6 Şubat 2024 Salı

 Kuzeyli (Kaysî) - Güneyli (Kelbî) rekabeti 


Sâmî dillerde “çöl” mânasına gelen arab (عرب) kelimesi eski devirlerde aynı zamanda çölde yaşayan kimse yani bedevî için kullanılıyordu. 

Nitekim Tevrat’ta (İşaya, 21/13; 13/20; Yeremya, 3/2), ayrıca Asur, Bâbil, Yunan ve hatta Câhiliye dönemine ait bazı metin, rivayet, tablet ve kitâbelerde arab kelimesiyle Arap yarımadasında çölde yaşayan bedevî Araplar kastediliyordu.

Arap kelimesi ilk defa Asur Kralı III. Salmanasar’ın Suriye’de hüküm sürmekte olan küçük devletlerin isyanından ve bunların bozguna uğratılmasından bahseden kitâbesinde geçmektedir. Bu kitâbede milâttan önce 853’te Hama’nın kuzeyindeki Karkar’da yapılan savaşı Gindibu Aribi 1000 deve vererek desteklemiştir. 

Bu tarihten itibaren milâttan önce VI. yüzyıla kadar Asur ve Bâbil kitâbelerinde Aribi, Arabu ve Urbi adlarına sık sık rastlanır. Bu kitâbelerde Aribi reislerinden alınan vergilerden ve Aribi ülkesine yapılan seferlerden söz edilir. 

Yemen’den Akdeniz’e uzanan baharat yolunun son durağı Gazze’yi işgal eden Asur Kralı III. Tiglat-Pileser (m.ö. 744-727)  Suriye ve çevresine karşı seferler düzenlemiş ve milâttan önce 741’de Aribi ülkesinin kraliçesi Zebibi’yi vergiye bağlamıştır. 

Milâttan önce 735’te ise diğer bir Aribi kraliçesi Şamsi’yi mağlûp etmiştir. Ayrıca Sînâ’da yaşamakta olan kabileler onun hâkimiyeti altına girmişlerdir.

Milâttan önce 715’te II. Sargon, başta Kur’an’da Semûd olarak geçen Tamud olmak üzere Kuzey Arabistan’da hüküm süren kabile ve küçük devletleri vergiye bağlamıştır. Buna karşılık milâttan önce 703’te ise Araplar Bâbil Kralı Marduk-apaliddina’yı Asur Kralı Sanherib’e karşı desteklediler, fakat Asurlular tarafından mağlûp ve esir edildiler. 

Asurlular’ın karşı harekete geçmeleri üzerine esir edilerek Ninevâ’ya (Ninova) gönderildi. 

Asur kaynaklarında Kuzey Arabistan’daki Arap kabilelerine karşı en az dokuz sefer yapıldığı tesbit edilmektedir. 

Asur kabartmalarında, Arap kral ve kabile şeyhleri Asur krallarının ayaklarını öperken, onlara çeşitli hediyeler takdim ederken gösterilmektedir.

Bu siyasî ve askerî münasebetler eski Grek ve Roma edebiyatına yansımıştır.

 Klasik çağın en eski kaydına Eshilos’ta (Aiskhylos) (ö. m.ö. 525[?]-456) rastlanır. Bu müellif Prometheus’da Arabistan’dan, sivri uçlu ok kullanan muhariplerin çıktığı bir ülke olarak bahseder. 

Tarihçi Herodotos ve ondan sonra birçok müellif Arabia ve Arap isimlerini bütün yarımada ve halkı için kullanırlar.

Coğrafyacı Eratosthenes ve Strabon, tabiat tarihçisi Plinius ve tarihçi Sicilyalı Diodoros gibi Eskiçağ’ın tanınmış müellifleri Arabistan’ı efsanevî servet ve bolluk diyarı, halkını da hürriyet ve istiklâl âşığı olarak anlatırlar.

Bu bilgileri Kur’an, eski Arap şiiri ve kaynaklara aksetmiş olan efsanevî haberlerden öğreniyoruz. Âd, Semûd, Medyen, Tasm, Amâlika, Câsim, Abdi Dahm, Ubeyl, Hadûra, Cedîs ve Birinci Cürhüm kavimleri Arab-ı bâide’nin başlıca kollarıdır. 

