10 Kasım 2024 Pazar

İbn Arabî'nin ruh diyagramı.

 

İbn Arabi’nin ruh diyagramı. İnsan, yazılarina ve çizime hayran kalır. Kalbin hududu ne kadar da geniş. Kalp, aklı da kapsayacak denli akletme marifetine sahip. Çünkü kalp, Rahman’ın hiçbir yere sığmam ama oraya “sığarım” dediği yer.


-Kalp: İnsanın ruhsal merkezidir, Allah’a en yakın olan noktadır.


İbn Arabî'nin ruh diyagramı.

1. Merkezdeki Daire:

-Kalp: İnsanın ruhsal merkezidir, Allah’a en yakın olan noktadır.

-Akıl: Düşünme ve anlama kapasitesi, kalple bağlantılıdır.

-Ruh: İlahi bir parça olarak kabul edilir ve kalbin merkezindedir.

2. Orta Daire:

-Nefs: İnsan benliğini ve egoyu ifade eder. Bu üç aşamadan geçer:

-Nefs-i Emmare: Kötülüğe meyilli nefis.

-Nefs-i Levvame: Kendini kınayan nefis.

-Nefs-i Mutmainne: Huzur bulmuş nefis.

3. Dış Daire:

-Fıtrat: İnsanın doğuştan sahip olduğu saf ve doğal hali.

-Akhire: Ahiret hayatını temsil eder.

-Minciyat: Kurtuluş vesileleri.

-Tezkiye-i Nefs: Nefsin arındırılması.

-Tahzib-i Ahlak: Ahlakın güzelleştirilmesi.

-Cehd-i Nefs: Nefisle mücadele.

-Şeytan: Kötülüğe yönlendiren varlık.

-Ghafle: Gaflet hali, dünyaya dalma.

-Dünya: Maddi dünya ve onun geçici zevkleri.

-Mühlikat: İnsan ruhunu tehlikeye sokan unsurlar.

Kaynak:Adanapost


🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀🌀


"Ruhun mahlukiyyeti inkişafından ibarettir." İzah eder misiniz?

Bunu Üstad'ın ayna ve fotoğraf makinası misaline nasıl tatbik edebiliriz?

Muhyiddin İbn-i Arabi'nin bu ifadesi, Dokuzuncu Lem’a ve Barla Lahikası'nda ele alınmıştır. Oralardan anladığımızı şöyle hülasa edebiliriz:

1. Hz. Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanabilir.

2. Kendisi hidayet ehlidir, fakat her kitabında mühdi (hidayete vesile) olamıyor.

3. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir.

4. Bu mevzuda sadece ruhun mahiyetini düşünerek “mahluk değildir” demiş. Yani ruh, şu gördüğümüz eşya gibi halk âleminden olmayıp emir âlemindendir.

5. Âyâtın sarahatını incittiğinden dolayı, Ehl-i sünnet ve'l-cemaat onun gibi düşünmüyor.

6. Kendisi makbul olsa da düşüncesi ve kanaatleri hudutları aşmış.

7. Mühim bazı asfiya, onun eserlerini ve mesleğini tetkike dahi müsaade etmemişlerdir.

8. Ehl-i sünnet ile Muhyiddin-i Arabi'nin mesleği arasındaki fark, o kadar derin, dakik ve incedir ki, o mesleği derinlemesine inceleme yoluna gitme lüzumu duyulmamış. O meslek umuma mal olmamış, makbul ve hususî bir tarz olarak kalmıştır. Zaten kendisi de kendi makamına gelmeyenlere kitabını okumayı yasaklamıştır.

Ruh, mahiyeti itibariyle âlem-i emirden olduğundan sebep ve madde ile alakası yoktur. Allah’ın zat, sıfat ve esmasına; en güzel, en bariz bir ayine olması sebebiyle ruh, diğer maddi âlemin arızalarla dolu ahvalinden çok uzak ve beri olduğundan, Muhyiddin-i Arabi onun mahiyetini mahluk kabul etmiyor.

Sorunun ikinci kısmına gelince:

İbn-i Arabi Hazretleri, kâinat aynasında tecellî eden isim ve sıfatların nakışları olan mevcudata varlık unvanı vermiyor. Bu varlıkları, yani fotoğrafa yansımış olan şeyleri yok sayıyor. Aynadaki misali olan tecellileri de Allah’ın isim ve sıfatları ile aynı görüyor.

Yani üç varlık vardır; birisi Allah’ın isim ve sıfatları ki, bunlar ezelî ve ebedidir. Diğeri bu isim ve sıfatların mahlukat ve eşya üstündeki tecellileridir. Sıfatlar burada çok parlak tecellî ettiği için sıfatların aynı zannedilmiş.Üçüncüsü ise Üstad'ın, fotoğrafa geçmiş dediği varlığın en muşahhas ve maddi olan cihetidir ki, İbn-i Arabi bunu inkâr ediyor.

