"Allah'ım! Senin kolaylaştırdığından başka kolay yoktur. Ancak Sen istersen zoru kolaylaştırırsın"bir hadis-i şeriftir.
ASR-I SAADET'TE HASTANELER
🔸 Kayıtlara göre, "hastane" kavramı ilk olarak, Asr-ı Saadet'te Hendek Savaşı'ndan sonra kullanılmıştır. Mekke ve Medine'de ilk hastane, çadır olarak kurulmuş, bu da ilk sahra hastanesi olarak da kabul edilmiştir.
Tababet nedir?
Arapça "tbb" kökünden türemiş ve "hekimlik mesleği" anlamına gelmektedir.
Batı dünyası Florence Nightingale'i modern hemşireliğin kurucusu olarak tanımlarken, Orta Doğu ülkeleri bu statüyü Rufeyde'ye veriyor.
İslam öncesi cahiliye devrinde yetişen bazı tabiplerin olduğunu gördüğümüz halde bu tabiplerin görevlerini icra ettikleri bir mekânın olmadığını biliyoruz. İslâm vahyin ışığında insanlığa yol gösterirken her konuda olduğu gibi bu hususta da öncülük etmiş ve ilk defa tıp bilgi ve tecrübesinin pratize edildiği bir mekânı ortaya çıkararak kurumsallaştırmıştır.
Hastalığında, sağlığında her zaman Allah’tan geldiğine inanan Rufeyde bin Sa’d birçok insanı tedavi etmesinin yanında cahiliye dönemi adetleri ile kız çocuklarının gömülmesine karşı da savaş vermiştir.
Savaş Tıbbı:
“Savaş tıbbında en önemli şey tertip ve düzendir” diyerek hastane içinde kadınları dört grup halinde konumlandırmıştır. Savaş esnasında arka planda yaralılar için bir çadır kurmuştur ve bu çadırda ilk müdaheleler yapılmıştır. Yaralıların nasıl taşınması gerektiğini ve sedye kullanmayı da ilk öğreten Rufeyde bint Sa’d’dır.
“Yardım sabır ile, ferahlık keder ile beraberdir. Güçlükle beraber kolaylık vardır.”* Hadis
İlk dönem kadınlarının hemşireliğin yanı sıra özellikle hadis çalışmaları, fıkıh, edebiyat ve eğitim konularında da aktif oldukları anlaşılır. Buna Peygamber Efendimizin soyundan gelen ve aslen Yemenli olup Şam'da yaşayan Fatıma bint Sa'd el-Hayr örnek verilebilir.
Fatıma bint Sa’d el-Hayr rahmetullahi aleyhâ ( d. 1128- v.1203) Bahreyn (kaynaklarda İsfahan olarak da
geçer).
🔸Babası Ebu’l Hasan Sa’dü’l Hayr’ın
hem tacir hem de muhaddis.=Hadis bilimi Unvanı)
Rufeyde'nin babası Sa'd insanları tedavi etmekle meşgul olan birisiydi ve bu sevgisini kızına da aşılamıştı. Kızı ise sadece hastalara şifa dağıtmakla kalmadı.
Babasının; "Kızım! Bütün hayatımı sana vakfettim. İlmimi ve tecrübemi sana verdim. Seni, benden sonra, Eslemoğullarının yaralılarını tedavi eden ve acılarını hafifleten bir hemşire olmaya hazırladım." sözlerini vasiyet kabul eden Rufeyde, ömrünü insanlara şifa kaynağı olmaya adadı.
🔸Hz. Ömer’in âzatlısı Eslem’in oğlu olup Medine tefsir ekolünün öncülerindendir. Aralarında babası Eslem, ağabeyi Hâlid ile Abdullah b. Ömer, Hz. Âişe, Seleme b. Ekva‘, Enes b. Mâlik, Atâ b. Yesâr ve Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî gibi isimlerin yer aldığı birçok sahâbî ve tâbiînden hadis rivayet etti.
Zeyd bin Eslem (? - 753; Medine), Tabiin dönemi hadi ve tefsir bilgini.
Zeyd b. Eslem’in Mescid-i Nebevî’de bir hadis ve fıkıh meclisi vardı. Ebû Hâzim Seleme b. Dînâr en az kırk fıkıh öğrencisinin bu halkada devamlı surette bulunduğunu zikreder. Zayıf ve güvenilmez kişilerden hadis rivayet etmeyen Zeyd kendisine hadislerinin isnadını soran birine, “Biz sefihlerle oturup kalkmaz ve onlardan ilim almazdık” diye cevap vermiştir (a.g.e., X, 16).
Zeyd b. Eslem, hayatı boyunca faydasız işlerle uğraşmamaya ve anlamsız sözler söylememeye özel bir önem vermiştir. Ona göre bu özellik peygamberlerin niteliklerindendir.
🔹“Allah-u Teâlâ bazı kullarına çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı
olması için yaratmıştır. Bu nimetleri Allah’ın kullarına dağıtırlarsa, bu nimetler azalmaz. Eğer bu
nimetler onlara ulaştırılmazsa, Allah-u Teâlâ o nimetleri bunlardan alır, başkalarına verir.” Hadis-i
şerifi.
