Bunlar cahiliye dönemi fikirlerin mi, yoksa modern dönem mi?
Fütûhât-ı Mekkiyye’de CEBRÂİL Aleyhisselâm Bahsi
CEBRÂİL
Yahudi ve hıristiyan kaynaklarında Gabriel şeklinde geçer. “Güçlü insan” anlamındaki geber ile “Tanrı” mânasındaki el kelimelerinden oluşan Gabriel’in Keldânî veya Süryânî menşeli olduğu kabul edilir. Kelime Yunanca ve Latince’ye de aynı şekilde geçmiştir.
Cebrâil Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta büyük meleklerden olup Kitâb-ı Mukaddes’te ismi geçen üç melekten biridir. Adından ilk defa Daniel kitabında (8/15-26, 9/21-27) söz edilir.
Detail of Beşaret, Leonardo da Vinci, 1472–1476
Ahd-i Atîk’te ve apokriflerde verilen bilgilere göre Cebrâil altı melekle birlikte Tanrı’nın huzurunda sol tarafta durur, azîzlerin duasını O’na iletir, cennete nezaret eder; birinci semanın hâkimidir; en önemli şefaatçidir. Kötüleri yok eder, şeytanları ateş fırınına atar ve tabii güçleri yönetir (Tobit, 12/15; Enoch, 9/1, 9-10, 20/7, 40/1-9, 54/6; Hezekiel, 9/3, 10/2).
Yahudilik’te Cebrâil, Tanrı’nın buyruklarını yaratıklara bildirip elçilik görevi yapan bir melektir, aynı zamanda adalet ilkesidir. Hz. Yûsuf’u kardeşlerine götürmüş, Hz. Ya‘kūb’la güreş tutmuş, Mîkâil ile birlikte Hz. Mûsâ’nın defnedilişine katılmıştır (IDB, II, 333; Davidson, s. 119).
Ahd-i Cedîd’de ise Cebrâil’den iki defa söz edilir. Bunlardan birinde Hz. Zekeriyyâ’ya görünerek ona “Tanrı’nın önünde duran Cebrâil” olduğunu söylediği ve Hz. Yahyâ’nın doğacağını haber verdiği, diğerinde Hz. Meryem’e görünerek ona Hz. Îsâ’yı müjdelediği anlatılır (Luka, 1/11-20, 26-38).
Cebrail Aleyhisselam meleklerin en üstünü ve en büyüğü, Allah’a en yakını olduğu için kendisine meleklerin efendisi anlamında “Seyyidü’l-Melâike”denilmiştir.
☝🏻İslâm dininde Cebrâil Hz. Peygamber’e ilâhî emirleri bildiren vahiy meleğidir ve dört büyük melekten biridir. Arapça’da vahiy meleği değişik kelimelerle ifade edilmekle birlikte en meşhurları Cebrâîl, Cebreîl, Cebrîl, Cibrîn ve Cibrîl’dir. Müslüman dilcilerin çoğu, muhtemelen hadis mecmualarındaki bazı rivayetlere (Müsned, V, 15-16; Buhârî, “Tefsîr”, 2/6, 16/1)
Cebrâil Kur’ân-ı Kerîm’de Cibrîl, Rûhulkudüs, Rûhulemîn, Rûh ve Resul şeklinde beş değişik isimle ifade edilir. İlgili âyetlerde belirtildiğine göre Cebrâil karşı konulamayan müthiş bir güce, üstün bir akla ve kesin bilgilere sahiptir; “arşın sahibi” nezdinde çok itibarlıdır ve meleklerin kendisine mutlaka itaat ettiği şerefli bir elçidir (en-Necm 53/5-6; et-Tekvîr 81/19-21).
Hz. Meryem’e normal bir insan şeklinde görünerek rabbinin elçisi olduğunu ve ona temiz bir erkek çocuğu bağışlamak için geldiğini söylemiş (Meryem 19/17-19), Hz. Îsâ doğduktan sonra Allah’ın emriyle ona destek olmuş, Hz. Peygamber’e Kur’ân-ı Kerîm’i vahyedip öğretmiştir. Hz. Peygamber onu bir kere “açık ufuk”ta, bir kere de “sidretü’l-müntehâ”da aslî hüviyetiyle görmüştür. İnkârcılara karşı Hz. Peygamber’in dostu, müminlerin destekleyicisidir. Kadir gecesinde meleklerle birlikte yeryüzüne iner, âhirette insanlar hesaba çekilirken mahşerde saf saf dizilen meleklerin yanında bulunur (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, s. 163, 326).

Cebrâil hadislerde Hz. Peygamber’e vahiy getiren, Kur’an’ı öğreten ve değişik konularda hükümler bildiren, Resûl-i Ekrem’e, hatta bazan ashaba insan şeklinde görünen bir melek olarak sık sık anılır. İlgili hadislere göre Cebrâil dünyada ve âhirette Allah ile kulları arasında elçidir; hem meleklere hem peygamberlere ilâhî emirleri tebliğ eder, bu sebeple de Allah’la vasıtasız konuşur (Müsned, II, 267; III, 230; Buhârî, “Tevḥîd”, 33).
İlk defa Hira dağında, bütün ufku kaplamış ve bir taht üzerinde oturmuş halde Hz. Peygamber’e gelip aslî sûretinde görünmüş, onu kuvvetle sıkarak okumasını istemiş, böylece ilk vahyi getirmiştir (Buhârî, “Taʿbîr”, 1, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7; Müslim, “Îmân”, 257, 258). Mi‘racdan önce Hz. Peygamber’in kalbini “hikmet”le doldurmuş, bu sayede Peygamber’in cismi ruh gibi hafiflemiş ve bu mûcizevî yolculukta ona aslî sûretinde ikinci defa görünmüş, melekût âlemi hakkında bilgiler vermiştir (Müsned, I, 257; Buhârî, “Ṣalât”, 1; “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6).
"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı "alak"dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir." (Alâk 96/1-5)
Cebrâil değişik şekillere girebildiğine, Muhammed'e aslî şekliyle, biri Nur Dağı'ndaki Hira Mağarası'nda ve diğeri Miraç esnâsında Sidret-ül-müntehâda olmak üzere iki defâ göründüğüne inanılır. Cebrâil'in Muhammed'e çoğunlukla Dıhye-i Kelbî sûretinde geldiği anlatılır.
"De ki: Cebrail’e kim düşman olabilir? Kendinden öncekileri onaylayan, doğru yolu gösteren ve inananlar için müjdeci olan bu Kur’an’ı senin kalbine o, Allah’ın izni ile indirmiştir.” (Bakara 2/97).
“Onu güvenilir Ruh (Cebrail) indirmiştir. O Kur’ân, elbette âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” (Şuara 26/193-194)
“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle ona tercih ettiğini vahyeder. O yücedir ve hakimdir.” (Şûrâ 42/51)

Hâlbuki insanın yaratılışı dört farklı türde gerçekleşmiştir: Bu meyanda Âdem’in yaratılışı Havva’nın yaratılışına, Havva’nın yaratılışı Âdemoğullarının yaratılışına, İsa’nın yaratılışı ise zikredilenlerin yaratılışına benzemez. Binaenaleyh Hazret-i Peygamber özetlemek istemiş ve insanın yaratılışının ayrıntısını bize ulaşan haberlere bırakmıştır. Bu bağlamda Âdem topraktan, Havva (Âdem’den alınmış) kaburgadan, İsa, Ruhu’l-Kuds’un (Cebrâil) üflemesinden, Âdemoğulları ise ‘kokuşmuş bir sudan’ yaratılmıştır.
İNSANOĞLUNUN: Dört yaratılış aşaması sureci vardır.
1-İnsan ilk elementeri toprak madeninden
2- BİYOLOJİK YARATILIŞI SÜRECİ:
3-DOĞMADAN, EVVELKİ EMBRİYOLOJİK YARATILIŞI:
4-DOĞUM DA SONRAKİ BİYOYOLEJİK GELİŞİM SÜRECİ.