Bu ayrılmanın Tevrat’a da aksettiği görülmektedir. Tekvîn’in onuncu bölümünde Sâm oğullarının iki ayrı koldan gelerek biri Arabistan’ın güneybatı (âribe), diğeri ise orta ve kuzey kavimlerini meydana getirdiği ve sonuncuların İbrânîler’e daha yakın akraba olduğu belirtilir.

Bu ayırma dil ve kültürden kaynaklanır. Güney Arabistan’ın dili, gelişerek klasik Arapça haline gelecek olan Kuzey Arabistan’ın dilinden farklıdır. Güneyin dili ayrı bir alfabe ile yazılıyor

Diğer önemli bir ayrılık ise Güney Arapları’nın yerleşik bir hayat sürmeleridir. 

Ancak Kuzey ve Güney Arapları uzun tarihleri boyunca daha ziyade iktisadî sebeplerle karşılıklı olarak göç etmişler ve birbirleriyle kaynaşmışlardır.

Arab-ı Âribe. Kahtânîler adı verilen bu kabileler grubunun anavatanı Yemen’dir.

Arab-ı Müsta‘ribe (Arab-ı Mütearribe). Menşe itibariyle Arap olmayıp sonradan Araplaşan kabilelerden meydana gelmektedir. Bu kabilelere Adnânîler, İsmâilîler, Meaddîler, Nizârîler de denilmektedir. Hz. İbrâhim, oğlu İsmâil ile Mısırlı bir câriye olan annesi Hâcer’i Mekke civarında bırakmıştı. 

Dünya Savaşı’ndan sonra Arap ülkelerinde Osmanlı hâkimiyeti son buldu; Suriye ve Lübnan’da Fransa, Filistin, Ürdün ve Irak’ta da İngiliz mandaları kuruldu. 



İbn Haldûn insanları diğer canlılardan ayıran özellikleri sıralarken bunlar arasında “umran”ı da (medeniyet) zikreder; umranın yalnızca hadarîlerde değil bedevîlerde de olduğunu belirtir.

gıda, barınak ve elbise gibi en zaruri ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir araya gelen toplumlar bedevîdir. 

Buna karşılık o günkü şartlarda lüks sayılan tüketim maddelerini kullanmaya başlayan toplumlar ise hadarî yani medenîdir. 

Arap yarımadasında yaşayan bedevîleri başka bölgelerde ve kıtalarda yaşayan göçebelerden ayıran özelliklerden biri de onların yalnızca deve yetiştirmesidir. Çünkü buradaki iklim ve tabiat şartları deveden başka hayvan yetiştirmeye elverişli değildir. 

Halbuki diğer göçebeler (meselâ Berberîler ve Türkmenler) deve ile birlikte koyun ve sığır da yetiştirirler.

Bedevîler çoğunlukla deve yününden yapılan, hafif, çabuk kurulup toplanabilen ve kolayca taşınabilen çadırlarda yaşarlardı. 

Irak ve Suriye’de yaşayan bedevîler ise siyah keçi kılından yapılmış çadırları kullanırlardı. 

Milâttan itibaren dünya ticaretindeki gelişmeler bedevî hayatını değiştirmiştir. Hint ve Çin’den Yemen’e, oradan da kervanlarla kuzeye gönderilen ticaret malları sayesinde bedevîlerin yaşadıkları çöller, dünya ticaretinin ana damarlarının geçtiği, develerle aşılan birer ticaret yolu haline gelmiştir. Bu ticaret kervanlarına kılavuzluk ve muhafızlık yapan bedevîlerin hayatı yeni bir canlılık kazanmıştır. 

Böylece çölde yaşayan bedevîler yanında vadi ve vahalarda yaşayan yarı göçebe zümreler ortaya çıkmıştır. 


Şehirlerden ve birbirlerinden uzak bölgelerde yaşadıkları için göçebeler kaba ve sert tabiatlı olurlar. Ancak kabilenin dar çevresinde herkesin birbirini tanıması ve ne yaptığını görmesi sebebiyle şehirlilere göre ahlâk bakımından bozulmaya daha az müsaittirler.

