olarak Tanrı tarafından perişanlığa sürüklenmektedir. Gök Türk hakanları Bumin ve İstemi, Tanrı tarafından tahta çıkarılmıştır. Tanrı Türklere savaşlarda zafer verir, Tanrı hakana kut yani iktidar bağışlar. Yani Türklere özgü özel bir Tanrı tasavvuru var.
Tengriciler oraya buraya “Tengri biz menen” (Tanrı bizimle) cümlesini yazıyorlar. Burada kastedilen Tengricilik dininin Tanrısı, Türkleri Türk oldukları için kayırmakta, korumaktadır. Bugün de yaygın olarak kullanılan “Tanrı Türk’ü korusun” sözü bu anlayıştan gelir ve doğru değildir.
*Tanrıyı Mekanla İlişkilendirme:
Tengricilikte Tengri, sonsuz gökleri kapsayan bir varlıktır. Yani gökte olduğu tasavvur edilir, Tanrının bir mekânda bulunduğu kabul edilir.
Gök çadırı içinde olan güneş, ay ve yıldızlar yeryüzünü aydınlatırlar ve kötülüklerin anası olan karanlığı kovarlar. Bu yüzden kutsal olarak kabul edilirler. Gök Tanrı ‘Göğün Tanrısı, yukarıda bulunan, yeri, göğü ve insanı yaratan Tengri’ demektir. Eski Türklere göre Tengri yukarıda, göğün en üstündedir.
Halbuki Tanrı, kendi yarattığı mekanda olursa o zaman Tanrı olmaz. Tanrı olmanın özelliklerinden biri de görünen, bilinen, fiziksel mekânda oturduğu varsayımının imkânsızlığıdır. Zira mekân, yaratılmış bir şeydir, başlangıcı ve sonu vardır. Halbuki Tanrının başlangıcı ve sonu yok. Başlangıcı olmayan bir Tanrının bir zaman sonra yaratılan bir mekâna ait düşünülmesinin akla mantığa uyar tarafı yok.
Gökyüzü denilen mekânın yaratıldığı bir tarih, bir başlangıç zamanı var. O halde gökyüzü yaratılmadan önce Tanrı nerede duruyordu? Buna cevap verilemez. Yani Tanrı mekânla ilişkilendirilemez. Nitekim bu meselede en geçekçi inanç İslam inancıdır. Zira İslam’da Allah mekândan münezzehtir, bir mekâna bağlı değildir. Nitekim ayetler şöyle:
“Allah her şeyi kuşatmıştır.” (Nisa, 126)
“Allah Arşa istiva edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid, 4)
“Doğu da Batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115)
*Puta Tapıcılık:
Tengricilikte putçuluğun olmadığı da söylenir ki bu da doğru değildir. Nitekim M.Ö. 121. yılda yapılan bir savaşta Çinliler bir Hun prensini yenerek karargâhını ele geçirmişler. Aldıkları ganimetler arasında bir altın put da vardır. Çin vak’anüvisinin verdiği bilgiye göre Hun prensi bu putun karşısında Gök-Tanrıya kurban sunardı.
Çin kaynaklarına göre Gök Türkler “Tanrılarının suretlerini, keçeden yaparlar ve deri torba içinde muhafaza ederlerdi. Bu suretleri iç yağıyla yağlarlar ve sırıklar üzerine dikerlerdi. Yılın dört mevsiminde bu tanrılara kurban keserlerdi.”
Ayrıca Hunlar zamanında Hakan her sabah çadırından çıkarak Güneşe ve geceleri Aya tapardı.
*Ahlaksızlığa Tepki:
Gök Tanrı dininde bütün ahlakî sapıklıklardan uzak durma ilkesi esastır. Bu ilke de doğrudur ve gerçek Gök Tanrı dininden kalmadır. Ama bu mesele de ayrıntılı, açıklayıcı ve gelişmiş haliyle yine İslam’da zaten vardır.