“Kuru çamur” diye çevirdiğimiz 26. âyeti Hicr; metnindeki salsâl kelimesi sözlük ve tefsirlerde genellikle “uzun süre bekletilerek vurulduğunda çınlayacak derecede kurumuş olan çamur” şeklinde açıklanmaktadır. Kendi halinde bırakılarak kuruyan çamura salsâl, ateşte kurutulana da fahhâr (Rahmân 55/14) denir. Âyet metnindeki hame’ kelimesine özetle “kokuşmuş kara balçık”, mesnûn kelimesine de “uzun süre kalan, akışkan, değişebilir, farklı şekillere sokulabilen, bir sûrete bürünmüş olan nesne” gibi mânalar verilmektedir (Taberî, XIV, 28-30; İbn Âşûr, XIV, 41-42). Âyette insan bedeninin, Allah’ın yaratma sıfatının bir eseri ve tecellisi olarak topraktan başlayıp devam eden fiziksel-biyolojik değişim ve gelişim sürecine işaret edilmektedir (insanın fiziksel oluşum ve gelişimi hakkında bilgi için bk. Mü’minûn 23/12-14).
Allah ruhları yaratmış, onlara sûretleri yönetmeyiemretmiş, onları bölünmeksizin tek zât yapmıştır. Sonra, birbirlerinden ayrıştırmış, ruhlar da ayrışmıştır. Ruhların ayrışması, sûretlerin bu tecellîden kabul ettikleri şeye göreydi. Sûretler, gerçekte bu ruhların mekânları değildir. Şu var ki bu sûretler, söz konusu olan unsurdan oluşmuş sûretler olduğunda ruhlar için mülk, bütün sûretler söz konusu olduğunda ise ruhlar için mazharlargibidir.
Ruhların canlılığı, özlerinden kaynaklanan bir canlılıktır. Bu nedenle her ruh sahibi, kendi ruhuyla diridir. Sâmirî, Cebrâil’i görüp ruhunun zâtının aynı olduğunu ve hayatının kendisinden kaynaklandığını, her nereye temas etse o yerin Cebrâil’in benzeri olan bu sûretin değmesiyle hayat bulduğunu anlamıştır. Bunun üzerine onun ayak izinden bir tutam almıştır. Bu husus, Allah’ın ondan aktardığı şu âyette dile getirilmiştir: ‘Elçinin (ayak) izinden bir avuç (toprak) aldım’ Buzağıyı yapıp onu biçimlendirdiğinde ise, bu tutamı onun içine atmış ve buzağı böğürmüştür.
Allah’ın kendisini isimlendirdiği gibi, Hazret-i İsa bir ruhtur ve Allah onu sabit bir insan biçiminde ruh olarak yaratmıştır. Cebrâil’i ise sabit olmayan bir bedevî sûretinde yarattı. Hazret-i İsa, sadece üfleme vasıtasıyla ölüyü diriltirdi. Sonra Allah, Rûhu’l-kuds ile ona yardım etmiştir. İsa, varolanların kirlerinden arınmış ‘ruh’ ile desteklenmiş ruhtur. Bütün bunların olabilmesindeki esas ise, ebedî hayatın aynı olan Ezelî Diridir. İki ucu ise, yani ezel ve ebedi, canlı âlemin varlığı ve sonradan yaratılmışlığı ayırt eder.
Bu ilim (İsevî ilim), âlemin uzamı, başka bir anlatımla ruhî âlemle ilgilidir. Söz konusu âlem, mânâlar ve emir âlemidir. Ayrıca, âlemin genişliğiyle de ilgilidir ki o da, yaratılış, tabiat ve cisimler âlemidir. Hepsi Allah’a aittir. ‘İyi bilin ki, yaratma ve emir O’na aittir.’ ‘De ki: Ruh Rabb’imin emrindendir.’ ‘Âlemlerin rabbi Allah münezzehtir.’
Hüseyin b. Mansur’un (Hallâc’ın) ilmi de buydu. Hallaç vb. gibi yoldaşlarımızdan birinin harflerden söz edip şöyle dediğini duyabilirsin: ‘Falanca harfinuzunluğu şu kadar kulaç veya karış, genişliği şu kadardır.’ Böyle bir ifadede, uzunluk ile harfin ruhlar âlemindeki fiilini; genişlik ile cisimler âlemindeki fiilini kastetmiştir. İşte bu, onunla ayırt ettiği zikredilen ölçüdür. Bu terimleştirme (uzunluk ve genişlik), Hallâc’a aittir.
Bu özel şeriatı, başka bir ifadeyle ‘Allah’ı görürcesine ibadet etmeyi’ Hazret-i Muhammed bize doğrudan söylemiş değildir. Onu, Hazret-i İsa’yı meydana getirirken Meryem’e yakışıklı bir adam sûretinde görünen Cebrâil’e söylemişti. Böylece bu hadîsteki durum, ‘Ey Cariye! Dinle’ anlamındaki bir hadîste bildirilen duruma benzemiştir (Allah nerededir sorusuna cariyenin ‘Göktedir’ şeklindeki cevabına atıf).
Bu ifadeyle muhatap olanlar biziz. Bu nedenle başka bir hadîste şöyle denilir: ‘Bu Cebrâil’dir. Sormadığınızda, size öğretmek istedi.’ Başka bir rivâyette ise, ‘İnsanlara dinlerini öğretmek için gelmiştir.’ Başka bir rivâyette ise, ‘Size dininizi öğretmek için gelmiştir’ buyruldu. Bütün rivâyetler, öğretimin hedef kitlesinin biz olduğumuz (gerçeğini) değiştirmez.
Hazret-i İsa’nın şeriatından farklı olarak bize ait olan husus, Hazret-i Peygamber’in şu ifadesidir: ‘O’nu görmesen bile, kuşkusuz Allah seni görür.’ İşte bu da, söz konusu adamların ilkelerinden biridir.
Sahabe, vahyi lafzıyla naklettiklerinde, Allah’ın elçilerinin elçileri; (sonraki nesil olan) tâbiûn ise, sahabenin elçileridir. Böylece iş nesilden nesile, kıyamete kadar sürer. Bize tebliğ edene Allah’ın elçisi diyebileceğimiz gibi o kişiyi, kendisinden, aktardığı kişiye de izafe edebiliriz. Rivâyette vasıtaların düşmesini onayladık. Çünkü Hazret-i Peygamber de, kendisine Allah’ın meleği olan Cebrâil vahyi getirdiği hâlde, ona Cebrâil’in elçisi değil, Allah’ın elçisi diyoruz. Allah şöyle buyurur: ‘Muhammed Allah’ın elçisidir.’ Başka bir âyette ise, ‘Muhammed sizden birinin babası değil, Allah’ın peygamberidir.’ buyrulmuştur. Başka bir âyette ise, ‘Ruhu’l-Emîn onu senin kalbine indirmiştir’ demiş, bununla birlikte, Allah onu sadece kendisine izafe etmiştir.
İlk hatıra gelen düşüncenin ve bütün ilklerin ancak rabbani olabileceğini sana bildirmiştim. Bu nedenle onlar, doğrudur ve asla yanılmazlar, sahibi de onlarla kesin hüküm verir. Öyleyse ilk olanın otoritesi, güçlüdür. İlk emir ve yasak böyle olunca, emre karşı gelinince cezalandırma gerçekleşmiş ve ertelenmemiştir. Emirler dolaylı geldiğinde ise, ilk emrin gücüne sahip olmazlar. Onlar, bize peygamberlerin dilleri vasıtasıyla gelen emirlerdir.
Bu emirler iki kısımdır: Ya ikincildirler; bu kısım, Allah’ın meleğin vasıtası olmaksızın peygamberine ulaştırdığı şeylerdir. Böylece ilâhî emir, bize ulaşır. Bize ulaşırken bir oluş mertebesinden geçer ve daha önce sahip olmadığı bir hâl kazanır. Çünkü ilâhî isimler, onu bu kevnî mertebede telakki eder, kendi hükümleriyle onun hükmüne ortak olur veya bu emir ile melek peygambere iner.