İbn Haldûn’a göre bedevîler ihtiyaçlarının, buna bağlı olarak da ihtiraslarının azlığı sebebiyle hayra, iyiliğe, fazilet ve güzel ahlâka şehirlilerden daha yatkındır. Bolluğa ve rahata alışmadıkları için son derecede kanaatkâr olurlar. 

Zira onlar tabiata yakın oldukları, tabiattaki basitlik, temizlik, sadelik ve sükûnet onların psikolojisine aksettiği için şehirlilere nisbetle daha saf ve samimidirler.

Güzel ve doğru Arapça öğrenmeleri için şehirli çocuklar çöle bedevîlerin yanına gönderilir, bazı Arap dil âlimleri de bu dilin kullanılışını en saf ve doğru şekliyle öğrenmek için onların yanına giderlerdi.

Nitekim Yahyâ b. Hâlid el-Bermekî’nin huzurunda dil tartışması yapan Sîbeveyhi, Ali b. Hamza el-Kisâî ve Ahfeş el-Ekber gibi büyük dil âlimleri kendilerine bir bedevîyi hakem seçmişlerdi.


Zira Cemel ve Sıffin savaşlarında Ali taraftarı olan kimseler, Önemli olan nokta, Hâricîlerin arasında Resûlullah'la (sas) uzun süre birlikte olan kimsenin bulunmamasıydı.

Kur'ân'ı öğrenmeye ve hayatlarında tatbik etmeye özen göstermelerine rağmen Hz. Peygamber'in uygulaması hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdi. 

Öte yandan, yaklaşımlarına bedevî karakteri hakimdi. Bununla birlikte Hâricîlik, çölde değil, şehirde ortaya çıkan bir harekettir. 

Esasen Arap toplumunun hızlı değişimi Arapları geleneksel hayatlarından farklı bir yaşantıyla tanıştırmış; bu gelişme, geleneksel hayatlarıyla şehirleşmenin doğurduğu yeni durumun çatışmasını doğurmuştur. Gelişmelere karşı fevrî bir tavır takınmaları, görüşlerinde katı olmaları ama rahatlıkla değiştirebilmeleri dikkat çeken özelliklerindedir. 

❗️Muaviye taraftarları halife olarak Muaviye'yi görmek istiyorlardı. Halife olma hakkı ise Hz. Ali'nindi. Durum böyle olunca Sıffin Savaşı ortaya çıkmış oldu. Özellikle Kuran-ı Kerim'in yapraklarının mızraklara takılması olayı ile dikkat çeken bu savaş tarihe önemli bir etki bırakmıştır. 

Sıffin Savaşı, Hz. Ali ve Muaviye arasında yaşanmıştır. 

Savaşın yaşandığı yer ise savaş adını veren Sıffin'dir. Sıffin, günümüzde Suriye taraflarında bulunmaktadır. Yeri tam olarak Rakka kentinin doğusundadır. 

Muaviye savaşta hile yaparak galip gelmiştir, 

Muaviye ve taraftarları mızrakların ucuna Kuran-ı Kerim takmıştır. Bu yüzden Hz. Ali ve taraftarları Kuran-ı Kerim'e karşı savaşmak istememiştir,

Haricilerin çıkardığı isyan ve yaşanan olaylar ile Hz. Ali şehit edilmiştir. 

Dört Halife dönemi son bulmuştur. 

Bu savaş İslam tarihinin dönüm noktalarından birisi olmuştur.

 Bu savaşın ağır sonuçları olmasından dolayı İslam tarihinde alınmış ağır yaralardan birisi olarak tarihe kazınmıştır. 

Ayrıca fitne ve fesadın ortaya koyduğu yıkımlar bu savaş ile daha iyi anlaşılmıştır. 


Hakem Olayının Sonucu

Hakem Olayı ile halifelik sorunu çözümlenemediği gibi daha büyük bir çıkmaza girdi. 
Bu olay sonunda Müslümanlar üç gruba ayrıldılar:
Emeviler: Muaviye taraftarları
Şiiler: Hz. Ali taraftarları
Hariciler : Hz. Ali ve Muaviye’ye karşı olup İslamiyet’in halifesiz de yönetilebileceğini savunanlar.