Elmanın aynadaki görüntüsü, bir de kâğıda çizilmiş resmi var. Elma asıldır, aynadaki görüntüsü ise onun yansımasıdır. Aynadaki yansıma elmanın bazı vasıflarına işaret etmesinden dolayı İbn-i Arabi bu yansımayı sıfatların aynı zannetmiş; elmanın kâğıda çizilmiş şeklini ise inkâr etmiştir.

Hâlbuki elmanın da aynadaki görüntüsünün de resmedilmiş şeklinin de vücutları vardır. Yalnız bu varlıkların kuvvet ve sağlamlık dereceleri farklıdır. En sağlam ve kuvvetli olanı elmanın kendisidir.  İkinci derecede sağlam ve kuvvetli olan ise elmanın aynadaki yansımasıdır. Üçüncü derecede olan ise, elmanın resmedilmiş şeklidir. 

Güneş'in ayna içinde olması demek, onun bütün vasıfları ile tecelli edip zahir olması demektir. Yoksa Güneş hakiki zatı ile aynaya yerleşmiş değildir. Cenab-ı Hak da bütün isim ve sıfatlarıyla her varlığın yanındadır. Her varlık onun isim ve sıfatlarına aynadır. Bu sebeple o, ilmiyle kudretiyle, sair sıfatlarıyla her yerde hazır ve nazırdır.

Güneş'in aynaya sıfat olması; ondaki tecellisi ve yansımasıdır. Şayet Güneş aynaya tecellî etmese, onun içindeki bütün kemal ve hususiyetler kaybolur. Ayna işe yaramaz bir nesne durumuna düşer. Demek aynayı renkli ve güzel yapan şey, Güneş'in onda tecelli eden sıfatlarıdır.

Evet, kâinat aynasındaki bütün cemal ve kemaller, Şems-i Ezelî olan Allah’ın sıfatlarının bir yansıması ve tecellisidir. Bu sıfatlar kâinat aynasından elini çekse, her şey mahv ve heba olur.

“Eşyanın varlığı sabittir.” hükmü, bütün Ehl-i sünnet âlimlerince kabul edilmiş bir hakikattir. İbn-i Arabi ise bu hükme ve kaideye zıt olarak, "Lâ mevcuda illâ hû" yani "Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur." diyerek eşyanın varlığını inkâr ediyor. 

 Kuvvetli bir ışığın yanında, zayıf ışığın varlığı fark edilmez. İşte İbn-i Arabi de Allah’ın vacib olan vücut mertebesinin ışığında gözleri kamaştığı için, zaif ve hâdis olan eşyanın varlık ışığını fark edememiş ve inkâr etmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri de onu, Allah’ın varlığında gark olmasından dolayı mazur saymışlar ve ilişmemişler.

Allah’ın bütün isim ve sıfatları, kâinat ve mevcudat aynasında tecellî ile görünürler. Bu görünmek ise, hayali ve vehmi olmayı kabul etmez. Zira, hakiki olan isim ve sıfatlar, hakiki bir aynada, hakiki olarak görünmek isterler.

Kâinat ve mevcudat aynasında tecellî ile görünen isim ve sıfatların, kendileri ile tecellileri farklıdır. Ayna, bir zarf,  içindeki güneşin görüntüsü ise, bir tecellisi ve yansımasıdır, onun zatı değildir. Zira aynada yansıyan Güneş'in görüntüsü, ayna içinde bir varlık kazanıyor, zarfın içine giriyor. Güneş'ten ayrı olarak, farklı bir varlık oluyor. Ayna içindeki görüntüyü de resme aktarsak, o da  ikinci bir varlık oluyor. Yani, ortada üç ayrı varlık vardır. Biri, Güneş'in varlığı, ikincisi aynadaki aksinin varlığı, diğeri de o aksin resminin varlığı.

Allah’ın isim ve sıfatları, kâinat ve mevcudat aynasında parlak bir şekilde tecellî ile görünürler. Aynada görünen tecellî ile isim ve sıfatları ayrıdırlar. İkisini aynı kabul etmek olmaz. İsim ve sıfatların mevcudat aynasındaki tecellileri, arızidir, hâdisdir ve çok gölgelerden geçmiş zaif birer görüntüdürler. İsim ve sıfatlar ise ezelidir, ebedîdir ve hakikîdir.

İşte İbn-i Arabi'nin inkâr ettiği, aynada görünen varlık mertebeleridir. İbni Arabî, mevcudat aynasında görünen, Allah’tan başkası değildir, demiş; arızi ve hâdis olan eşyanın hakikatini inkâr etmiştir. 

İbn-i Arabi gibi zatlar, bu kuvvetli işarete binaen, mahlûkatı, “O” diye tarif etmişler. Yani, “Heme ost”, her şey odur demişler. Zaif ve hâdis olan mevcudatın varlık mertebesini yok saymış ve hata etmişler.