Bu durumda ilâhî emir, iki oluş mertebesini geçmiştir. Bu iki mertebe, Cebrâil ve Muhammed veya herhangi bir peygamber veya melektir. Bu durumda, emrin fiil ve etkisi, birinci ve ikinci emrin gücünün aşağısında bulunur. Bu nedenle hemen cezalandırma gerçekleşmemiştir. Ceza ya ahirete bırakılmış veya affedilmiştir ve o günah karşılığında asla cezalandırma olmaz. Allah, bunu kullarına merhametinin gereği olarak yapmıştır.
Allah ‘insanın sûretinin düzenlenmesi’nden bahsederken şöyle buyurur: ‘O’na üfledim.’ Hazret-i İsa hakkında ise, bedeninin yaratılmasından önce şöyle buyurur: ‘Ona (Meryem’e) ruhumuzdan üfledik.’ Böylelikle sûret ortaya çıkmış ve hayret gerçekleşmiştir. Aslın mahiyeti nedir? Acaba sûret, üflemenin varlığında asıl mıdır? Yoksa üfleme mi asildir? Bu da, bu hususla ilgili (diğer) bir sorundur.
Cebrâil zikredilen vakitte (İsa’yı Meryem’e aktaracağı vakit) insan sûretinde görünüyordu. Meryem ise, onun insan olduğunu zannetmişti. Acaba Meryem Cebrâil’i duyusal gözüyle mi yoksa hayâl gözüyle mi algılamıştı? Böyle ise, Meryem hayâli hayâl gözüyle algılayan kimselerden olur. Hâl böyle ise, en büyük sorun senin için çözülmüş demektir. O da şudur: Acaba hayâl, gerçek-duyusal sûretler verebilecek bir güce sahip midir? Öyleyse, duyunun hayâle karşı bir üstünlüğü olmaz. Çünkü duyu, sûretleri hayâl için verir. Hâl böyle ise, etkin olan etkin olduğu şeyde nasıl etkin olmaktadır? Etkin olunan şeyde etkin olan şeyin mahiyeti nedir? Böyle bir şey akıl bakımından imkânsızdır
Cuma gününün üstün olmasının nedeni, Pazar’dan Perşembe’ye kadar diğer yaratıkların kendisinden dolayı yaratıldığı insan türünü Allah’ın Cuma günü yaratmış olmasıdır. Bu nedenle Cuma’nın en üstün vakit olması gerekir. İnsan ise (Cebrâil’in getirdiği) aynada nokta şeklinde gözüken o saatte yaratılmıştır.
Nokta aynada gözükünce, bu örnek, onun yer değiştirmeyeceğini gösterdi. Nitekim o nokta da, aynada yer değiştirmez. Öyleyse bu vakit, Allah’ın bilgisinde belirlenmiş bir saattir. Bu örneğin duyudaki durumunu dikkate alırsak -ki almalıyız- şöyle dememiz gerekir: Nokta aynada yer değiştirmediği gibi (insanın kendisinde yaratıldığı) saat de yer değiştirmez. Bu örneğin verilişini hayâlde dikkate alırsak ve onu duyuya çıkarmazsak şöyle deriz: O saat gün içinde yer değiştirir. Çünkü hayâlin etkisi, sûrette yer değiştirmektir. Çünkü hayâl, duyulur bir şey değildir ki kontrol (zabt) edilebilsin. Hayâl, sadece duyulur sûrete benzeyen hayâlî sûretteki bir anlamdır.
Bir anlam aynı anda pek çok lafız kalıbında farklı dillere geçebildiği için, bu durum hayâle benzemiştir. Öyleyse (benzetmeyi duyulur değil, hayâldeki bir örnek olarak alırsak), insanın yaratıldığı saat de Cuma günü yer değiştirir. Her iki durum da olabilir. Bu ise, ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilecek bir iştir.
Unsurlardan oluşan cisimleri yöneten bir sınıf olmaları bakımından, nefslerimiz kanatlıdır. Tabiî cisimler ise, nefsleri algılamamızın önünde perdedir. Dikkat ediniz! Cebrâil (as.) sahabeden Dıhye yahut bir bedevî sûretinde bedenlendiğinde, kanadı hiçbir şekilde görünmemiştir. Böylece altı yüz kanatlı olsa bile, özelliği kanatsızlık olan bedenin sûreti kanatlarını gizlemiştir.
Allah adamlarından bir kısmı ise, Cebrâil’in kalbi üzerinde bulunan beş kişidir, hiçbir dönemde sayıları artmaz ve eksilmez. Hazret-i Peygamber’den aktarılan bir hadîs konuyla ilgilidir. Onlar, bu yol mensuplarının hükümdarlarıdır. Onlar, Cebrâil’in sahip olduğu güçler ölçüsünde, bilgiye sahiptir. Bu güçler Cebrâil’in kendisiyle yükseldiği ve indiği ‘kanatlar’ diye ifade edilir. Bu beş kişinin ilimleri, Cebrâil’in makamını aşamaz. Cebrâil gaybden onlara yardım eden kimsedir. Kıyamet günü diriliş yerinde de onunla beraber duracaklardır.
Hafız Ebu Nuaym’ın Delailü’n-Nübüvve kitabında zikrettiği bir rivâyette Cebrâil, Hazret-i Peygamberi almış ve onu içinde kuş yuvası gibi bir şeyin bulunduğu bir ağaca götürmüş. Birinde Peygamber, diğerinde ise Cebrâil oturmuş. Yakın semaya ulaştıklarında ise ikisine birden Refref’in görüntüsü yakut ve inci olarak sarkmış. Cebrâil bayılmış, Peygamber ise bulunduğu hâlde kalmış ve hâli değişmemiş. Hazret-i Peygamber, bilgide ‘Cebrâil’in benden üstünlüğünü öğrendim’demiştir. ‘Çünkü Cebrâil, gördüğünü anlamış, ben ise onu bilmiyordum.’ Öyleyse Cebrâil’in kalbinde meydana gelen azamet, kendisine baktığı şeyin bilgisinden kaynaklandı. Cebrâil’in kalbi bu azamet özelliğiyle nitelenen şeydir. Öyleyse Azamet görünenin değil görenin hâlidir. Görülenin hâli olsaydı, kendisini gören herkes onu yüceltirdi. Hâlbuki iş böyle değildir.
Hazret-i Peygamber’in Cebrâil’e şöyle dediği aktarılır: ‘İhsan sanki görürcesine Allah’a ibadet etmektir.’ Bu ise benzetme edatı (sanki) nedeniyle hayâlî bir ifadedir. Soru soranın ve sorulanın kim olduğuna dikkat ediniz! Onların Allah’ı bilme derecelerine bakınız! İnmek, beraberlik, iki el, el, göz, gözler, ayak, gülme gibi Hakk’ın kendisine nisbet ettiği ifadeleri bildiren rivâyetler bulunsaydı, bu bile yeterli olabilirdi. İşte bu, Âdem’in sûretidir.Allah onu rivâyetlerde ayrıntılandırmıştır ve hepsini ‘Allah Âdem’i kendi sûretine göre yarattı’ hadîsinde toplamıştır.
Nebiler itiraz yahut teslim olmayı gerektiren bir haberle geldiklerinde, mümine teslimiyet emredilmiştir. Hazret-i Peygamber’e selâm veren (teslimiyetle ilişkisi nedeniyle) kimse ise, peygamberin bildirdiği her konuda yahut onun herhangi bir meselesinde illeti sormaz. Peygamber illeti söylerse, tıpkı malulü kabul ettiği gibi kabul eder; illeti söylemezse teslimiyet gösterir ve ‘Ey Peygamber! Senin üzerine selâm olsun’ der. Bunun anlamını kitabın namaz bölümündeki teşehhüt bölümünde açıklamıştık. Bu ifadeyi peygamber söylediğinde ise, selâm verilen Ruh’tur (Cebrâil).