🔹kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah için harcarlar.” ayetini tekrar ediyor, “Rabbimin bana verdiği
ilim rızkını başkalarıyla da paylaşmalıyım.” diyordu. Belki de bu ayetin devamındaki “Yaptıklarına
karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” ayeti bu iki ilim sevdalısı
çiftin beraberliğinde tecelli ediyordu.
Âlimler İçinde Bir Âlime
Sana Kur’ân’ı indiren Allah’a yemin ederim ki, (Yemen’deki bir dağ olan) Birku’l-Gımâd’a kadar atını sür, Yâ Rasûlallah! Bizden tek kişi dahi geride kalmayacaktır. Biz Hazret-i Mûsa (Aleyhisselâm)ın kavminin “Sen ve Rabb’in gidin ve (onlarla) savaşın. Biz burada oturacağız.” dediği gibi diyenlerden olmayacağız.
Bedir Savaşı’nda Ensâr’ın başında yine Sa‘d bin Muâz (Radıyallâhu Anh) vardı.
Hendek Savaşında Sa‘d bin Muâz (Radıyallâhu Anh) koluna isabet eden bir mızrak ya da ok ile ağır yaralandı. Hz. Peygamber, Hendek Savaşı sırasında kolundan yaralanan Sa'd İbn Muaz'ın yarasından dolayı kan kaybını önlemek maksadıyla derhal Rufeyde el-Ensâriyye (veya el-Eslemiyye)'nin bu söz konusu çadırına kaldırılmasını ve orada ona dağlama yapılmasını istemiştir.
~ Ahzab diğer adıyla Hendek Savaşı ~ sırasında Kureyş müşriklerinin attığı bir okla kolundan derin bir yara alan Ensar'ın ileri gelen önemli şahsiyetlerinden ve Evs Kabilesi'nin o günkü reisi Sa'd Ibn Muaz (r.a)'ı yakından takip etmek ve yarasının durumunu sürekli izlemek için Mescid'in yakınında bir seyyar çadır hastahanede yatırılmasını bizzat Hz.Peygamber istemişti.
Medine'de Mescid'in yakınında hasta ve yaralıların tedâvî etmek üzere sürekli kurulu bulunan bir çadır hastahanesi olduğu bilinmektedir. Bu çadırda Rufeyde (Kuaybe) binti Sa'd el-Ensariye (el-Eslemiyye) adında bir tabip kadının bulunduğu ve İslâm tıp tarihinde ilk seyyar sahra hastahanesi kuran hasta bakıcı-tabip kişinin bu kadın olduğu ve onun kurduğu bu seyyar hastahaneye kaynaklarda "Rufeyde'nin çadırı" adının verildiği kaydedilir. Adı geçen bu tabib hanımın burada hastaları ve yaralıları tedâvî ettiği ve bir hasta bakıcıdan daha çok, tam anlamıyla bir tabip olduğu anlaşılmaktadır.
Rufeyde'nin bu çadırının seyyar bir askerî hastahane olduğunu ifade edebileceğimiz gibi Eslemoğulları'na mensup olan Rufeyde'nin çadırının sürekli kurulu bir hastahane olduğunu söylemek de mümkündür. Çünkü Hz.Peygamber: «Onu Rufeyde'nin çadırına götürün onu orada ziyaret edeceğim» dediğine göre bu çadırın sürekli sağlık işlerini gören bir çadır olduğu intibaını vermektedir. Bu duruma göre bu çadırın seyyar bir cerrahi hastahane olduğunu söyleyebiliriz.
Dört Halife Devri'nde ve onu izleyen Emevîler Devleti döneminde ihtiyaçların gittikçe artması üzerine ayrıca İslâm'ın daha geniş coğrafi alanlara yayıldığına göre bu kurumun aynı oranda geliştirilmesine çalışıldığı muhakkaktır. Özellikle savaşlarda seyyar çadır hastanelerinin olduğu görülmektedir.
Emevîler Devrinde iç karışıklıkların ve Emevi ailesinin uygulama ve tutumlarına karşı yapılan direniş ve isyanların bertaraf edilmesinden sonra Velid İbn Abdülmelik döneminde 88 (706) yılında ilk defa Dımaşk'ta büyük bir hastahanenin kurulduğunu görüyoruz. İbn Vatvat Reşidüddin'in verdiği bilgiye bakılırsa cüzzam, körlük ve benzeri tedavisi zor hastalıkların ilk defa Velid Ibn Abdülmelik Hastahanesinde tedavi edildiği belirtilir.
Velid sağlamış, ayrıca hastahane içinde özel bir karantina bölümü yaptırarak burada görme özürlüler ile cüzzamlıların tedavi edilmesini ve diğer hastalara ve sağlıklı kimselere karışmamalarını, onlarla bir temaslarının olmamalarını temin etmişti.
Aynı şekilde Takiyüddin el-Makrizî'ye göre de Islâm tarihinde bu gibi hastaların tedavisi için yapılan ilk hastahanenin Velid İbn Abdülmelik Hastahanesi'nin olduğu ifade edilir.