Alevîler, hilâfet merkezi olan Bağdat’tan uzak Mağrip, Horasan ve Türkistan gibi yerlere kaçtılar. Bütün bu bölgelerde Alevî propagandaları hızla yükseldi. Horasan, hem Şiîlik ve Alevîlik teşkilâtının hem de coğrafî açıdan Orta Asya, İran ve Afganistan’ın bir merkezî konumu durumunda yer almaktaydı. 


SİYASÎ TARİH
İsmini Hz. Muhammed’in amcası Abbas b. Abdülmuttalib b. Hâşim’den alan bu hânedana ilk atalarına nisbetle “Hâşimîler” de denilmektedir. 

İslâm dünyasında Emevîler’in yerine Abbâsîler’in yönetimi ele geçirmesiyle idarî, askerî, siyasî ve ilmî sahalarda çok büyük değişiklikler olmuş,‼️

Emevîler devrinde de devam eden bu fetihler sayesinde devletin sınırları Endülüs’ten Orta Asya içlerine kadar uzanmıştı. 

Fethedilen yerlerde İslâmiyet’i kabul eden Arap olmayan unsurlara (mevâlî) gelince, bunlar idarî, iktisadî ve sosyal bakımlardan ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı. Genellikle şehirlerde bulunan mevâlî, teoride Araplar’la eşit haklara sahipti, fakat uygulamada hiç de böyle değildi. 

Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra meydana gelen hadiseler, İslâm dünyasında asırlarca devam edecek karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştur. 


Bizans İmparatoru II. Justinianos Abdülmelik ile aynı zamanda 685'te tahta geçmişti. 

Abdülmelik  İlk İslâm parasını bastırması ve devlet dairelerinde Arapça’yı resmî dil olarak kabul edip mahallî dillerle tutulan divanları Arapça’ya tercüme ettirmesi kurumları İslâmîleştirme faaliyetinin başında gelir. 

Abdülmelik, İspanya fâtihleri Târık b. Ziyâd ve Mûsâ b. Nusayr gibi İslâm tarihinin en ünlü kumandanlarının fetihleriyle dopdolu olarak geçti. Bu fetihler sayesinde ülkenin sınırları Türkistan’dan Fransa içlerine, Anadolu’dan Hindistan sınırlarına kadar genişlemişti. Emevî Devleti onun zamanında askerî gücünün zirvesinde bulunuyordu. Müslümanlar dünya hâkimiyetine doğru önemli bir mesafe katetmişti.

Abdülmelik'in halifelik döneminde Kâbe Örtüsü (veya Kisve)'nin yeniden yapılıp değiştirilmesi geleneği de ortaya çıkartılmıştır. ♨️


Abbâsî devletinde divanlar en yüksek icra kurulu sayılmıştır. 

Abbâsîler divana "Divan-üs Saltanat" ve "Divan-ül Adl" adını vermişlerdir. Vezirler, Kadil-Kutadlar ve benzeri yüksek memurlar divan kurumunun birer üyeleridir. 

Divan-ı Saltanat'ın görevlerini dört başlık altında toplamak olanaklıdır. Birincisi: orduya ilişkin kişilerin alacağı ücretleri belirleyerek tahsis etmek. İkincisi: devlete ilişkin vergi ve diğer hakların tahsili; haraçcizye ve madenler gibi. Üçüncüsü: devlet memurlarının atanması ve azli. Dördüncüsü ise: Beyt-ül mal'a yani hazineye giren ve çıkan malların denetimi. Divanda bu dört ana başlık altında müzakereler yapılıp kararlar alınmıştır. 