‘İllî’ ne demektir? İllî, herhangi bir meleğe yahut ruhanî bir (varlığa) izafe edilen her ilâhî isimdir.Örnek olarak Cebrâil, Mikail ve Abduil gibi ifadeleri verebiliriz. Bu meleklerin elinde, mühür ve baskı bulunur.
Allah evlerin içinden Beyt-i mamur’u seçti, çünkü o, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratılmış meleklerin doldurduğu yerdir. Bu damlalar, hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emîn’in kanatlarını çırpmasından meydana gelir. Cebrâil bu meleklerin, yani Beyt-i mamur’u dolduran meleklerin yaratılması için her gün bu nehre bir kez dalar. Bunların sayısı, yetmiş bindir. Bir kez çıktıklarında bir daha geri dönmezler. Meleklerin imar ettiği yerdeki sır ise orada kalır ve bir boşluk yoktur. Âlemin tümü, boşluğu doldurmuştur. Artık bunu araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir. Bunu araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki dönüşümlerinin; yaratıkların tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni sağlar. Böylece Allah’ın her şeye -şey olmayana değil- güç yetiren olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise, ‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi; hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz Dolayısıyla hakkında ‘şey değil’ hükmü verilen bir şey yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’ hükmü verilemez.
Bu nedenle Peygamber şöyle der: ‘Cennet bana duvarın üzerinde canlandırıldı.’ Burada ‘Cennet duvarın üzerinde idi’ dememiştir. Başka bir rivâyette ise ‘Cenneti gördüm’ demiş, onu bir yere izafe etmemiştir. Hazret-i Peygamber bir cennetin misâlinin gösterilmesini zikretmiştir. Bir şeyin misâl âlemindeki sûreti ise, o şeyin kendisi değil, benzeridir. Hazret-i Peygamber ‘Bana misâli gösterildi’ demiştir. Nitekim Allah Cebrâil hakkında ‘Meryem’e yakışıklı bir insan sûretinde göründü’ demiştir.
Acaba Meryem’e gönderilen Cebrâil, Cebrâil’den başkası mıydı? Hayır, Vallahi o Cebrâil idi. Öyleyse Peygamber, cennet ve cehennemi dünyada, dünya hayatında ve dünya diyarında görmüştür. Allah kendisini överken ‘Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır’ diye buyurur. Bu ikisi de dünya hayatına aittir.
Hazret-i Peygamber, meleklerin sözünün geçtiği âyeti okuyarak bir geceyi namazla geçirmedi. Çünkü onun Hazret-i İsa ile ilişkisi daha yakın ilişkiydi. Hazret-i İsa’nın ise, meleklerle ilişkisi daha yakındı. Çünkü Cebrâil onu annesi Meryem’e ‘yakışıklı bir erkek olarak meydana getirmek üzere’ yönelmişti. Hazret-i Muhammed ise, kavmi için bağışlanma dilerken, bu ikisinin arasında bir yol izlemişti
Sonra bu nurdan çıkarak, her şeyi kuşatan genel rahmet yerine ulaşır. Ulaşılan yer, ‘arş’ diye ifade edilir. Burada meleklerin hakikatlerinden İsrafil, Mikail, Rıdvan ve Malik’i bulur. Beşeri meleklerin hakikatlerinden ise, Âdem, Muhammed ve İbrahim’i bulur. Âdem ve İsrafil’in yanında âlemde ortaya çıkan ve cisimler, cesetler, heykeller diye isimlendirilen -nuranî olan veya olmayan- sûretlerin ilmini bulur.
Cebrâil ve Muhammed’in yanında ise, Âdem’in ve İsrafil’in nezdinde bulunan sûretlere üflenen ruhların ilmini bulur.Bunların hepsinin anlamını öğrenir, ruhların o sûretlerle ilişkisini ve onları yönetişini görür. Bunun yanı sıra, bu ruhlarda -tek bir kökten ve asıldan gelseler bile- dereceli üstünlüğün nasıl gerçekleştiğini öğrenir. Bu mertebeden bütün bunları öğrenir.
🔻 İçerdiği ruhla bedenlerin sûretlerini değiştiren iksirlerin ilmini öğrenir. Mikail ve İbrahim’e bakar: Onların yanında rızıkları, sûretlerin ve ruhların beslenmesini sağlayan şeyleri ve bekalarının bağlı olduğu unsurları öğrenir. İksirin bu beden için özel bir gıda olduğunu öğrenir. İksir, daha önce demir veya bakır iken onu altına ve gümüşe çevirir. Bu çevirme, cismin sağlık hâli olduğu gibi maden iken kendisine bulaşan hastalığın izalesidir. Bu hastalık madene girince, onu (altın olması gerekirken) demire veya başka bir şeye çevirir. Tabi bütün bunları bu mertebeden öğrenir.
Bir kısmı ise bilgisi olmayan inanç sahipleridir. Fakat söz konusu insanın inancı, işin kendiliğinde bulunduğu duruma uygundur.
Bu kişi, Allah hakkında bilenin inandığı şekilde inanır. Fakat bu, Allah’ı bilenlerden birini taklit ederek gerçekleşmiştir.
Fakat onun da inandığını tahayyül etmesi gerekir, çünkü inancını hayâlden soyutlaması mümkün değildir. O ise, şimdi ölüm ânındadır ve ölüm ânının doğru hayâl -ki kuşku kendisine ulaşamaz- mertebesine ulaşma imkânı vardır. Doğru hayâl, insanda dimağın önündeki güç değildir. Aksine o, tıpkı Cebrâil’in Dıhye sûretinde gözükmesi gibi, dıştan gelen bir hayâldir. Bu mertebe gerçek, doğru ve bağımsız müstakil bir mertebe olduğu gibi mânâlara ve ruhlara elbise giydiren bedenî sûretlere sahiptir. Böylelikle onun derecesi, o makamdan inandığı şeye göre gerçekleşir.
Konuşanın sözü kendisini harekete geçirmediği sürece, sevende etkisi olmayan sevgi, ‘tabiî sevgidir’. Çünkü tabiat, başkalaşmayı ve kışkırtılmayı kabul eden şeydir. Örnekteki kişi, şeyhin konuşmasından önce de seviyordu, fakat kendisini suya çevirecek şekilde erimemişti. Bundan önce kemik, et ve sinir idi. Sevgisi ilâhî olsaydı, ona harflerden oluşan kelimeler etki edemez, ruhaniyeti bu şartlar tarafından coşturulmaz, sevgi iddiasında bulunmaktan utanır, kalbinde hayâ ateşi ortaya çıkar, anlatıldığı hâle gelene kadar sevgi onu ayrıştırmayı sürdürmezdi. Başkalaşma tabiî sevgi sahibinden başkalarında gözükmemiş, farklı tavırlarda yer değiştirmemiştir. İşte bu, ilâhî-ruhanî sevgi ile tabiî sevgi arasındaki farktır.
Ruhanî sevgi ise ilâhî ve tabiî sevgi arasında bir araçtır. Buna göre ilâhî sevgiye göre seven baki kalırken, tabiî olan ölçüsünce sevenin hâli değişir ve yok olur. Öyleyse yok olma ve fena, her zaman tabiî sevgi bakımından gerçekleşir. Varlığın baki kalması ise, ilâhî sevgi yönündendir. Cebrâil’in sevgisi ruhanîydi. O, bir ruhtu ve onun cismi bakımından doğaya dönük bir yönü vardı. Unsurların dışındaki tabiî cisimler -unsurlardan oluşan cisimlerden farklı olarak- başkalaşmaz.