Emeviler Devrinde kurulduğu bilinen diğer bir hastahane de «Zukaku'l-Kanadîl» adını taşıyan hastahanedir. El-Kanadil bölgesi veya el-Kanadil mahallesi hastahanesi adıyla da anıldığı bilinmektedir. Buna Arapça'da kandil kelimesinin çoğulu olan kanadil adının verilmesinin sebebi olarak eski Babilon şehri civarında Fustat şehrini kuran Amr İbnü'l-Ass'ın oturduğu sokakta çevreyi aydınlatmak maksadıyla buraya geceleyin kandiller astırmasından dolayı olduğu ifade edilir. Bu hastahenin bu bölgede kurulduğu bilinmesine rağmen bina yıkılmış ve adı geçen hastahaneden eser kalmamıştır.
Hastalarına sıkıntı, felaket, hastalık ve ölüm anında feryat etmeyip sabrı elden bırakmamalarını tavsiye ederdi. "Mutluluğu, hasta ve yaralıları mutlu etme, onların acılarını hafifletme ve durumlarını gözetmede buldum" diyen Rufeyde, şifa dağıtan elleriyle Ensar'ın en sevilenleri arasında olmuştu
İslam tarihinde bilimin gelişmesine öncülük eden Râzi, İbn Heysem, İbn Sina, İbn Rüşd gibi onlarca ismin yanında Rufeyde bint Sa'd'ı anmak yalnızca tarihe not düşmek değildir.
KAYNAKCA:
[1] Bu olay Ahzab/Hendek Savaşı'nın meydana geldiği h. 5.yıl şevval ayında vukuu bulduğu bilinmektedir. İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, III, 224
[2] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, II, 373.
[3] İbn Hişam, bu kadın sahabe ve tabibenin Eslemoğullarından olduğunu kaydederken ( es-Sîretü'n-nebeviyye, III, 250); İbn Hacer ( el-İsâbe, IV, 302 (424) ise, bunun Ensarilerden olabileceği gibi Eslemoğulları kabilesine mensup olma ihtimalinin olduğunu da kaydeder.
[4] Ibn Hişam, es-Siyretu'n-Nebeviyye ,III, 250
[5] İbn Hişam, es-Siretu'n-nebeviyye, III, 250; İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-kübra, VIII,291; Hassan Hallâk, Târihu'l-ulum inde'l-Arab, (et-Tıb), 168-169. Rufeyde'nin hayatını ve tababetini anlatan ve onun İslâm Tıp Tarihinde ilk Hemşire olarak anlatıldığı müstakil bir eser yazılmıştır, Ahmed Şevki el-Fencûrî, İslâm'da ilk Hemşire Hanım Sahabi Rufeyde, Çev. Tacettin Uzun, Konya 1
Prof. Dr. Ahmet Ağırakça
Xxx
EMEVİLER DÖNEMİNDE HASTANELER
🔸 Dört Halife Devri'nde ve onu izleyen Emeviler Dönemi'nde de ihtiyaçların giderek artmasıyla savaşlarda seyyar çadır hastaneleri kayıtlara geçer.
🔸 Emevilerde iç karışıklıklardan dolayı çıkan olaylardan sonra 706 yılında ilk defa Dımaşk'ta, büyük bir hastahane kurulmuştur.
93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (Rusça: Русско-турецкая война, Russko-Turetskaya voyna; 1877-1878), Osmanlı padişahı II. Abdülhamit ve Rus çarı II. Aleksandr döneminde yapılmış olan bir Osmanlı-Rus Savaşı'dır. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinir.
Xx
Florance NIGHTINGALE 1820-1910
Modern hemşireliğin kurucusu olan Florance Nightingale, Kırım Savaşı sırasında ülkesi İngiltere’den Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a gelmiş, 1854 yılında Selimiye Kışlası'nda savaşta yaralanan askerlerin tedavi ve bakımlarını yapmış, bu sırada çok sayıda hemşire yetiştirmiş, hemşirelik mesleğine itibar kazandırmış; hem İngiltere’de hem de Viktoryan kültürde bir ikon haline gelmiştir. İstanbul’da gece gündüz demeden yaralı askerler ile ilgilendiği için kendisine “Lambalı Kadın” ismi verilmiştir.
Modern hemşireliğin temellerini attı
Florance Nightingale, Kırım Savaş’ından sonra1860 yılında, Londra'da St Thomas' Hospital'da kendi hemşirelik okulunu kurdu ve profesyonel hemşirelik mesleğinin temellerini atmıştır.
Dünyada ilk modern sivil hemşire okulu olan Nightingale’in okulu şu anda King's College London'ın parçası olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Yeni hemşireler göreve başlamadan önce onun adıyla anılan Nightingale Andı ile mesleklerine bağlılık yemini ederler.
Nightingale, 1907 yılında Liyakat Nişanı alan ilk kadın olmuştur. Doğum günü olan 12 Mayıs tüm dünya Hemşireler Günü olarak kutlanır.
xx
BUCH:
Amasya Darüşşifasında 14 yıl boyunca hekimlik yapan Sabuncuoğlu Şerefeddin, Akrâbâzîn Tercümesi2, Mücerrebnâme3 ve çalışmamıza konu olan Cerrâhiyyetü’l-Hâniyye adlı eserleri kaleme almıştır. Tarihin önemli hekimlerinden olan Sabuncuoğlu Şerefeddin ’den ilk bahseden eser ise İbrâhim b. Abdullah’ın (öl. ?) 1505 senesinde yazmış olduğu Alâim i Cerrâhîn’dir.