Ayetlere bakalım:
“Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Araf, 200)
“Şüphesiz Allah adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 90)
“Ey Muhammed! De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. Zina ve benzeri çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Meşrû bir hak karşılığı olmadıkça Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.”(Enam, 151)
* Dürüstlük:
Gök Tanrı dininde iyi kalpli, dürüst olma ilkesi ahlaki bir kuraldır. Bu ilke de yine İslam’da daha güzel haliyle vardır. Ayetlere bakalım:
“De ki: “Allah, daima dürüst olmuştur, doğru söylemiştir. Öyle ise hakka yönelen İbrahim’in dinine uyun. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (Al-i İmran, 95)
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide, 8)
*Şehitlerin Ölmemesi Motifi:
Gök Tanrı dinine göre Göktürkler, savaşta ölen askerlerin, hayat suyu anlamında bir içki içerek sonsuza dek Tanrı katında kalacaklarına inanırlardı. Bu anlayış doğrudur. Muhtemelen bu, Gök Tanrı dininin ilk geldiği zamanlara ait bozulmamış, öylece kalmış bir ilkesidir. Ancak İslam’da bu düşüncenin daha gelişmiş hali vardır. Şu ayete bakalım: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.” (Bakara 154)
*Ahiret İnancı:
Tengricilere göre iyiler öldükten sonra Tengri katına yani uçmak’a giderler, kötüler ise tamu’ya yani yedi kat yerin dibine giderler. İslam’da da aynı şekilde cennet ve cehennem inancı vardır. Ancak İslam’ın cennet ve cehenneme gitme şartları daha açık, net ve belirgindir. Tengricilikte ise belirsiz ve soyut anlamda iyililik ve kötülük değerleri vardır. Yani iyiler uçmağa, kötüler tamuya giderler deniliyor, ama bu iyilik ve kötülük nelerdir, bir iki husus dışında çok da belirgin değildir.
*Ağaç Kültü:
Tengricilikte, Gök Tanrı dininde ağaçlar, ‘Dünyanın Merkezi’dir ve Tanrıya ulaşan kapılardır. Gökyüzüne yani Tanrıya ağaçlar kanalıyla yolculuk yapılır. Ağaçlara bez, çaput bağlanması, dilek ve isteklerin Tanrıya iletilmesi içindir. Şamanın doğumunda veya şaman olarak seçiminde, onun için bir ağaç dikilir. Şamanla ağacı birlikte büyürler. Çünkü şaman, Gök Tanrı’ya ağacı kanalıyla yolculuk yapacaktır. Şaman ölünce ağacı da ölür. Tabutu ağaçtan yapılarak onunla birlikte sonsuzluğa gider.”
Bu ilke de gerçek din denilen olguya uymaz. Bu anlayış tamamen putperestliktir, paganizmdir. Putperestlik de vaktiyle böyle ortaya çıktı. İnsanlar yaptıkları putlara taparken, “biz bu putlara bizi gerçek Tanrıya ulaştırsınlar, aracı olsunlar diye tapıyoruz” dediler. Ama zamanla araç, amaç oldu, gerçek Tanrı unutuldu ve yaptıkları putları Tanrı edinmeye başladılar. O yüzden gerçek dinde Tanrıya ulaşmak için aracı olmaz. Kişi doğrudan doğruya kalp yoluyla, düşünceyle, ibadetle Allah’a aracısız ulaşır. Hristiyanlık da böyle bozulmuştu. Ruhbanlık yani papazlar, rahipler aracılığı ile Tanrıya ulaşma fikri ve uygulaması ortaya çıktı ve Hristiyanlık, gerçek din olmaktan çıktı. İslam’da ise ruhbanlık yoktur. Bazı tarikat ve cemaatlerdeki rabıta olayı ya da şeyh ve şeflerini Tanrıya aracı kılmalarının İslam’la alakası yoktur. Bu tür tarikat ve cemaatler İslam dışı sapmalardır. Müslüman, Allah’a doğrudan doğruya kendisi aracısız olarak ulaşır.
*Ruhlarla Temas:
Şamanlar ruhlarla görüşür, onlarla temas kurar ve onların yardımını isterler ve aldıklarına inanırlar. Kötücül varlıklardan ve ruhlardan korunma motifi vardır. Yer altı Tanrısı Erlik’tir.