Unsurlardan oluşan cisimler ise başkalaşan ilkelerden oluştukları için başkalaşırlar. Tabiat ise kendiliğinde başkalaşmaz, çünkü hakikatler, başkalaşmayı kabul etmez. Böylelikle Cebrâil perdelenmiş, cisminin cevheri hikâyede anlatılan kişi gibi erimemiştir. Bunu üzerine içerdiği tabiat sevgisi nedeniyle bayılmış, varlığı ise ilâhî sevgi sahibi olması nedeniyle baki kalmıştır. O hâlde ilâhî sevgi sahibi ‘cisimsiz ruh’ iken tabiî sevgi sahibi ‘ruhsuz bedendir.’ ruhanî sevgi sahibi ise, ‘hem cisim hem beden’ sahibidir. Unsurdan oluşan tabiî sevgi sahibi ise, kendisini başkalaşmaktan koruyacak sevgiye sahip değildir. Bu nedenle söz, tabiî sevgi sahibinde etkin iken ilâhî sevgiyle sevende etkisi yoktur. Buna mukabil ruhanî sevgiyle sevende ise kısmen etkindir.
❓Meryem’in Cebrâil’i beşer sûretinde görmesi nedeniyle, Hazret-i İsa’nın ölüleri dirilten bir ruh ile beşerîliği kendinde nasıl topladığına bakınız! Çünkü ruh vasıtasıyla tabiî cisimler hayat bulur.Bundan daha güçlüsü ise, Sâmirî’nin Cebrâil’in ayak izinden aldığı bir tutam toprak ile yaptığıdır. Sâmirî, ruhun yerleştiği her yerde hayatın kendisine da eşlik ettiğini biliyordu. Bu nedenle aldığı tutamı, buzağıya bırakmış, buzağı ruhun ayak izinden alınmış tutamın etkisiyle böğürmüştü. Onu atın sûretine atsaydı, at kişner veya insanın sûretine atsaydı insan konuşurdu. Çünkü istidat hayat ile ortaya çıktığında, kendisini kabul edene göre tezahür eder.
⚠️Mûsâ’nın ardından (Tûr dağına gidişinden, otuz gün sonra) kavmi, (ateşte erittikleri) ziynet eşyalarından (rüzgârın etkisi ile) böğürtü sesi çıkaran bir buzağı heykeli (ni ilâh) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onlara bir yol gösteremeyeceğini görmediler mi? (Böyle iken kendilerini aldatan, kâfir Sâmirî’nin izinden giderek) onu (buzağı heykelini, ilâh olarak) benimsediler ve böylece zâlimlerden/kâfirlerden oldular.‼️
Burada mazharlarda zuhur edenin nasıl zuhur ettiği öğrenilir. Mazharlar, istidatlarıyla, kendilerinde zuhur edene kendisiyle zuhur edeceği taşınan ve taşıyan sûretleri verir. Bu nedenle Allah bu hikmeti izhar etmiştir ki, buradan işin kendiliğindeki durumu öğrenilsin.
(…) ikinci yaratma türü, şöyledir: Allah var ettiği şeyi bir sebep olmaksızın yapar. Bu ise, ilk sebeplerin varlıklarını yaratmadır. Rabbini dost veya ortaktan tekbir edip O’nu bu konuda -Hakkın kendisini sınırladığıyla sınırlamalısın. Genelleştirme, yoksa büyük bilgi ve iyiliği kaçırırsın. Aynı şey ‘O’nu tekbir et’ âyetinde geçerlidir.
Allah’ı oğul edinmekten tekbir edersin, çünkü oğul babaya ait olabilir -yoksa o edinilmez-. Gerçekte bu noktada babaya ait bir fiil yoktur. Baba sadece suyu (meni) eşinin rahmine bırakmış, çocuğun yaratılışını başka bir sebep üstlenmiştir. Çocuk edinen, Zeyd’i evlat edindiğinde Hazret-i Peygamber’in durumundaki gibi, evlat edinendir. Allah şöyle der: ‘Çocuk edinmemiş Allah’a hamd olsun.’ Çünkü bir çocuk edinseydi, yaratıklarından dilediklerini seçer ve dilediğini çocuk edinirdi. Bir çocuk edinmemiş olan ise, bunu yapmazdı.
☝🏻Âyette ‘Allah doğurmadı’ denilir. Bu, doğum yoluyla olan çocuktur. Allah’ın öyle bir çocuğu olmadığı gibi kimseyi de çocuk edinmemiştir. Öyleyse çocuk, her iki yönden kendisinden olumsuzlanır.
Yahudi ve Hristiyanlar, Allah’ın çocukları olduklarını iddia ederek, bir tür ‘çocuk edinmeyi’ kastetmişlerdir. Çünkü onlar, babalarını tanıyorlardı. Mesih hakkında ise, ‘Allah’ın oğlu’ demişlerdir, çünkü onun babasını bilmiyorlardı ve o bir babadan meydana gelmemişti. Çünkü onlar, meleğin Meryem’e ‘yakışıklı bir adam şeklinde’ gözükmesi hakkında Allah’ın söylediğini bilmiyorlardı. Allah onu bir ruh yaptı, çünkü Cebrâil ruh idi. Öyleyse İsa, iki kişiden oluşmuştu. Cebrâil Meryem’e üfleme esnasında -nitekim ruh da düzenlenmiş bedene üflenir- İsa’yı vermiş, onlar ise, bunun farkına varmamıştı. Onlar, İsa’nın ne bedenini ve ne ruhunu anlamışlardı. İsa’nın sûreti ise, ruhun bedenlenmesi gibiydi. Çünkü o, bir temessülden meydana gelmişti. İsa’nın yaratılışını iyice düşünürsen, akıl sahiplerinin anlayamadığı büyük bir bilgiyi öğrenirsin.
Rahman’ın nefesinden on sekizinci tevhit, ‘Sizin ilâhınız, Allah’tır, O’ndan başka ilâh yoktur, bilgisiyle her şeyi kuşattı’ âyetinde dile getirilen genişlik tevhididir ve hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Bu tevhit, ‘genişlik’ derken âlem için olan mekân genişliği anlaşılmasın diye bir tenzih tevhididir. Âlem için genişlik, el-Bâtın, ez-Zâhir isimlerinden ve Rahman’ın nefesi ile sonsuz kelimelerinden kaynaklanır. Şöyle der: ‘Onun genişliği her şeyi bilmesidir. Yoksa bir şey için mekân olması anlamına gelmez.
Bu tevhidin sebebi, Cebrâil’in ayak izinden bir tutamı kendisine attığında buzağı hakkında söylediği sözle ilgili olarak Sâmirî’nin hikâyesinde geçer. Buzağı kendisine atılan şeyin mekânı ve zarfı olmuştur. Buzağı böğürünce, Sâmirî şöyle demişti: ‘İşte bu sizin ve Musa’nın ilâhıdır.’ Allah ise ‘Sizin ilâhınız tek ilâhtır.’ buyurdu. Onda bileşiklik yoktur, her şeyi bilgice kuşatmıştır. Yani O, her şeyi bilendir. Böylece Allah, buzağının böğürmesine rağmen Sâmirî’yi yalancı yapmış, onun yalancılığını gösteren deliller ortaya koymuş, İbrahim’in putlar hakkında söylediği sözün bir benzerini söyleyerek ‘Onlara sözle dönmediğini görmezler mi?’ buyurmuştur. Yani, soru sorulunca konuşamaz. Allah ise, konuşmayla nitelenmiştir. Buzağı onlara ne fayda ne zarar verebilir, başka bir ifadeyle ondan yararlanamazlar. Çünkü Allah ‘Onu yakacağız, sonra küllerini savuracağız’ buyurdu. Kendinden bir zararı uzaklaştıramayan bir şey, başkasından nasıl uzaklaştırır ki? Buzağı yakılıp külleri savrulunca, kendisine bir fayda veremedi. Çünkü onu geride bıraksaydı, insanlar hayvandan gerçekleşen zarar ve fayda hakkında kuşkuya kapılırdı.