Arapçada “yaralamak” ve “yaralanmak” anlamına gelen “cerh” kökünden türeyen “cirâha” kelimesi, günümüz Türkçesiyle de “cerrahî” veya “cerrahiye” kelimesi eski kaynaklarda “İnsan bedeninde ortaya çıkan yaralarla bu yaraların cinslerini anlatan, hasta organların ilâç kullanmak yahut kesip çıkarılmak suretiyle tedavilerini, bu konuya dair her türlü ilâç ve aletlerle ilgili bilgiyi içeren ilim dalıdır” diye tanımlanmaktadır.
[PDF] 2024, 8 (4), 641-664 | Araştırma Makalesi 15. Yüzyıl
Hendek Savaşı’nda Türk Çadırı
Yurt çadırları genellikle ahşap kafesin keçi kıllarından imal edilmiş çul veya keçe ile kaplanmasından oluşur. Tepesinde içeriyi havalandırmak için bir delik bırakılırdı ki yağışlı havalarda örtülürdü.
Türkler yerleşik düzene geçseler de çadırlarını hiç unutmadılar. Kimliklerini yansıtan her binada çadırı hatırlatan kubbeler inşa ettiler, camide medresede, hamamda… Bugün bile Kırgızistan’ın bayrağında yer alan simge geleneksel çadırı anlatmaktadır.
…
Asr-ı Seâdet yıllarında Arabistanda çok değişik çadırlar kullanılıyordu. Mesela kıldan olan büyük çadırlara “fustat”, koyun ve deve yününden olan evlere “hiba”, deriden mamüllere de “kaş, tıraf, mizalle” denirdi. Deriden çok büyük “kubbe”ler, panayırlarda gösteri veya savaş alanlarında komutan çadırı olarak kurulurdu. Ukaz panayırında kurulan deriden kırmızı bir çadırda, şairler şiirlerini halka arzederlerdi.
Araplar, çatı kısmı yarım küre şeklindeki çadır ve binalara “kubbe” adını verirler. Buna “hacele” de derler. Kubbe karşılığında Araplar “cünbûze” kelimesini de kullanmışlardır. Sahabe-i kiramdan Abdurrahman b. Avf hazretlerinin Mescid-i Nebevî’ye yakın üç “cümbûze” si olduğu nakledilir.
Ancak bunların hiçbiri “Kubbetü’t Türkiyye” yani; Türk Çadırı diye anılmamıştır. Bu deyim sadece Rasulullah Efendimizin kullandığı çadır için sarfedilmiştir.
Türk tipi çadırın ilk kullanıldığı olay Hendek gazvesidir. Taberî, Rasulullah Efendimizin Medine’yi savunan kuvvetleri idare ederken karargah olarak kullandıkları “kırmızı renkli” ve “yuvarlak” bir çadırdan “kubbetü’t türkiyye” diye söz etmektedir.
Abdullah b. Mes’ud ve Abdullah b. Abbâs, Peygamber Efendimizin Bedir Savaşı’nda girdikleri yuvarlak bir çadırı haber verseler de “türki kubbe” olduğundan bahsedilmez.
Hendek Kuşatması
Mekkeli müşrikler, Bedir ve Uhud gazvelerinde istedikleri sonucu elde edememişlerdi. Yaptıkları her hamle İslamiyetin yayılması ve gönüllerde yerleşmesine sebep oluyordu. Medine’den sürülen Yahudiler, büyük maddi vaadlerle Arap kabilelerini Mekkeli müşriklerin etrafında birleştirdiler. 627 yılında 10 binden fazla bir kuvvetle Medine’nin kuşatılmasına sebep oldular.
Rasulullah Efendimiz, düşmana nasıl karşı konulması gerektiği konusunda yaptığı istişareler sonunda Selmân-ı Fârisî hazretlerinin, Medine’nin etrafına hendek kazılması teklifini kabul ederler. Plan bizzat Efendimiz tarafından çizilir. Medine’nin kuzey doğusundaki Râtic’ten başlayan hat batıdaki sil dağını dolaştıktan sonra şehrin güney batısında son buluyordu.
Her topluluk bir mıntıkanın kazımını üstlenmişti. Muhacirler Medine’nin güney batısından itibaren Sil dağını çevirecek şekilde, dağın 200 metre kuzey doğusundaki Zübâb tepesine kadar olan hattın hendeğini, Ensar ise Zübâb ile Râtic ve sonrasındaki hattın hendeğini kazıyordu.
Sahabeden Amr b. Avf, Selmân-ı Fârisî, Huzeyfetü’l Yemâni, Nu’man b. Mukarrin ve ensardan altı kişi Zübâb tepesinin altına kadar gelirler. Ortaya dev bir taş çıkar. Bu volkanik bir kayadır. Öyle ki Kurayza kabilesinden emanet alınan balyozlardan biri kırılır. Bu sırada Zübâb tepesinde bazı sahabeleriyle Türk çadırı kurmakta olan Rasulullah’tan yardım istenir.
Zübâb, Sil’ dağının 200 metre kadar kuzey doğusundadır. Çadır bugün Râye mescinin bulundu yere kurulmaktadır. Mu’cemu’l Buldân’da çadırın, Hendeğin kazılı bulunduğu köşelerden biri olan Şeyhayn mevkiinin Zübâb tepesinde kurulduğu kayıtlıdır.
