ENDÜLÜS FELSEFESİ

Endülüs Felsefesi – 1
İçinde yaşadığımız medeniyet bir gecede kurulmadı. Büyük oranda var olanın ötesini düşünen, emek veren ve bazen büyük bedeller ödeyen isimler sayesinde bugünlere geldi.
Endülüs felsefesinin var olabilmesi adına önemli isimler arasında; bilginin toplanması, antik kaynakların çevirilerinin yapılması, sanatçı ve filozofların davet edilerek bir araya getirilmesi ve çağının en büyük kütüphanelerinden birini kuran Kurtuba Halifesi ll. Hakem (915-976) yönetici olarak özel bir yere sahiptir. Endülüs felsefesi; antik kaynaklar ve İbn Sina, Farabi dan etkilenmiş iken, Kant, Goethe, Spinoza gibi filozoflara esin kaynağı olmuştur. Daha da önemlisi; Rönesans ve Aydınlanma dönemi açısından büyük itici etkisi olmasıdır. Endülüs felsefesi içinde ilk isim olarak İbn Bacce’den bahsedebiliriz. İbn Bacce var olan düşünsel iklime felsefe’yi taşımıştır. Aristo’nun birçok eserini açıklamıştır. Batı literatüründe Avempace olarak geçer. Ayrıca kendisi çok yönlü bir filozoftur. Saray için hekimlik ve vezirlik de yapmıştır. Düşüncelerini açıklama konusunda radikal olması ve genel toplumsal kabuller dışında bir kişiliğe sahip olması nedeniyle sık sık hapis yatmıştır. Felsefe dışında; şiir konusunda çok derin ve müzisyen olarak da çok çok yetenekli olduğu çeşitli kaynaklarda geçiyor. Modern fiziğin kuruluş aşamasına katkılar sağlayan hareket ve dinamik alanları üzerine çeşitli görüşleri vardır. Bilim ve sanat adına sıradışı, üretken ve çılgın olarak görülen, bilirkişi yalnızlığı görürüz onunla :)
İbn Bacce
Endülüs Felsefesi – 2
Hay bin Yakzan
“Hay bin Yakzan” Dünya edebiyatında yazılan ilk Felsefik roman olma özelliğini taşıyor. Hay bin Yakzan, kelime anlamı olarak; uyanık oğlu diri anlamına geliyor. Bu roman İbn Tufeyl tarafından yazılmış, ancak öncesinde aynı isimli İbn Sina’ya ait alegorik bir öykü var. Ülkemizde basılmış olarak ulaşılabilecek eserde hem İbn Sina öyküsü hem de İbn Tufeyl ait “Hay bin Yakzan” romanı birarada mevcuttur.
İbn Sina öyküsü, Aristo’dan çok fazla etkiler taşır iken İbn Tufeyl romanı büyük bir özgünlük taşımaktadır.
Konusu içinde; Hay adında bir insanın, bir adada tek başına bir ceylan tarafından büyütülerek, kendini, maddesel çevresini, ruhani özelliklerini ve Yaradan’ı arayıp bulması şeklinde özetlenebilecek yapıdaki bir felsefi romandır. Kitapta, beden-ruh ve akıl-kalp ayrımına, doğru-yanlış farkındalığına, ölüm-yaşam kavramlarına, kendi başına, hiçbir aracı olmaksızın düşünerek ulaşan Hay’ın masal-felsefe birleşimiyle yazılmış anlatımı yapılmıştır.