(Başka bir örnek!) Cebrâil, Dıhye sûretinde gözükmüş ve tanınmamıştı. Bu durumda onun hakkında insan denilmiş, hâlbuki bir melekti. Onu melek olarak tanıyan ise, tanımıştır. Sûreti ise, insandı. Dolayısıyla meleklik özelliği insanlık sûretine (girmesine) etki etmediği gibi tanınmayışı da o sûrete girmesine etki etmemişti. O hâlde şekiller, sürekli sınırlar. İşte işlerin mertebelerini düzenleyen, eşyayı ölçülerine yerleştiren el-Hakim isminin gereği budur
Bu ağaçla Beyt-i makdis ehli insanların en mutlusudur. Nitekim Mehdî ile en mutlu olacak insanlar ise Kûfeliler’dir. Mekkeliler ise, Hazret-i Peygamberle insanların en mutlusudur. Kur’ân ehli ise, Hak ile insanların en mutlusudur. Mutlu insanlar, bu ağaçtan yediklerinde gönüllerindeki kin sökülüp atılır. Yapraklarına şöyle yazılmıştır: ‘Subbûhun kuddûsun Rabbü’l-melaiketi ve’r-rûh (Münezzehtir, mukaddestir, meleklerin ve Ruh’un Rabbidir)!’ Âdemoğullarının amelleri, bu Sidre’ye ulaşır. Bu nedenle de, Sidre-i münteha (bitiş sidre’si) diye isimlendirilir. Hakkın orada büyük ve özel tecellîsi vardır. Bu tecellî bakanı sınırlar, düşüneni hayrete düşürür. Yanında bir oturak vardır ki, Cebrâil’e aittir. Orada gözlerin görmediği, kulağın duymadığı ve kimsenin aklına gelmeyen âyetler vardır. Nitekim Peygamber orayı anlatırken, Allah’ın nurunun orada kendisini kapladığını belirtmişti. Kimse onu niteleyemez. Oraya bakan kimse, şaşkınlığa düşer.
Evin iki kapısı vardır. Her gün yetmiş bin melek oradan girer ve karşısındaki kapıya çıkar, ilk girdikleri kapıdan bir daha girmezler. Melekler oraya doğu kapısından girer. Doğu kapısı, nurların zuhur yeridir ve batı kapısından çıkarlar. Orası, giden nurların gizlenme kapısıdır. Böylelikle nurlar gaybde bulunur ve hiç kimse onların nerede yerleştiğini bilemez. Bu melekleri Allah, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratır. Bu damlalar, her gün hayat nehrine bir kez dalması kendisine emredilen Cebrâil’in kanat çırpmasından dökülür. Meleklerin her günkü sayısı kadar, Âdemoğullarının düşünceleri meydana gelir.
🤔Mümin olsun veya olmasın, herkese günde yetmiş bin düşünce gelir ve onları Allah ehli bilebilir.
❣️Bu melekler, Beyt-i mamur’a girip oradan çıkarken, Allah’ın kalblerin düşüncelerinden yarattığı meleklerle bir araya gelirler. Onlarla karşılaştıklarında ise, kıyamete kadar bağışlanma dilerler. Kalbi Allah’ı zikretmekle ‘mamur’ birinin düşüncesinden yaratılmış melekler, bu makama sahip olmayan bir kalbin düşüncesinden yaratılmış meleklerden ayrışır. Bu düşünce, gerekli veya gereksiz bir konuyla ilgili olabilir. Bütün kalbler, bu evden yaratılmıştır. Dolayısıyla o ev sürekli mamurdur. Düşünceden oluşan her melek, düşüncenin sûretine göre meydana gelir.
Bunlar, meleklerin ilhâmıdır. Allah onlara ‘imân edenleri sabit kılın’ buyurmuştur. Yani onların kalblerine sabit kılma duygusunu ilhâm edin. Sonra, onlara yardım edip şöyle demiştir: ‘Ben inkâr edenlerin kalblerine korku salacağım,’ Allah, onu mücahidlerin gönüllerine ilhâm etsinler diye, bu bilgiyi meleklerine bildirmiştir ve o da vahyin bir yönüdür. Mücahid de, gönlünde bu ilhâmı bulur ve o meleğin ilhâmıdır. İşte su ile meleklerin (yardımı) arasındaki ilişkiye bakınız! Su, meleklerden biri olsa bile, unsur kaynaklı melektir. Unsurdaki kökü ise rükünlerin üzerinde bulunan tabiî hayat nehridir. O, Cebrâil’in kendisine her gün bir kez daldığı nehirdir. Cehennemlikler ise, cehennemden çıkarken şefaat ile oraya dalar. Bu unsur kaynaklı su, hayat nehrinden ibaret olan suyun parçasıdır.
Mücahidlerin kalblerine güç veren, onları sabit kılan ve kendilerine ‘inançsızların kalbine korku salacağız’ vahyini ulaştıran melekler ise, yedinci kat gökte bulunan Beyt-i mamur’a giren meleklerdir. Onlar, Cebrâil’in daldığı nehirden çıktıktan sonra üzerinden dökülen ‘hayat nehrinin suyunun damlalarından’ yaratılmıştır.
(Su damlalarından yaratılmış olmaları itibarıyla) Bu nedenle söz konusu melekler, mücahidlere metanet vermede ayaklarını sabitleştirmek için indirilmiş suyla beraber zikredilmiştir. Allah, bu hususu meleklerin mertebesinin karşısında suyun mertebesini açıklarken beyan etmiştir ki, bilgisiz kulları bundan habersiz kalmasın! ‘Onları ancak âlimler bilebilir.’ Allah her şeyi sudan canlı yaptı.
Allah Teâlâ peygamberine şöyle buyurmuştur: ‘Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye…’ Cebrâil zamanının en yakışıklısı olan Dıhye sûretinde kendisine inmeye devam ederken hâl diliyle kendisine şöyle demiştir: ‘Ey Muhammed! Benimle senin aranda ancak güzellik sûreti vardır.’ Çünkü Cebrâil peygamber ile Allah arasında bulunmaktaydı. Dıhye o kadar güzeldi ki, Medine’ye geldiğinde kadınlar ve erkekler kendisini görmeye çıkar, bir hamile kendisini görse onun sûretinin güzelliğinden karnındaki düşürürdü.
Bu menzilden Hakkın kullarının kalblerine melekleri indirmek sûretiyle indirmiş olduğu bilgiler öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ruhu (vahyi) emrinden dilediği kimseye indirir.’ Başka bir âyette ise, ‘ben’den başka ilâh yoktur (diye bildirmesi için gönderir)’ buyurur. Burada Allah ‘O(’ndan) dememiştir. Böylelikle Allah katından kulların kalblerine ilka eden ruh olur ve kendisine ilka eden Allah’ın emridir. Ruh ise, ‘benden başka ilâh yoktur…, benden korkun’ âyetinin sûreti olur. Bu menzilde de vasıtalar ortadan kalkmıştır, çünkü inzâl edilen vahiy, ruhun kendisidir. İlka eden ise, Allah’tır, başkası değil! Bu ruh, meleğin değil, meleklerin aynıdır. Anla! Böyle bir ruhu melekler tanımaz, çünkü onlarla hemcins değildir. Çünkü taşınmayan bir ruhtur ve nuranî değildir. Melek ise nurdan bir ruhtur. Bize ve peygamberlere ait zevk budur. Meleklere gelirsek, onlar bazen resûllere gönderilen kimseler olabilir. Bu durum, ‘onu ruhu’l-emîn (Cebrâil) indirdi. Senin kalbine. . .’ âyetinde belirtilir. Öyleyse o, elçinin elçisidir.
Melekler, ilâhî emri hitap menzilinden de indirirler. Her iki inme tarzını, Hakkın peygamberine söylemesi için emir verdiğinde, Cebrâil’in Hazret-i Muhammed’e Rabbinden aktararak söylediği hususları içerir. Bu nedenle onu Kur’ân’dan saymıştır. Hâlbuki o, Cebrâil’in aktarmasıdır. Vahyi indiren Cebrâil’dir ve bu durum onu vahyi indiren olmaktan ve Allah’tan aktarımı ise Kur’ân olmaktan çıkarmaz. Cebrâil, şehâdet âleminde ‘Allah şöyle demiştir’ şeklinde bir şey aktarsaydı, onu bu tarzda aktarırdı. Bu durum, ‘Rabbinin emriyle ineriz, önümüzde ve ardımızda olanlar O’nundur, Rabbin unutan değildir’ âyetinde belirtilir. Allah, Cebrâil’in Hazret-i Muhammed’e söylediklerini unutmaz. Melekler, yoklukları ve hitapları hâlinde sabit hakikatlerdir. Bu durum, ‘unutan’ sözünde ifade edilir. Böylelikle anlatım, hadislikle nitelenmemiş Allah’ın gerçek varlığından gerçekleşmiş bir durumdur. Sonra bu hakikatler için varlık meydana gelmiş, var olmalarından önce Hakkın bildiği şeyleri kendilerinden Hakka bildirmişlerdir. Onlar ise, Hakkın bildiğini kendiliklerinde varlıkları bulunmadığı için görmüyorlardı.