"Ruh mahluk değildir." derken, bu şiddetli tecellî ve yansımaya işaret etmiş. Yani aksi aynı mün’akis kabul ediyor ve ruha “O” diyor. Tabii bunlar sekir hâlinin yansımaları olup, ilmi bir değer taşımıyor. Ruhun mahlûk olduğunu, aslında “inkişaf”  ibaresi ile kabul etmiş oluyor. Zira inkişaf mahlukata ait bir sıfattır. Mutlak kemalde olan Allah’ın inkişafı caiz olmayacağına göre, ruhun inkişafa kabil olması onun mahluk olmasını kabul etmek manasını taşıyor.


🔴


(Zilkade 602 / Ha-ziran 1202) Urfa, Diyarbekir, Sivas üzerinden Malatya’ya geldi. Bağdat’tan bu yana Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak ve Harranlı Ebü’l-Ganâim’in âzatlı kölesi Abdullah Bedr el-Habeşî de kendisine refakat etmekteydi.

Muhyittin İbn Arabi Kimdir?

Bu sırada ikinci defa Anadolu Selçuklu tahtına çıkan I. Gıyâseddin Keyhusrev eski dostu Mecdüddin İshak’ı Konya’ya çağırınca İbnü’l-Arabî de onunla beraber Konya’ya gitti.

Mecdüddin, hükümdarın oğlu Keykâvus’a hoca tayin edilerek tekrar Malatya’ya gönderilirken İbnü’l-Arabî bir müddet daha Konya’da kaldı, bu arada Evhadüddîn-i Kirmânî ile görüştü. Daha sonra Halep, Kudüs, Mısır yoluyla Mekke’ye gitti. Buradan yine Bağdat’a, ardından Konya’ya döndü. 

Miguel Asin Palacios, onun 612’de (1215) Konya’ya gelmesinin tek sebebinin sultanı hıristiyanlara karşı kışkırtmak olduğunu ileri sürer. İbnü’l-Arabî, Halep ve Sivas’a yaptığı seyahatlerden sonra 615’te (1218) Malatya’ya yerleşti. Dostu Mecdüddin İshak vefat edince vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla evlendi. Oğlu Sa‘deddin Muhammed büyük ihtimalle burada dünyaya geldi.

İbnü’l-Arabî bu yıllarda mânevî evlâdı olarak gördüğü (Muĥâđaratü’l-ebrâr, II, 260) Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus’a hıristiyanlara karşı tâvizkâr davrandığı için bir mektup yazarak savaşla onları zimmî hükmü altına almasını tavsiye etti ve kâfirlerin en şiddetlisi dediği Haçlılar’ın ele geçirdiği beldelerden -bu belde Kudüs bile olsa- müslümanların derhal hicret etmesi gerektiğini söyledi (el-Fütûĥât, IV, 460).

📝Onun bu mektubunun daha önce sultanın yazdığı bir mektuba cevap olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., II, 260-261; IV, 547). 

⚠️İbnü’l-Arabî, Sivas’ta iken de Keykâvus’un Antakya’da Franklar’a karşı cihad ilân edeceğini ve şehri kuşatıp muzaffer olacağını rüyasında görmüş, bunu bir şiirle sultana Malatya’dan bildirmişti (a.g.e., II, 241). İbnü’l-Arabî’nin devlet adamlarıyla ilişkileri sadece Selçuklu sultanlarıyla sınırlı kalmamış, Eyyûbîler’in Halep emîri el-Melikü’z-Zâhir ve Dımaşk emîri el-Melikü’l-Âdil ile de münasebetlerini sürdürmüştür.‼️

Dımaşk’a yerleştikten sonra kendisine vâki olan mübeşşiratta, Hz. Peygamber’in elinde bir kitapla zuhur ederek, “Bu elimdeki, hikmetlerin yuvalarını (fusûsü’l-hikem) gösteren bir kitaptır, bunu al ve faydalanacak kimselere açıkla” dediğini nakleden İbnü’l-Arabî, bu işaret üzerine Fuśûśü’l-ĥikem’i 627 (1230) yılında burada telif etti.

Daha sonra zamanının büyük bir kısmını el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’yi gözden geçirmeye ve yeniden yazmaya ayırdı. İlk nüsha üzerine birçok ilâve ve tashih ihtiva eden bu ikinci nüshayı vefatından bir yıl kadar önce tamamladı.

Ölümünden yirmi gün önce talebesi Sadreddin Konevî ve İbn Sevdekîn’in Kitâbü’l-İsfâr’ını kendisine kıraat ettikleri bilinmektedir.

22 Rebîülâhir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Dımaşk’ta Benî Zekî’lerin mâlikânesinde vefat eden İbnü’l-Arabî, Kāsiyûn dağı eteğindeki Sâlihiye semtinde bulunan Kadı Muhyiddin İbnü’z-Zekî ailesinin kabristanına defnedildi. 




Xxxx


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hallo 🙋🏼‍♀️