Geleceğe ait mucizeler
Rasulullah hendeğe inerek kazmayı metalden farkı olmayan kayaya vurmaya başladığında her darbede kıvılcımlar çıkar. Rasulullah her darbede bir an duraklar ve tebessüm ederler. Sebebi sorulduğunda kıvılcımlarda yakın zamanda Roma ve Sasani devletlerinin alaşağı edileceğini gördüklerini haber verirler. Gelecekle ilgili başka haberleri de olmuştur. Bunlardan biri de İstanbul’un fethi üzerine verdikleri müjdedir. Bu çok anlamlıdır. Türk çadırının gölgesi toprağa vurduğunda gelecekte bir Türk hükümdarının ve ordusunun İstanbul’u fethedeceğinin müjdesi muazzam bir haberdir.
Müşriklerin Arabistan ölçeklerine göre dev bir orduyla geldikleri bir sırada, o zamanın iki süper gücünün hem de müslümanlar eliyle çok kısa bir süre sonra yıkılacağı müjdesi akıl sınırlarını zorlayan bir haberdir. Nitekim Medineli münafıklar dalga geçerler. Düşman çok kalabalık ve tam techizatlı, hava ayaz, müslümanlarsa hem az hem techizatsızlardır. 10 bin kişiye karşı 3 bin kişi karşı durmaktadırlar ve toplam 36 atları vardır. Sadece iman edip sonuç beklerler.
Nitekim Hendek günlerinden 10 sene geçmeden; Roma, Suriye ve Mısır’dan kovulmuş, Sasani devletinin başkenti Medayin müslümanların eline geçmiştir. Zaman içerisinde verilen diğer haberlerin de gerçekleştiğini görmekteyiz.
Rasulullah Efendimimizin otağı
Rasulullah aleyhisselam bir ay kadar süren bu savunmayı Türk çadırından idare eder. Başka bir ifadeyle kubbetü’t türkiyye Peygamber Efendimizin otağı, karargahı olmuştur.
Bu arada çadırda, kuşatma sürecini etkileyen pek çok hatıra yaşanmıştır. Bazılarını şöyle sıralayabiliriz.
Kuşatma sırasında müslümanların en çok çekindiği hıristiyan Ğatafanlara mensup Fezâre komutanı Uyeyne b. Hısn para karşılığı kuşatmadan çekilme fikriyle geldiğinde bu çadırda Medineli sahabiler tarafından yüzgeri edilmişti.
Ğatafan birlikleriyle kuşatmaya gelen sözüne güvenilir ve hitabeti çok iyi birisi olan Nuaym b. Mesud çadıra gelerek müslüman olur. Rasulullah’ın da iznini alarak Kurayza yahudileri ile Mekkeli müşrikleri birbirine düşürerek kuşatmanın şiddetini kırar.
Peygamber Edendimiz, kuşatmanın son gecesinde dondurucu soğukta sahabeden Huzeyfetü’l Yemani’yi bu çadıra davet ederek önemli bir görev verir. Buna göre Huzeyfe, düşman birlikleri arasına sızacak ve son durumları hakkında bilgi toplayacaktır. O gün Cumartesidir ve kuşatma günlerinin en soğuk gecesidir. Huzeyfe başarılı bir şekilde müşriklerin arasına karışır. Kuşatmanın uzaması nedeniyle herkesin mutsuz olduğunu görür.
Bu arada şiddetli bir rüzgar ortalığı birbirine katmaktadır. Müşriklerin baş komutanı Ebû Süfyân’ın hızla Mekke’ye dönmek için devesine bindiğini görür. Öyle ki, acelesinden devenin ayağını çözmeyi unutmuştur. Huzeyfe geri dönüp Peygamber Efendimize sevindirici haberi verir.
Raye (Sancak) Mescidi
Müslümanlar, kubbetü’t türkiyyenin kurulduğu tepede o günlerin hatırasına iç hacmi çadıra benzeyen ölçekte bir mescid inşa etmişlerdir. Önceleri Zübâb mescidi olarak bilinen ibadethane bugün Râye mescidi olarak bilinmektedir. (Suudi devleti bugün etrafındaki binaları yıktırmıştır.
Hendek’ten sonra Rasulullah efendimizin bütün seferlerinde türk çadırını da beraberinde götürdüğü anlaşılıyor. Mesela Mekke’nin fethinde, bugün Cennetu’l Mualla kabristanının bulunduğu Hacun’da çadırlarını kurdurmuşlar, harekatı buradan idare etmişlerdi. Müşrikler, Mekke’nin fethine gelen ordunun içinde Rasulullah’ın da bulunduğunu böyle anlamışlardı.
Hicret sırasında geride bıraktığı evi yağmalanan Rasulullah Efendimizin gidecek yeri olmadığından günlerini burada geçirmişler, görüşmelerini burada yapmışlardı. O günün hatırasına burada bir mescid inşa edilmiştir. Bugün Mekke’de Râye mescidi olarak bilinen yer o kutlu mekandır.
Peygamber Efendimiz, Huneyn Gazvesi’nden sonra yaşanan ganimet taksimindeki tereddütleri gidermek üzere ensarla, “deriden kırmızı bir kubbe” içinde özel bir toplantı yapmışlardı.