Zührî’nin güvenilir bir râviden aktardığı rivâyet edilir -veya kendinden aktarılır- aktaran şöyle demiştir: ‘Bu hadîsi bilmiyorum ve onun hakkında kesin bir bilgiye sahip değilim. Fakat sen bana göre güvenilir birisin. Bunun üzerine ona kendinden rivâyetle şöyle demiştir: Falan kişi benden aktarmış ve şöyle demiştir: Ben ona benden falanca aktardı dedim ve isnad kesintisizdir. Böylelikle rivâyet yolunda bu meseleye dikkat çekmiştir.
Meryem oğlu İsa’nın yaratılışına gelirsek, kendisiyle su arasında annesi, Havva, Âdem, toprak ve köpük vardır, fakat başka bir yönden O bize benzer ve bunu anlayan azdır. Kuşkusuz ki Allah dikkat çektiğimiz hususa, ‘ona düzgün bir insan olarak göründü âyetinde değinmiştir. Allah (İsa’yı var etmek dileyince, Meryem), kendisinden önce Allah’a sığındıktan sonra Cebrâil’e bakmakla haz kendisine yayılmış, onun kendisine bir çocuk vermek üzere gelen Allah elçisi olduğunu anlamıştır. Meryem çocuğu kabul etmek üzere hazırlanmış ve salt bakmayla cinsî ilişkinin hazzı kendisine yayılmış, su Meryem’den rahme düşmüştür. İsa’nın bedeni ise Meryem’de hazzı meydana getiren üflemeden doğan sudan oluşmuştur. Öyleyse İsa, annesinin suyundandır.
Tabiat bilimciler bunu reddederler ve ‘kadın suyundan bir şey meydana gelmez’ derler. Bu görüş doğru değildir. Bize göre insan erkeğin suyundan ve kadının suyundan oluşur. Arzusundan konuşmayan Hazret-i Peygamber’in şöyle dediği sabittir: ‘Erkeğin suyu kadının suyuna baskın gelirse, çocuk erkek, kadının suyu erkeğinkine baskın gelirse çocuk kız doğar.’
Başka bir rivâyette ise üstün gelmek yerine geçerse kelimesi kullanılmış, başka bir rivâyette ise erkek ve kız yerine zamirler kullanılmıştır. Kitabu’n Nikah adlı eserimizde bu konu hakkında şöyle demiştik: Bazen erkek ve kadın suyu indirmede birbirini geçemez ve karışacak şekilde aynı ânda indirebilirler. Bu durumda sulardan birisi ötekine baskın gelmez. İşte böyle bir durum gerçekleştiğinde Allah, erkeklik ve dişiliği kendinde barındıran hünsâyı yaratır.
Herhangi bir yöne sapmaksızın her bakımdan eşit olduklarında ise hünsâ kadınlık organından hayız olurken erkeklik organından da meni çıkar. Böyle bir hünsâ kadınla ilişkiye girdiğinde çocuk sahibi olurken aynı zamanda çocuk da doğurabilir.
Rivâyete göre, bir adamın yanında birinin annesi ötekinin babası olduğu iki çocuk varmış. Su itidal hâlinden sapmış ve birinin ötekine baskın geleceği bir dereceye ulaşmamış olabilir. Bu durumda hüküm baskın gelmeye sapmış unsura aittir. Bu unsur kadının suyu ise hünsâ hayız görür ve kendisinden meni çıkmaz. Erkeğin suyu üste çıkmaya meyilli ise meni çıkar, hayız görmez. Yaratan ve Alim Allah münezzehtir! Bu canlıdaki berzahların en gariplerinden biridir.
♻️
Tarihte ve Bugün Şamanizm kitabında Abdülkadir İnan, Ebûbekir’in kitaplarından özetlediği türeyiş efsanesinin özetini verir:
İlk çağda yağmurdan hasıl olan seller Karadağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirdi ve bu çamurları insan kalıbına benzeyen yarıklara döktü.
Su ile toprak bir müddet bu yarıklarda kaldı. Güneş Saratan burcunda idi ve sıcaklığı çok kuvvetli idi. Güneş, su ve toprak döküntülerini kızdırdı, pişirdi. Mezkûr mağara kadının karnı (batnı) vazifesini gördü. Su, toprak ve güneşin harareti (ateş) unsurlarından ibaret olan bu yığın üzerinden dokuz ay mutedil rüzgâr esti. Böylece dört unsur birleşmiş oldu.
Dokuz ay sonra bu yaratıktan insan şeklinde bir mahlûk çıktı. Bu insana Türk dilince ‘Ay Atam’ denildi ki ‘ay baba’ demektir. Bu ‘Ay Atam’ denen kişi sağlam havalı ve tatlı sulu yere indi. Kuvvet ve neşesi günden güne arttı, orada kırk yıl kaldı. Sonra seller bir daha aktı, yukarıda zikredildiği gibi mağaradaki yarıklara toprak doldurdu.
Güneş Sünbüle yıldızında idi. Binaenaleyh bu toprağın pişmesi zamanı güneşin aşağı indiği devre tesadüf etti ve bundan dolayıdır ki bu topraktan yaratılan kişi dişi oldu. Bu dişi kişiye ‘Ay-va’ adı verildi ki ‘ay yüzlü’ demektir. Ay Atam ile Ay-va evlendiler. Bunlardan kırk çocuk dünyaya geldi. Yarısı erkek yarısı dişi idi.
Ana ve babaları öldükten sonra çıktıkları mağaraya gömüp ağzını altın kapı ile kapadılar ve kapının yanına çiçekler koydular.
https://youtu.be/2uspUli7KR8?si=RYi-CSW6QYnQ7M-1
♻️
Karadağ (Montenegre) Kotor:
Karadağ bir diğer adıyla Montenegre. 2003 yılında Sırbistan-Karadağ olarak daha esnek bir federasyon çatısı oluşturulmuştur.
Karadağ'ın eski halkı Arnavutlardan oluşur. VII. yüzyılda İmparator Herakliyus zamanında, Sırplar da oraya yerleştirilmiştir.
- Eski Kent (Stari Grad): Osmanlı ve Venedik izleri taşıyan tarihi merkez.
- Eski Akdeniz limanı Kotor Venediklilerce inşa edilmiş kale duvarları ile çevrili ve kasabanın mimarisinde Venedik tarzı hakim. Kotor Körfezi (Boka Korotska, Bay of Kotor) son derece girintili – çıkıntılı ve güzel. Avrupa’nın en büyük fyordu burası; coğrafyada ria olarak da adlandırılan bir oluşum.
Osmanlılar, Rumeli'ye geçip fetihlere giriştikleri sıralarda Karadağ, Venedik Cumhuriyeti'nin tabiiyetinde idi. Osmanlı Devleti'nin Karadağ'daki fetihleri Sultan I. Murad dönemine rastlar. Zira ilk Osmanlı-Karadağ çatışması da I. Murat döneminde yaşanmıştır. İkinci Osmanlı-Karadağ çatışması Sultan I. Bayezid döneminde olmuştur.