En yüksek icra kurulu olan divanın yanında yönetim özelliği bulunan diğer divanlar da vardır. Bunlar;

  • Divan-ı İnşa: Devletin önemli ve resmi olan yazışmalarını kaleme alan bir yönetimsel bir organ olup Abbâsî halifesinin emrinde çalışır.
  • Divan-ül Ceyş ya da Divan-ü Cünd: Askeri işlerle uğraşan olan yapı. Abbasi devletinde yaşayanların ne zaman asker olacaklarını belirleyerek diğer tahsilatlarla da ilgilenir.
  • Divan-ül Berid: Posta ve haberleşme işleriyle ilgilenirdi. Başında "Sahib'ül Berid" denen bir memur bulunmaktaydı.

Vezirlik makamı ilk olarak Abbâsîler'de oluşturulmuştur

. Vezirlere bakanlıklar da denir ve günümüzdeki başbakanlık makamına eş değerdir.


Vezirlerden sonra haciplik (hicabet) makamı gelmektedir. "Sahib'üs Sitare" veya "Perdedâr" denen hacib, Abbâsî halifesinin özel kalem müdürüdür. 


Islam peygamberi Muhammed'in soyundan gelenlere (seyyidler) ilişkin sorunlara bakanlara ise "Nakib'ül Eşraf" denir ve bu kişiler devlet yönetiminde önemli bir yere sahip olmuşlardır.

 Nazır-ul Ceyş denen kişiler ise ordunun başındaki kumandanlardır. Muhtesip'ler, yani belediye başkanları da diğer memurluk görevleridir.♨️

Abbâsîler'de taşra örgütlerinin başında valiler görev yapmıştır. 

Gereksinim duyulması durumunda kumandanlarınkadıların ya da belediye başkanlarının da bu görevi yürüttüğü bilinmektedir. 

Abbâsî devleti egemenliği altındaki yerleri eyalet sistemi ile yönetmiş, valilere de sosyal ve siyasi denetim görevini yüklemiştir. 

Abbâsîler'de eyaletlerdeki emirlik makamı ise üç şeklide ele alınmaktadır. 

Birincisi: genel imarettir ve tayin olduğu yerde halifeyi tam yetkiyle temsil ederler. Bu valiler bulundukları bölgede bağımsız hükümdar gibi görev yapmışlardır.

 İkincisi: özel imarettir ve bu makamdaki valiler yalnızca yönetimsel işlevlere sahiptirler. Kadıların tayin edilmesi ve halktan alınan vergi tahsil etme yetkileri olmamıştır.

 Üçüncüsü ise: cihat imaretidir, yani ordu kumandanı olarak değişik bölgelere tayin edilen valilere verilen addır.


Abbasileri iktidara getiren Horasanlı askerlerin çoğu Arap'tı. 

Farsça bir kelime olan Horasan "Güneşin yükseldiği yer" anlamına gelir. Horasan'da FarslarHorasan TürkleriTürkmenler, ve Kürtler[1]yaşamaktadır. Horosan Türkmenleri Şia ve Sünni mezheplerine bağlıdır. Bölgede yaşayan Farslar şii, Kürtler sünnidir. 

Ebu Müslim, İpek Yolu boyunca subayları işe aldığında, onları aşiret veya etnik-ulusal bağlılıklarına göre değil, şu anki ikamet yerlerine göre kaydettirdi.

Türk askerleri, çocukluktan ata binmek için eğitilmiş yetenekli atlı okçular olarak bilindikleri için savaş tarzını değiştirdiler. 

Ayrıca sabit ücret alan düzenli birlik grupları ve bir özel kuvvetler birimi de vardı. 


Abbasi ordusu, mancınıklar, mangoneller, koçbaşılar, merdivenler, kıskaçlar ve kancalar gibi bir dizi kuşatma ekipmanı topladı. 

Tüm bu silahlar askeri mühendisler tarafından işletiliyordu. 

Bununla birlikte, birincil kuşatma silahı, Batı Orta Çağ zamanlarında kullanılan manjaniq ile karşılaştırılabilir bir kuşatma silahı türü olan manjaniq idi. 

Yedinci yüzyıldan itibaren, büyük ölçüde burulma topçularının yerini aldı.

 Harun Reşid'in zamanında, Abbasi ordusu ateş bombaları kullanıyordu. 

Abbasiler sahra hastanelerinden ve develerin çektiği ambulanslardan da yararlandılar.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hallo 🙋🏼‍♀️