İtikaf ibadetinin sembolü
Müslim ve İbn Mâce’deki hadis-i şeriflerden, Peygamber Efendimizin bir Ramazan ayında ilk 10 gün, bir başka ramazan ayında da 10. ve 20. günleri arasında Mescid’in avlusuna kurulan kubbetü’t türkiyye’de itikafa girdiklerini öğrenmekteyiz.
Bu çadır, Peygamber Efendimizin vefatlarından sonra şüphesiz muhafaza edilmiştir. Ancak akibetinin ne olduğu hakkında henüz bir kayda rastlanmamaktadır. Ancak Peygamberimizin her davranışını uygulamaya çalışan eshabı kiram, Onun bir Türk çadırında itikafa çekilmesini sünneti seniye olarak tatbik etmişlerdir.
Mesela müminlerin annesi Hazret-i Aişe, Sevgili Peygamberimizden sonra hac yapmak için Mekke’de bulunurlarken Müzdelife’de Sebir mevkinde keçeden yapılmış küçük bir türk çadırı içinde kalmışlardı. Çadırın bir perdesi vardı ve Hazret-i Aişe, kendisiyle görüşmek isteyenlerle bu perdenin gerisinden görüşürdü.
Eshabı Kiramdan Ebu’d Derda’nın hanımı Ümmü Derdâ, Şam’daki Emeviye Camiinde kurulan bir türk çadırında itikafa çekilmişti.
Peki bu çadır Rasulullah Efendimize nasıl ulaşmıştı?.. Bu henüz bilinmemekte, bazı tahminler yapılmaktadır. Geçmişten kalan bir kaç eserde yer alan çok muğlak haberlere göre Türk ikliminin büyük hükümdarlarından biri Büğdüz adında bir elçi gönderir. Bir başka ravayette de Büğdüz boyunun temsilcisi Emen bey çeşitli Türk boylarının ilbeği olarak Bedir savaşını takip eden dönemlerden birinde (622’den sonra) Medine’ye elçi olarak gelmişlerdir. Bu heyet, Peygamberimize değerli hediyeler arzetmiş ve müslüman olmuşlardır.
Dede Korkut destanlarında “Varuben Peygamberin yüzünü gören, gelüben Oğuz’da sahabisi olan” denilmektedir. Bunlar önemli bilgilerdir. O yıllarda Dicle yöresinde, Sasaniler adına paralı askerlik yapan Türk boyları vardı. Bunlar, İran Kisrası Nuşirevan tarafından Doğu Roma sınır boylarına yerleştirilmiş olan Türklerdi. Bu rivayet Sevgili Peygamberimizin kullandıkları kubbetü’t türkiyye’nin kaynağı hakkında bir ip ucu verebilir.
KAYNAKLAR
Buhârî, “Menâkıbü’l Ensâr” 9; “Meğâzî” 29, 33, 34, 56, 110; “Fedâilü’l eshâb” 9; Müslim, “Sıyâm” 215; “Cihâd” 123-125, 127; Müsned, İbn Hanbel, IV/348; İbn Mâce, “Sıyâm” 62; Tirmîzî, “Zühd” 39; “Menâkıb” (3857); Sîre, İbn Hişâm, III/226-243; Tabakât, İbn Sa’d, IV/83; Târîh, Taberi, III/45; Bidâye ve’n Nihâye, İbn Kesîr, I/135; IV/101, 123; Târîhu’l Medîne, İbn Şebbe, I/232; Mu’cemu’l Buldân, Yâkût, III/201; Rıhle, İbn Cübeyr, shf. 154; Şerefnâme, Şeref Hân, shf. 24; Dede Korkut Kitabı, (neşreden Muharrem Ergin); Şerhu Muallakâti’s Seb’a, İmriü’l Kays, shf. 23; Müncîd, Louis Ma’lûf, shf. 354; Ahbâru Mekke, Ebu Abdullah, I/252
Ahmet Sarbay, Yedikıta Dergisi 166. sayısından (Haziran 2022)
🔹 Tarihi, 600'lü yıllara dayanan "Togu Balık", Moğolistan'ın Tuul Vadisi'nde yapılan kazı çalışmaları sonucu ortaya çıktı.
🔹 Göktürk Yazıtları olarak da bilinen Orhun Abidesi'nin kuzey yüzünde Togu Balık, "Eng ilki togu balıkda süngüşdüm" yani "İlk önce Togu Balık'ta savaştım" cümlesiyle karşımıza çıkıyor.🔹 Günümüzde kullandığımız "şehir" sözcüğü Farsça kökenli. Anadolu Türkçesinde ise "şar" ifadesi yer almakta. Şimdi, Eski Türkçenin hâkim olduğu Göktürk Kağanlığı dönemine gidelim.
🔹 Balık, "bataklık, çamur" manasına gelen "balçık" sözcüğünden türemiştir. Yerleşik hayata geçişin ilk ibaresi balçıktan yapılan evlerdir. Bu da balık olarak evrilen kelimenin "şehir" manasında kullanılmasına sebep olmuş.