İslam’da ise yardım ruhlardan, ölmüş kişilerin ruhlarından istenmez, doğrudan doğruya Allah’tan istenir. İslam’da şeytandan korunma ve Allah’a sığınma motifi vardır. Ayet şöyle: “Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım, Rabbim!” (Mü’minun, 97-98)
*Kurban Motifi:
Hunlar zamanında yılın beşinci ayında atalarına, Gök tanrıya, yer-su ruhlarına kurban sunarlardı.
Gök Tanrı dininde kurban edilen atların ve koçların ölen kahramana öteki dünyada hizmet edeceği, onları Tanrının makamına ve cennete götüreceği düşüncesi vardı.
İslam’da da kurban motifi vardır. Ayet şöyle: ”Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık…” (Hac, 34)
*Peygambere Vahiy Gelmesi Motifi:
Baykal Gölü yakınındaki Ulan Ude şehrinde, Hun ve Göktürkler’e ait Türk Runik harflerinin önceli olabilecek bir yazıt bulunmuş. Bu taşta şu ifade yer alıyor:
“Cennetin Babası Yeryüzünde bir Mağaraya İndi”. Bu durum İslam’da da benzer şekilde vardır. Hz.Muhammed’in Hira mağarasında kendisine vahiy gelmesi, peygamber olması motifiyle aşağı yukarı aynıdır. Demek ki Göktürklere gelen peygamber de aynı benzer süreci yaşamış.
*Tengricilik-Deizm Benzerliği
Tengricilik biraz deizme benzer. Zira Tengriciliğe göre, Tengri başta kâinatı yarattı, sonra kâinatın işleyişine karışmadı.
Deizmde olduğu gibi Tengricilikte de, peygamber, kitap, mabet, ibadet kurumları yoktur.
Sonuç
Orhun Abideleri bir din kitabı değil, kültür, dil ve tarih kitabıdır. Kültür insan ürünüdür ve her kültür kitabında olduğu gibi Orhun Abidelerinde de doğrular da vardır, yanlışlar da. Orhun Abideleri, biz Türkler için çok önemli bir kültür kaynağıdır. Biz oradan tarihimizi öğreniriz, Türklük bilincimizi takviye ederiz, millî bilinç kazandıracak değerlerimizi alırız; ama oradan Tengricilik dini öğrenecek ve İslam’ı bırakıp da Tengricilik dinine girecek değiliz. Zira Tengricilik, artık Allah’ın saf haliyle gönderdiği katışıksız, bozulmamış bir din olmaktan çıkmış, insan elinde bir kültüre dönüşmüştür.
Türk gençlerinin cemaat, tarikat ve siyasi İslamcılara bakıp İslam’a düşman olmaları gerekmiyor. Tam tersine İslam’ın asıl kaynakları olan Kur’an’a, Hz. Muhammed’e ve İmam Maturidi’nin anlattığı ve Ahmet Yesevi’nin yaşadığı İslam’a bakarak daha sağlam Müslüman olmaları gerekiyor. Eğer Türk dini arayacaklarsa, bu Tengricilik değil, Türk Maturidi ve Türk Yesevi’nin anlattıkları İslam olacaktır.
Diğer yandan Turancılık da İslam düşmanı, Tengrici ya da deist olmak değildir. Zira Turancılığın babası Ziya Gökalp Müslümandı, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (1918) kitabını yayınlayıp “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim“ diyordu.
Ayrıca İslam’a karşı Tengricilik dinini dayatanların da eğer dikkatle araştırılırsa Türk olmadıkları, Tengricilik dini ile hiç alakaları olmadığı, tamamen karanlık odakların görevli elemanları oldukları görülecektir.
Türkler Türk’ü korusun.
______________________________________________
Yararlanılan Kaynaklar
İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1980
Abdülkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1976
Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1987.
Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1988.

Aziz Pavlus dini doktirini tamamladığında İsa 































Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️