Hay bin Yakzan, özellikle Batı Felsefesi ve edebiyatı açısından önemli bir eser olmuştur. Thomas More ünlü eseri “Ütopya” için yine bu eserden ilham aldığını söylemiştir. Daniel Defoe ait “Robinson Crusoe” ve Kipling ait “Orman Çocuğu Mogli” için yine bu eserden esinlenilmiştir.
ibn tufeyl şunu demiştir:
“hakikat adada tek başına bile bulunabilir, ama herkes bulamaz”
kimi toplum içerisinde, kimi dergahda, kimi inzivada, adada…
Endülüs Felsefesi – 3
İbn Rüşd (Averroes) (1126-1198)
Endülüs’ten çıkmış hekim ve filozoftur. Neredeyse döneminde var olan tüm bilimler üzerine çalışmıştır. İbn Rüşd’ün en önemli özelliği olarak ise en büyük Aristo yorumcusu olmasını gösterebiliriz. Aristo üzerine “politika” eseri hariç tüm eserlerine şerh koymuştur.(açıklamıştır) Bu yüzden, Batı Dünyası O’na Commandateur (yorumcu) da der.
Çalıştığı eserleri içinde “akılcılık” kavramı, ön planda olan İbn Rüşd, Doğu dünyasından çok, Batı dünyasının sahip çıktığı bir filozoftur. Ki bunun haklı ve önemli sebepleri vardır. Batı dünyası içinde olan Rönesans ve Aydınlanma dönemi için felsefi tohum İbn Rüşd’e aittir. Bu tanım ayrıca herhangi bir abartı içermemektedir, çünkü üzerine atıfta bulunulan eserler ve yazılan tezlerin yoğunluğu nedeniyle de doğrulanmaktadır. Eserlerinin büyük çoğunluğu çeşitli Avrupa dillerine, Latince ve İbranice’ye çevrilmiştir.
İbn Rüşd, söz konusu Doğu dünyası olunca inanç ve dogmatizm ekseni içinde sürekli tepki ve eleştirilere maruz kalmıştır. Bu nedenle eserleri içinde felsefe-din alanlarında uyuşmazlık değil, tersine bütünlük olduğunu ve ikisinin tek bir gerçeğin iki ayrı anlayış ve kavrayış biçimi sayılması gerektiğini ifade eder.
İbn Rüşd’ün yöntem ilkeleri şu şekildedir;
a) Her türlü zihinsel faaliyetin amacı yalnızca “gerçeğe ulaşma isteği” olabilmesi için sadece gerçeği elde etmesi yetmez aynı zamanda onu başkalarıyla paylaşıp onları da aydınlatmalıdır.
b) Bu yolda karşılaşılabilecek olan hiçbir engel hakikat arayıcısını yolundan alıkoymamalıdır.
c) İnsanlığın hakikati arama adına felsefe ve bilim alanında bu güne kadar ortaya koyduğu yöntem, bilgi ve tecrübe birikimi asla göz ardı edilmemelidir.
d) Gerçek aranırken yöntem, görüş ve düşüncelerinden yararlanılabilecek olan kimselerin hangi inanca sahip oldukları, hangi din ve mezhebe mensup bulunduklarının hiçbir önemi yoktur.
İbn Rüşd konusunda beni en çok etkileyen yönler arasında kıyasıya eleştirilere rağmen inanılmaz derece üretken olmasıdır. Şu an çeşitli şekillerde bilinen 125 eseri mevcuttur. Kendisi ömrünün son dönemlerin de yalnız ve toplumdan dışlanmıştır. Vefatı sonrası için; bazı anekdotlar da şu şekilde geçen bir anlatım vardır. İbn Rüşd cenazesi taşınırken, tabutu atın bir tarafına ve diğer tarafa ise kitapları yüklenir ve eşit gelir. Ağırlığınca kitap yazdığı da işte bu şekilde söylenir…
Endülüs Felsefesi – 4
İbn Arabî 1165 yılında Mürsiye İspanya’da doğmuştur. Sekiz yaşında iken İşbiliye’ye gelmiştir. Kendisi dönemin önemli, asker kökenli ailelerindendir. Küçük yaşlarda asker olmayı isterken zamanla görüşleri değişir ve sufizme döner. Henüz on altı, onyedi yaşında iken döneminin ünlü filozofu İbn Rüşd ile tanışır. İbn Rüşd eserlerinde “akılcılık” konusunu her zaman ön plana taşımıştır. Karşılıklı konuşmasında ilmin sadece akılcılıkla değil, “ilham” ve “keşif” yoluyla edinilebileceğini de söyler. İbn Arabî bir çok eseri rüya yoluyla ve uykudan hemen önceki yarı uyku denilen dönemde yazmıştır. Çok üretken bir yazar olan İbn Arabî döneminde sekiz yüz ve üzerinde eser verdiği düşünülmektedir. Bu eserlerin dört yüz, beş yüz kadarı günümüze gelmiştir. Eserleri sadece ülkemizde değil, İngiltere, İskoçya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi ve Amerika’da halen ilgi görmektedir. Bu ülkelerde adına dernekler mevcuttur, üniversitelerde adına kürsü olup, eserleri ile ilgili özellikle Oxford Üniversitesi rutin yıllık dergi çıkarmakta, konferanslar düzenlemektedir.