🔹 Kaşgarlı Mahmud, Divân-ı Lügati't-Türk adlı eserinde, "İslam'ın kabulünden çok evvel Türk dilince sığınak, kale, şehir demektir. Uygur Türkçesinde dahî bu böyledir. Uygurların en büyük şehirlerden birisine "Beşbalık" denir. Burası Uygurların en büyük şehridir; "beş şehir" manasına gelir. Zülkarneynin yaptırmış olduğu "Sulmî, Koçu, Can-balık, Béşbalık, Yanğıbalık" adındaki şehirlerdir."
🔹 Beş Balık, Bilge Kağan Bengü taşının doğu yüzünde: Otuz yaşımda Beş Balık'a doğru ordu yürüttüm. Altı yol savaştım. ... Ordusunu hep öldürdüm. Beş Balık içinde pek çok kişi ... yok olacağından kişi(ler) beni çağırmaya geldi(ler). Beş Balık onun için kurtuldu" şeklinde geçer.

Salerno Tıp Okulu’nun Resmi
Orta Çağ’da hekimlerin daima başvurdukları ve hastalarına önerdikleri ilaçların tıbbî formüllerine dair bir nevi ana müracaat kaynakları olan eserlere, “akrâbâzîn” denilirdi. Tabirin kökü, Grekçe “grafidion” (kitapçık) kelimesidir. “Gradifon”un Süryânî dilindeki söylenişi olan “grafâzîn”, Arapçaya “akrâbâzîn” olarak geçmiştir.
Hasta bakımında iyileşme
Tıbbi tedavilerin gelişmesi ve tıbbi bilginin genişlemesinin yanı sıra, 18. ve 19. yüzyıllar hasta bakımında da gelişmelere tanık oldu.
Bunda rol oynayan iki kadınFlorence Nightingale Ve Mary Seacole– her ikisi de 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında yaralı erkeklerin tedavisinde görev aldı .
Hem Nightingale hem de Seacole , yaralarının iyileşmesi sırasında hasta erkekleri temiz bir ortamda barındırmanın önemini fark etti .
Florence Nightingale, 1820 - 1910
Florence Nightingaleİstatistiğin tıpta kullanımını başlattı .
Hastalık ve ölümle ilgili veri topladı ve savaş alanındaki yaralanmaların doğrudan sonucu yerine hastanelerdeki kirli koşullar nedeniyle daha fazla askerin öldüğünü keşfetti.
Bulgularını , ölüm nedenlerinin net bir görsel temsilini sağlayan bir şemadasundu . Nightingale koşulları iyileştirmek için basit önlemler önerdi:
- Hastalar hastalıklarına göre ayrıldı.
- Yataklar birbirinden ayrıldı ve temiz havanın dolaşmasına izin verildi.
- Sıkı hijyen kuralları uygulandı; örneğin hastalar yıkandı ve yatak takımları düzenli olarak değiştirildi.
ALAMYA
ALAMYANightingale, savaştan sonra Britanya'ya döndükten sonra St Thomas Hastanesi'nde Nightingale Eğitim Okulunu kurdu . Yurt dışında edindiği bilgi birikimini kullanarak hastanelerde temizliğin dönüşümüne katkıda bulundu .
Mary Seacole, 1805 - 1881
Jamaika'da doğdum ve büyüdüm,Mary Seacoleİskoç bir askerin ve özgür siyah bir Jamaikalının kızıydı.
Annesi, geleneksel Afrika ve Karayip bitkisel ilaçlarını kullanarak hastalara bakan bir 'doktor'du.
Mary, hastalıkları nasıl teşhis edeceğini ve hastalara nasıl bakacağını annesinden öğrendi. Bunu Panama'daki kolera salgını ve Jamaika'daki sarı humma salgını sırasında uygulamaya koydu.
1853'te Kırım Savaşı'nın patlak vermesi üzerine Seacole hemşire olarak gönüllü oldu ancak reddedildi. Otobiyografisinde bunun ırkçılığın bir sonucu olup olmadığını sorguladı. Bunun yerine kendi parasını topladı ve Kırım'a giderek hasta ve yaralı askerlerle ilgileneceği kendi 'İngiliz Oteli'ni kurdu.
Nightingale gibi Seacole da hastaların tutulduğu koşulların önemini anlamıştı. İyi hijyen uyguluyordu, odaları sıcak ve iyi havalandırılmıştı ve hastaların iyi beslenmesini ve sıvı alımını sağladı.
Seacole, hastalarına yalnızca iyileştirilecek bedenler olarak değil, insan olarak davranmasıyla haklı olarak hatırlanıyor. The Times'ın Savaş Muhabiri William Russell onun hakkında şunları söyledi:
En iyi cerrahlarımız arasında bir yara ya da kırık bir uzuv konusunda bundan daha hassas ve becerikli bir el bulunamazdı.
Savaş bittikten sonra, 1881'deki ölümüne kadar zamanını Britanya ile anavatanı Jamaika arasında geçirdi.
ALAMYA
Orta çağın sonlarına doğru Yahudi filozof ve hekim Musa Maimonides (1135-1204), sağlık rehberinde zayıflara ve hastalara tavuk çorbası tavsiye etti.