Osmanlı Devleti'nin Karadağ'daki asıl fetihleri ise Fatih Sultan Mehmet döneminde olmuştur. Fatih, Karadağ'a bir nevi özerklik statüsü verdi ve bu durum Karadağlılar tarafından 1878 yılında Osmanlı'dan ayrılana kadar kullanıldı. Karadağlılar Osmanlı Devleti'nin hakimiyetine girişinden itibaren çok sayıda isyan çıkartmışlardır. Örneğin 1711, 1712, 1714 isyanlarını çıkartmışlardır. Bununla birlikte Hersek isyanına da destek vermişlerdir.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Rusya'nın yanında yer alan Karadağ, Osmanlı ordusunun önemli bir kısmını Balkanlarda meşgul etmiş ve savaşın Rusya lehine dönmesinde büyük bir etken olmuştur.Abdülhamid'in Balkan politikasında sergilediği tavrın önemli bir rolü vardır. Nikola Petroviç ile yakın dostluğu, iki devletin politikalarına da yansımıştır. ıı. Abdülhamid döneminde, 30 yılı aşkın bir süre, küçük sınır çatışmalarını bir kenara bırakılırsa, iki devlet arasında barışın hakim olduğu bir süreç göze çarpmaktadır. İlki 1883 ve ikincisi 1899 yıllarında olmak üzere Karadağ Prensi Nikola, Sultan Abdülhamid'in davetlisi olarak İstanbul'a gelmiş, törenlerle karşılanarak şaşaalı gösterilerle ağırlanmıştır.
II. Abdülhamid döneminde İstanbul Büyükçekmece başta olmak üzere Zonguldak Ereğli gibi yerlerde, taş işçisi, kuyucu, maden işçisi, bekçilik vb. iş kollarında çalışan Karadağlıların sayısında artış görülmüştür.Türkiye'de yaşayan Boşnakların önemli bir kısmı 1910'lu yıllarda Karadağ'dan gelmiştir.
Montenegro mutfağı, Akdeniz, Balkan ve Orta Avrupa etkilerini taşır. Denemeniz gereken bazı yemekler:
- Njeguški Pršut: Njeguši köyünde üretilen geleneksel kurutulmuş jambon.
- Kačamak: Patates ve mısır unundan yapılan geleneksel bir yemek.
- Cevapi: Balkan mutfağının meşhur köftesi.
- Riblja Čorba: Balık çorbası.
- Crnogorski Sirevi: Yerel peynirler, özellikle Njeguški Sir.
Karadağ’ın kıyı bölgeleri ile İtalya’ya arasında Adriyatik Denizi olması ve Venediklilerin de etkisiyle Karadağ mutfağı İtalyan mutfağından oldukça fazla etkilenmiş.
Ege kasabalarından birinde gibi hissettim, zira enginarlar, çeşitli ege otları ve zeytinyağları tezgahların önemli konuklarıydı.
Karasal iklime de sahip Karadağ’da etkisini gösteren bi diğer mutfak ise, tabi ki Balkan mutfağı. Dolayısıyla kırmızı et (kurutulmuş veya barbeküde) önemli lezzetlerden.
Gezilecek Yerler
Kotor ve Kotor Körfezi
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Kotor, Orta Çağ’dan kalma sur duvarları, dar sokakları ve tarihi yapılarıyla büyüleyici bir şehirdir. Kotor Körfezi ise “Avrupa’nın en güney fiyordu” olarak bilinir ve nefes kesen manzaralar sunar.
- Kotor Surları: 1400 basamaklı bu tarihi surlardan körfezin muhteşem manzarasını izleyebilirsiniz.
- Aziz Tryphon Katedrali: 12. yüzyıldan kalma bu katedral, Kotor’un en önemli dini yapılarından biridir.
- Kotor Eski Kenti (Stari Grad): Venedik mimarisinin izlerini taşıyan dar sokakları ve meydanları ile keşfedilmeyi bekliyor.
Budva
Adriyatik kıyısının en popüler tatil destinasyonlarından biri olan Budva, canlı gece hayatı ve güzel plajlarıyla öne çıkar.
- Budva Eski Kenti: Taş duvarlarla çevrili küçük bir yarımada üzerinde yer alır.
- Sveti Stefan: Eski bir balıkçı köyü olan ve günümüzde lüks bir otele dönüştürülen bu adacık, Montenegro’nun simgelerinden biridir.
- Mogren Plajı: Budva’nın en güzel plajlarından biridir.
Durmitor Milli Parkı
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Durmitor, etkileyici dağ manzaraları, buzul gölleri ve Avrupa’nın en derin kanyonu olan Tara Kanyonu ile doğa tutkunlarının vazgeçilmez adresidir.
- Tara Kanyonu: Rafting için ideal bir destinasyondur.
- Crno Jezero (Kara Göl): Durmitor’un en büyük ve en ünlü gözetleme noktasıdır.
- Bobotov Kuk: Montenegro’nun en yüksek zirvesidir (2.523 m).
Cetinje
Montenegro’nun eski başkenti olan Cetinje, tarihi binaları ve müzeleriyle ülkenin kültürel merkezidir.
- Cetinje Manastırı: Ortodoks Hristiyanlığının önemli merkezlerinden biridir.
- Kral Nikola Müzesi: Eski kraliyet sarayı, bugün müze olarak hizmet vermektedir.
Ulcinj
Ülkenin en güney ucunda yer alan Ulcinj, Arnavut kültürünün izlerini taşır ve uzun kumsallarıyla bilinir.
- Velika Plaža: 13 km uzunluğuyla Adriyatik’in en uzun kumsallarından biridir.
- Eski Kent (Stari Grad): Osmanlı ve Venedik izleri taşıyan tarihi merkez.
Türk vatandaşları, Montenegro’ya 90 güne kadar olan turistik seyahatlerinde vizesiz giriş yapabilmektedir. Pasaportunuzun seyahat süresince ve dönüş tarihinden itibaren en az 3 ay geçerli olması gerekmektedir.
♻️
Lipa Mağarası
Lipa Mağarası ( Sırpça : Липска пећина , romanize edilmiş : Lipska pećina ), Karadağ'ın Cetinje şehrine yakın bir yerde bulunan bir karst mağarasıdır. geçit ve salon sistemine sahip bir karst mağarasıdır. Mağaranın bir kısmı yer altı nehri içermektedir. Lipa köyüne yakın bir yerden başlar ve Adriyatik Denizi'nindağlarına kadar uzanır.
Mağara oluşumları;
Mağara, mağara oluşumları bakımından zengindir - sarkıtlar , dikitler ve sarkıtlar (sütunlar) birçoğu küçük bir alanda bulunmaktadır. En önemli sarkıtlardan bazıları spagetti, patlamış mısır, timsah ve perde oluşumlarıdır. En önemli sarkıtlardan bazıları totem ve gral oluşumlarıdır.
Tarih;
Mağaranın keşfi 19. yüzyılda başladı;mağaranın daha kapsamlı bir araştırması 20. yüzyılın sonlarında yapıldı.20. yüzyılın başlarında Avusturya işgali sırasında mağara stratejik bir öneme sahipti ve Avusturyalı askerler içme suyuna erişim sağlamak için girişi genişlettiler. Mağaranın tarihi önemi, geçmişte onu ziyaret eden birçok araştırmacı tarafından not edildi, bunlar arasında şunlar yer almaktadır:
- Austen Henry Layard – Mağarayı 1839'da ziyaret eden ve mağaradan ilk yazılı olarak bahseden İngiliz araştırmacı
- Wilhelm Ebel – 1841'de Karadağ'ı ziyaret eden Alman bilim adamı
- Pavel Rovinsky – Rus coğrafyacı, etnograf ve bilim adamı, 1887
- Édouard-Alfred Martel - modern mağara biliminin kurucusu , 1894
Petar II Petrović-Njegoš mağaranın keşfi için bir emir yayınladı; ancak genç yaşta öldüğü için keşif gerçekleştirilmedi, ancak mağara galerilerinden biri onun onuruna adlandırıldı.Kral Nikola'nınyabancı yetkilileri mağarayı ziyaret etmeye ve onlara mağaranın benzersiz özelliklerini göstermeye götürdüğü biliniyordu.






Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️