İbn Arabî hayatı boyunca bir çok ülke ve şehir gezmiştir. Anadolu’da ise bir çok şehirde uzun süreli bulunmuştur. Bunlardan Malatya on yıl kaldığı için özel bir yere sahiptir. Yine uzun dönem kalması ve öğrenci yetiştirmesi ile Konya özel bir yere sahiptir. Konya’da iken öğrencisi olan Sadreddin Konevi’den devam eden geleneği halen varlığını sürdürmektedir. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet’e hocalık yapan Akşemsettin yine bu gelenekten gelmiştir. İbn Arabî Şam’da vefat etmiştir. Kendisi döneminde keskin görüşleri sebebiyle bazen “Şeyh-i Ekber” (Şeyhlerin Şeyhi) veya bazen de “Şeyh-i Ekfer” (Kafirlerin Şeyhi) şeklinde kendisine zıt lakaplar verilmiştir. Bunun en önemli sebebi kendisinden önceki diğer Sufi/Filozoflara göre bildiklerini toplumsal gerekçelerden dolayı ifade konusunda kaçınmamasıdır. Öğretisinin en baş köşesinde “Vahdet-i Vücud” (Varlık Birliği) bulunmaktadır. Bu sebeple ağır eleştirilmiş, bazen bulunduğu şehirlerde din adamları tarafından hakkında fetvalarda çıkmıştır. Ancak Selçuklu ve Eyyübi hanedanları tarafından saygıyla karşılanması ve zaman zaman yöneticilerine danışmanlık vermesi kurtarıcı bir durum olmuştur. Yine Şam’da hükümdar olan Muzaffereddin’in hocalığını yapması aynı şekilde kendini koruma açısından etkili konumlar olmuştur.
İbn Arabî eserleri konusunda oldukça dağınık ve sembollerle örülü bir dil kullanmıştır. Bunun çeşitli sebepleri arasında düşünce sistemine, yazılı-sözlü ifadenin yetersiz kalması gösterilebilir. Diğer bir sebep ise içrek konuların materyel bakış anlaşılmasının mümkün olmamasıdır. İbn Arabî eserlerinde bir çok sembol, metafor kullanmasına rağmen sık sık kullandığı semboller “Ayna, Harf, Işık” olmuştur.
Farabi, Kelam ve Felsefe
Kelam, varlığın ve alemin ortaya çıkışını ilahi bir gücün iradesiyle açıklar ve şeyleri meydana getiren unsurlara özgür bir irade tanımaz.
Felsefe ise “maddenin özgür iradesini” temel alan doğa yasalarını ön-kabul olarak görür ve böylece ilahiyatın ötesine geçer.