Kanadalı ünlü tıp hümanisti William Üsler’de derslerinde, “İyi bir hekim hastalıkla ilgilenir, usta hekim ise hastayla,” diye öğretiyordu. Psikanalize yakın duran Macar asıllı Michael Bal ient de 1957’de benzer görüşler öne sürdü. The Doctor: The Patient and The Illness (Doktor, Hasta ve Hastalık) başlıklı kitabında Balint, hekimin kutsal işlevini yüceltiyor ve temel bakım yapan hekimlerin aslında psikoterapist olması gerektiğini belirtiyordu.
Antik Felsefe ve Bilimsel Düşünce
Antik çağda felsefe ve bilimsel düşünce, bilimle yakından ilişkiliydi. Yunan düşünürleri, doğayı ve evreni anlamak için felsefi spekülasyonlar geliştirmişlerdir. İlkçağ filozofları, evrenin temel yapısını, maddeyi ve hareketi anlamak için felsefi argümanlar üretmişlerdir.
Parmenides, Heraclitus ve Democritus gibi düşünürler, madde, hareket ve değişim gibi kavramları ele almışlardır. Bu felsefi düşünceler, daha sonra bilimsel araştırmaların temellerini oluşturmuştur. Antik felsefe, mantık ve rasyonel düşünceyi geliştirerek bilimin ilerlemesine katkıda bulunmuştur.
Tıbba alternatif olarak farklı tedavi yollarının çıkışı
1780’lerde gut hastalığında gerçekten bir rahatlama sağlayan tek ilaç (safran içermekteydi) formülü gizli bir ilaçtı. Fransız subayı Nicolas Husson’un sattığı ve tıp çevrelerince alaya alınan Eau medicinale. Şarlatanlar girişimcilikte ve reklam sanatında çok başarılıydı. Rose’un Balzamik İksiri’nin satıcıları, bu karışımın “Fransızlaşmış İngiliz” hastaları (yani zührevi hastalıklardan mustarip kişileri) bir anda iyileştirdiğini iddia etmekteydi: “Üç-dört dozdan sonra bütün ağrıları giderir.” Seyyar satıcılar birer uzman pazarlamacı haline gelmişti: Süslü püslü giysiler içinde, derme çatma bir sahnede bir soytarıyla birlikte önce kalabalıkları kendilerine çekiyorlar. Sonra birkaç şişe şurup veya likörü oradakilere bedava veriyor, onlarcasını satıyor ve kasabadan çekip gidiyorlardı. Çoğu şarlatan küçük miktarda satış yapıyor. bazıları ise voleyi vuruyordu.
Joshua Ward (1685- 1761) “hap ve damla” ile servet edinmekle kalmamış, sarayın himayesini de kazanmıştı. Tüketicilerin artmasıyla birlikte birçok tedavi şekline talep arttı ve ticaret çevreleri, kocakarı ilacı tacirlerinin, gençlik iksircilerinin ve kanser şifacılarının doldurmak için akın ettiği boş alanlar yarattı. Kesin tedavilere duyulan ihtiyaç, ümitsiz hastalara ve safdillere manyetik, elektrikli, kimyasal veya bitkisel tedavi yöntemleri satmaya hevesli çok sayıda “zehirli mantar milyoneri” yarattı.
Tescilli ilaçlar sadık müşteriler kazandı. Lynn şehrinden (Massachusetts) Lydia Pinkham 1873’de “Lydia E. Pinkham’ın Bitkisel Terkibi”ni satmaya başladı. “Lily the Pink” Amerika’nın ilk milyoner kadını oldu.
Homeopati’nin çıkışı
Bu vizyonerlerin anavatanı ise Almanya’ydı. En çok ilham alınan yöntemlerden biri Samuel Hahnemann’ın (1755- 1833) geliştirdiği homeopatiydi. Hahnemann, Leipzig, Viyana ve Erlangen’de tıp eğitimi almıştı ve doğanın iyi olduğuna dair derin bir inanca sahipti. Pahalı eczalar içeren ilaçları reddeden Hahnemann yeni ilkeler belirlemişti. Tedavi konusunda iki yaklaşım olduğunu ileri sürüyordu: ortodoks tıpta geçerli olan ve karşıtlığa dayanan “alopatik” tedavi (ki ona göre bu tedavi yanlıştı) ve kendi “homeopatik” tedavisi.
“Hastalığı tedavi etmek için sağlıklı insan bedeninde benzer belirtiler uyandırabilen ilaçların peşinde olmalıyız,” ilkesi bu tedavi biçiminin temelini oluşturmaktaydı. Bu ilke homeopatinin ilk yasası oldu: Similia similihus curantur (benzer şeyler benzer şeylerle tedavi edilmelidir). Bu benzerler yasası ikinci yasayla, sonsuz küçük değerler yasasıyla (miktarı azaldıkça ilacın etkisi artar) desteklenmekteydi.
Paradoks gibi görünen bu fikir, Hahnemann’ın ilacın saflığı konusundaki takıntısının ve ömrü boyunca kurumsal tıpçıların gelişigüzel ve hastaya zarar verecek kadar çok ilaç yazmalarına karşı duyduğu nefretin bir sonucuydu. Bu fikre göre, tamamen saf ilaçlardan alınan çok küçük dozlar, katkılı ilaçlardan alınan çok fazla dozlardan daha yararlıydı.




























Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hallo 🙋🏼♀️