İslam Felsefe ve Müslüman Filozoflar

Felsefe kavramının kökeni MÖ 7. yüzyıla kadar dayanır. Antik Yunan’da çıkıp Thales, Platon, Sokrates, Aristoteles -ki bu filozof İslam felsefesini ve filozoflarını en çok etkileyen ayrıca İslam dünyasındaki meşşailik akımının da kökeninde olan önemli bir filozoftur- gibi filozoflar sayesinde gelişen felsefeyi İslam dünyası ilk olarak 8. yüzyılda tanımıştır. İlk olarak Emeviler ile gündeme gelen tercüme meselesi Abbasiler devrinde ve özellikle halife Ebu Cafer El-Mansur döneminde devlet politikası haline gelmiştir. İslam devletinin sınırlarının genişlemesi ve farklı kültürlerle etkileşimin artması, sürekli gelişmekte ve ilerlemekte olan İslam medeniyeti için tercüme faaliyetlerini zorunlu kılmıştır. Başta Grekçe olmak üzere Pehlevice, Süryanice ve Sanskritçe gibi dillerden çevrilen önemli felsefî ve ilmî eserler İslam alimlerinin felsefe ile tanışmasına olanak sağlamıştır. İslam alimleri felsefeyi ve o döneme kadar felsefeye katkıda bulunmuş filozofları sadece öğrenmek ve tanımakla kalmamış, onların görüşlerine tashihler, tenkitler ve şerhler yapmış, yani kendi yorumlarını da katarak bilgiyi İslamileştirmiş ve hikmet kavramını ortaya çıkarmışlardır.
İslam Felsefe Anlayışı

Artan fetihler sayesinde toprakları genişledikçe gelişen İslam Medeniyeti’nde refah seviyesinin yükselmesiyle birtakım düşünce hareketleri ortaya çıkmış ve bunlar tasavvuf, kelam ve felsefe olarak üç ana kola ayrılmıştır. Zaten düşünceyi sistemli ve sürekli yapabilmek için birinci koşul refahtır. Felsefenin ilk olarak refah seviyesi yüksek zengin bir liman şehri olan Milet’te ortaya çıkması da bunun en büyük kanıtıdır. Bu 3 düşünce hareketinden ilk ikisi (kelam ve tasavvuf) Kur’an ve sünnet kaynaklı olduğundan dolayı doğruluğu ve İslam’a uygunluğu hakkında tartışmalar olmamıştır ama felsefenin Antik Yunan’dan ithal bir düşünce hareketi olmasından ötürü bu kavram İslam Dünyası içinde hep ön yargıyla yaklaşılan bir konu olmuştur.
kısır tartışmalar olan ve biz Müslümanları asıl önemli olan mevzular üzerine kafa yormaktan alıkoyan bu tartışmalarda unutulan iki önemli husus vardır:
Birincisi İslam alimlerinin felsefeyi ve filozof görüşlerini gelişigüzel bir biçimde almadıkları; tenkit ve tashih edip ekleme ve çıkarmalar yaparak İslam düşüncesi ve geleneğine, inanç sistemine, ilah anlayışına uymayan görüşleri “İslam Felsefesi” denilen olgunun dışında tuttuklarıdır.
İkinci husus ise felsefe denilen şeyin özellikle Modern Batı Felsefesi olarak adlandırılan ve temelleri Rönesans’a dayanan Batı düşünce sisteminin günümüze kadar gelen felsefî görüş ve şahsiyetlerini kapsayan dönemi üzerine sağlam bir temel oluşturmadan derin okumalar yapmanın olumsuz sonuçlar doğurabileceğidir. Bu temeli oluşturmanın yolu da önce kendimizden olanı okumak, öğrenmek ve sonrasında farklı mecralara, düşüncelere ve fikirlere yönelmektir. Çünkü bilinmelidir ki, doğruyu bilmeden yanlış anlaşılmaz. Doğruyu kavramadan yanlışa yönelmek kafa karışıklığına sebebiyet verebilir.

"Yaratılmışların en değerlisi insandır"
Mevlana'nın 7 öğüdü
1- Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
2- Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
3- Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
4- Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
5- Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
6- Hoşgörülülükte deniz gibi ol.
7- Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️